Evet, hükmen mağlubuz! Ufak tefek zaman sapmalarına bir türlü alışamasa da
gözlerimiz, oyunculuklarla kurguyla kendimizi kaptırdık gidiyoruz bir alamete
bindik gidiyoruz zafere! (Hayır, kesinlikle kıyamete değil). Aslında
düşünsenize, yıllarca nefret ederek okuduğumuz tarih dersini (Ben mesela
ezberden dolayı nefret ederek okudum, elbet birçok genç benim gibi
hissetmiştir) böyle olaylarla kafamızda canlandırarak, böyle bir diziyle
izliyor olsak belki daha çok bilmek ve öğrenmek isteyecektik! Misal ben şimdi,
açıp kitaplardan ya da internetten “o tarihte hangi karar alındı?”, “kim nereye
ayak bastı?”, “bir sonraki ay ne olacak?” diye merakımdan bakıyorum. Oysa
bundan 10-15 sene önce hem lisede hem üniversitede tarih okurken nefretle
ezberlerdim dersi, o kadar.
Biliyorsunuz
bir önceki yazımda Boran’ı övmüştüm zira fazlasıyla hak
ediyordu övülmeyi ama bu bölümde tek bir kişiye odaklanmayacağım. Yoksa
diğer oyunculara da kurguya da haksızlık olacak.
Kapakta Léon’a ve Hilal’e yaptığım benzetmelere sonlara doğru geleceğim
zira Léon, Dostoyevski romanlarının genç erkekleri gibi severken, Hilal o
romanların genç ve kafası karışık kadın karakterleri gibi değil çok daha gizli
ve dobra bir sevdicek. Aferin sana Hilal :)
Bu bölüm hakkında yorum yazarken konuları iki başlıkta ayıracağım:
1- Tarihsel doku
/ olay örgüsü
2- Sevgiye
mağlup olanlar

Kardeşi kardeşe kırdırmak mı yoksa
birileri zaten çıkarcı mıydı?
Birinci konudan başlayalım (sevdiğimizi sona saklayalım). Öncelikle, geçen
haftaki yazıda da bahsettiğim gibi, yobaz kafalılar (dizide gördüğümüz üzere
çıkarcılar yani üç beş kuruşa tahakküm edenler) maalesef çoğalarak artıyor bir
de üstüne üstlük kendi gibi düşünmeyenlere zulmediyorlardı. Hiç kimse aynı görüşten olmak zorunda
değil, ama bir kişi sizinle aynı şeyi düşünmüyorsa ona zulmetmek de sizin
hakkınız değildir! Evet, üç kıtaya yayılmış Osmanlı İmparatorluğu artık darala
darala Anadolu’ya kadar daralmış ve toprakları Fransız, İtalyan,
Yunan ve diğer ordular tarafından işgal altındayken tutup da “Aman efendiler
payitahtımız ne derse odur! Siz bu çapulculara bakmayın! Hepsini asın, hepsini
kesin!” demek ve resmen idam çığırtkanlığı yapmak da biraz fazla! İki cepheden bakacağım bu olaya demiştim, biri yobazlar ve
diğeri de Kuvayı Milliye. Biz olaya en başından bakmaya başladık ama Kuvayi
Milliye’nin de maalesef işgal altındaki toprakları kurtarma görevi bittikten
sonra gerçekten de köyleri basıp, insanların eşyalarına el koydukları, “vatanı
korumak” adına başkalarının haklarını gasp ettikleri doğrudur. Hatta Mustafa
Kemal Paşa’nın bu durumu düzeltmek için çok çaba sarf ettiği de doğrudur. Ama
şu anda bu dizideki konumuz bu değil ve muhtemelen olmayacak da.
Kara Fatma rolünde Demet Evgar var.
Olaylar daha yeni yeni filizleniyor, insanlar daha yavaş yavaş uyanıyor!
Yani Kuvayi Milliye daha çok taze, çok yeni! Bakınız Kara Fatma, ta Erzurum’dan
gelmiş İzmir’e kadar; kocasını kaybetmiş, evlatlarını kaybetmiş bir ana ve tek
çarenin eline silah alıp vatanını canı pahasına korumak olduğunu
fark etmiş bir kadın! Kadınlarımız! Ne kadar ağlasam yeridir ordudaki
kadınları izledikçe… Bir de günümüze bakın, utanç vericidir
toplumun yarısını oluşturan kadınların ekonomik hayatta, sosyal hayatta ve
hatta siyasette azınlık olarak yer aldıklarını görmek! “Kadınların görevi
analıktır!” diye zorlayacaksanız unutmayınız ki “Erkeklerin de görevi baba gibi
baba olmaktır!”. Eğer bir yerlere gelmek istiyorsanız, kadınlarınız da hayatın
içine katmak zorundasınız! Hele ki Kara Fatma’nın Azize Hemşire’ye dediklerini
duyduktan sonra artık genç kadınlarımızın da akıllarına birer minik kıvılcım
düşmüştür diye umut ediyorum. Ne de olsa “Umut
her zaman var”.
Fransız Devrimi’nin harekete geçirdiği ve domino taşları gibi patır patır
devrilen ülkelerden Osmanlı da nasibini almıştır, bu bir gerçektir. Bu nedenle
saltanatın 20. Yüzyıl'ın başında artık bu ülke yönetimi için işleyemediği ve bir
meclis kurulması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu meclisin
mebuslarına da hürmet etmek gerektiği ortadadır. Ne var ki içerideki hainlerin
varlığı mebuslara olan itimadı da iki paralık etmiştir. Bu bölüm mebus Rıza
Bey’i canları pahasına korumak isteyen emir erinden, Kara Fatma’sına ve General
Cevdet’ten Azize Hemşire’ye kadar herkes sadece bir amaç uğruna bu mücadeleyi
veriyordu: Vatanı korumak. Üstelik iki mebusu asan yobaz cahil takımı nedeniyle
çok daha dikkatli hareket etmek zorunda kalan Yüzbaşı Yakup ve General Cevdet
daha bir tetikteydi, daha bir dikkatliydi. Kara Fatma’nın baskını tek kelimeyle
muhteşemdi, Rıza Bey’i sağ salim bir sığınağa teslim eden Kara Fatma ve kadın
erleri canımızdı, kanımızdı, atalarımızdı onlar! Gel gör ki son sahnede
yaşadığımız hayret, bizleri “neler oluyor?” diye sormaya itti: Meclise gidip “hayır”
reyi verecek olan Rıza Bey’in Mirliva’lığa aniden yükseltilen Tevfik’in kutlama
gecesine teşrif etmesi, eski karı kocayı hayretlere sürükledi. Buradan,
müsaadenizle ikinci konumuza, sevgiye mağlup olanlara geçmek istiyorum.
Bu haftanın en büyük şaşkınlığı herhalde Azize’nin üzerindeydi. Eftelya’yı
uzun zamandır görmemenin verdiği şaşkınlığa bir de aldığı bomba tesirli malumat
ekleniverince kadının çocuğu düşürmediğine şükretmemiz gerek. Tek şaşırdığım
kendisinin inatla, ama o inatla bu duyduğu haberi hemen gidip Tevfik’le
konuşmak istemesi oldu. Bir kez olsun içine şüphe tohumları düşsün be güzel
kadın! Önce Hasibe Ana ile konuşmak için koştursaydı mesela Tevfik’e gitmek
yerine. Neyse zaten baktı ne Tevfik’ten ne Cevdet’ten ses yok, çareyi Hasibe
Ana ile konuşmakta buldu. Anlaşılan o ki, kayınvalidenin yeni gelecek toruna
kan ve can gitsin diye pişirdiği etli
ciğerli bürekler (!) işe yaradı da kanına B vitamini hücum eden Azize içten içe
şüphelenmeye başladı. Gel gör ki bu sefer de Hasibe Ana oğlu gibi baktığı
Tevfik’e inanmamazlık edemedi! Ay bu ailenin kadınlarında bir şeyler var
dostlar, bana bir haller oluyor, ben bayılacağım orta yerde! Neyse…

Çok şükür ki Azize yine de o pırlanta gibi zekasını ve altıncı hissini çalıştırdı da bazı taşlar pıtır pıtır yerlerine oturdu: evet, adeta çarkların çalışmasını duyar gibi oluyoruz sevgili
Vatanım Sensin takipçileri.
Cevdet’in Azize’nin boynunda gördüğü gerdanlık ile önce Cevdet sonra da Azize yavaş yavaş duruma aydılar, kafalarında adeta Edison gibi (şimdi Tesla kavgasına girişmek istemiyorum) birer ampul yanan bu iki zeka birleşti: Tevfik’in Cevdet’i sırtından vuran kişi olduğunu en sonunda anladılar! Eh bien bonjour! Üsküdar’da sabah oldu hanımlar ve beyler! 25 hafta sonunda anlayıverdiniz yani! Yavaş yavaş suyu ısınan eski Miralay yeni Mirliva Tevfik’in yolu da yol değil… Azize’nin yine de Cevdet’e Tevfik'le ilgili öğrendiğini söyleyememesi ise ona duyduğu şüpheden değil aslında, içten içe kocasının (ay şu adama bir türlü eski kocası diyemiyorum) suçlu olmadığını biliyor hissediyor, aşka mağlup o da zaten, bunca zaman sonra bile kocasını sevmeye devam etmesi bundan. Cevdet de aşka mağlup ama bir bakıma da değil. Zira onun ki görev aşkı, vatan aşkı. Aşka mağlup olsa yandık zaten, içerideki casus gider bu sefer.
Yazı devam ediyor..