Taşrada yaşıyorsanız hafta içini dört gözle
bekliyorsunuz. Çünkü yerli sanat filmlerimize de yansıyan taşranın o
durağan/duran zamanından ancak böyle kaçabiliyor ve siz değil de dünya hala
dönüyormuş hissi ile adım atmaya devam edebiliyorsunuz. Ancak hafta sonları
işler değişiyor. Sınırlı sosyal imkânları, arkadaşlarınızın sizden uzak olması
ve iki saatlik uzakta olmanıza rağmen kimsenin taşraya sizi görmek için bile
gelmemesi koyu bir yalnızlık olarak üzerinize çöküyor. Ve
dünya durmuş da siz dönüyormuşsunuz hissi ile öylece kalıyorsunuz. Bu nedenle BluTV üyeliğimi Masum dizisi bitiminde sonlandırmadım. Çünkü dijital televizyon
dünyasının artılarından biri de eski ya da güncel filmlere ulaşabilmenizi
sağlaması. Az da olsa zamanın durmadığını, aksine son hızla aktığını başka insanlar ve başka hikayeler ile hissedebilmeniz iyi geliyor. Çok Uzak Fazla Yakın
filmini bu sayede izleyebildim.
Film İkinci
Bahar, Kara Melek, Yeditepe İstanbul, Hırsız Polis ve Gönül İşleri gibi birçok unutulmaz
diziye imzasını atan yönetmen Türkan
Derya’nın ilk uzun metraj filmi. Yapımcılığını Ateş Film üstlenmiş ve Bir Film dağıtımını yapmış.Başrollerinde Burcu Biricik ve Özgün
Çoban yer alıyor. İki üniversiteli gencin tanışmalarının ardından
yaşadıkları inişli çıkışlı aşkını anlatıyor diye konusunu özetleyebiliriz. Peki,
film ne anlatıyor?
Sakallı irkek farkı.
Bana göre film, çok modern haliyle bir Selvi Boylum Al Yazmalım denemesi olmuş.
Ama ne yazık ki bunu bir övgü ile söyleyemiyorum çünkü filmin neden başladığı
ve nasıl bittiği arasında vakit harcıyorsunuz. Buna sebep olan ise kurgu sorunu
ve senaryo. Sahneleri izlerken neye göre birbirine bağlayacağınıza dair bir
metin yok filmde. Evet, film bir geçmiş bir gelecek ilerliyor ama kafanızı
karıştıran gelgitli zaman akışı değil. Bu akışlar sırasında size sunulan
sahnelerde sorun var.
Burcu Biricik de Özgün Çoban da başarılı
performanslar sergiliyor. Hatta Burcu Biricik değişen kadın hallerine göre
değiştirebildiği duygu geçişleri ile alkışı hak ediyor. Ancak karakterlerin
özellikleri istikrarlı kurulmamış. Örneğin Aslı karakterinin Cem’i fark etmesi
ile bize sunulan Cem mesafeli (içinde yaşadığı hayata ve insanlara), mağrur ama
değişik bir erkek. Değişik olduğunu herkes otobüse binerken Cem’in bisiklet
sürmesinden ve gece yarısı okulda heykel yapmasından anlıyoruz. Ancak bir anda
nasıl o sahneye geldiğimizi anlamadığım bir zaman akışında Cem mesafeli
kimliğinden uzaklaşıp hayatın ta içinden isyan eden bir gence dönüşüyor. Cem’le
çizilmeye çalışılan nasıl bir karakter? Serseri ruhlu bir sanatçı mı? Alevi
kimliği mi? Muhalif/devrimci biri mi? Aslında tüm
bunların bileşiminden oluşan bir Cem karakteri yaratılmaya çalışılmış. Ancak Cem’in sergilediği özellikler
yerine oturmuyor. Cem’in Alevi olduğu itirafı ya da yönetimi protesto
ettiği konuşmanın inandırıcı yanı da yok. Alevi olduğu için kız arkadaşları
tarafından terk edilen Cem, “yular gibi kravat takmaktansa güzel gözlü bir
kızın verdiği yuları boynuna takmayı” tercih ettiği o törendeki devrimci duruşu
da yerine oturmuyor.
Türkan Derya’nın yazıp yönettiği bir film. Başka bir
deyişle bu filmi bir kadın yazmış ve bir kadın çekmiş. Ancak erkek bakışı filmde
hala orada duruyor. Yine tüm fedakarlığı yapan kadın, yine hayata dair
söyleyecek sözü olan ve de mücadeleci/asi/renkli resmedilen erkek var. Bu kurgunun bir alternatifi yok mu?
Bu filmi tüm bu romantik klişe yumağına rağmen, benzerlerinden farklı kılabilecek noktalar varken bunlar üzerinde çok
durulmamış. Birçok aşk hikayesinin aksine Cem’in
isyanı Alevi olması ile ilişkilendirilebilirmiş. Çocukluğunda
ötekileştirilmiş olmasından dolayı kimliği konusunda hassas bir sanatçı ve bu nedenle gardı yüksek bir erkek profili
çizilebilirdi. Cem’in bu ötekileştirilmiş kimliği sadece “buralardan kaçıp kurtulma”
hissi olarak yansıyor bize. Bir de tipik Issız Adam sendorumuolarak yansıyor. Oysa Cem'in büyük şehir ve modern yaşamın getirdiği sorunlardan farklı sorunları var. O'nu ıssızlaştıran şeyler başka ama göremiyoruz. Ötekileştirildiği için hissettiği siniri kendini ve kimliğini anlatma, tanıtma derdi olarak
görebilseydik keşke. Çünkü filmin satır aralarında karşımıza
gelen ‘Alevilik meselesi’ ve ‘Sergi basma olayı’ gibi bölümlerde, toplumsal
belleğimize ilişkin hatırlatmalar mevcut.
Özgün Çoban'ın oynadığı
Cem karakteri "ben" merkezli hareket ederken Aslı rolünü oynayan
Burcu Biricik ise daha çok Cem'in merkezinde dolanan bir karakter olmuştur. Oysa orada da annesi tarafından terk
edilmiş ve çektiği kısa filmden de görebileceğimiz gibi küçüklüğünde
ötekileştirilmeye maruz kalmış bir kadın var. Aslı’da gördüğümüz ‘kaybetme
korkusu’ üzerinden profil derinleştirilseymiş benzerlerin farklı bir aşık kadın görürdük diye düşünüyorum. Film bizi Cem’den
uzaklaştırırken Aslı’ya yakınlaştırmayı seçmiş ancak bu yakınlaştırma zemini
için de “fedakâr kadın” algısını kullanmış. Keşke biz Aslı’ya feda ettikleri
üzerinden değil de ötekileştirilirken kaybettikleri üzerinden yakınlaşsaydık. Cem'in 'ben'i içerisinde eriyen Aslı'nın 'ben'ini tanıma şansımız olsaydı. Babasını terk eden o kadının yaşam mücadelesini sadece hamburgercide çalıştığını anladığımız o tek sahne ile görmeseydik. Hem Cem'den sonra hem de gelecekteki Aslı'nın isteklerini ve başarılarını da bilseydik. Geçmişteki Aslı da gelecekteki Aslı da Cem ile varolabilmiş filmde, Cem'in yapamadıkları ve yapabildikleri ile.
Filmin akılda kalanları ise Türkan Derya’nın
kamerasından bize yansıyan aşk sahneleri. Bir de filmin adının
düşündürdükleri. En azından benim için öyle oldu. Filmden sonra filmi değil filmin adının resmettiği yaşantımı düşündüm. Taşrada bir 'yabancı' olarak insanlarla kurduğum çok uzak ama taşradaki insanlarla fazla yakın olan ilişkiler aklıma geldi.