Hz. Süleyman ve aynı bebeğin
annesi olduklarını iddia eden iki kadının öyküsünü ilk defa ortaokul hazırlık
sınıfında duymuştum. İngilizce kısa piyesler hazırlıyorduk ve ekiplerden biri
bu konuyu seçmişti. Ortalıkta kostüm niyetine masa örtüsüne sarınmış ergen oyuncular
dolaşması konunun bende uyandırdığı dehşeti azaltmamıştı, yıllırdır da aklımdan
çıkmaz. Hikayayeyi bilirsiniz, iki kadın da aynı bebeğin annesi olduklarını
söylerler ve sonunda konu Hz. Süleyman’a kadar gider. O da çare olarak bebeği
ortadan ikiye kesmeyi ve her iki kadına da birer parça vermeyi önerir. Bu
durumda da bebeğin gerçek annesi öne çıkar ve ‘Yalan söyledim, bebek o kadının.
Ona verin hepsini’ der. Böylece biz de kimin gerçek anne olduğunu anlarız çünkü
gerçek sevginin sahip olmakla alakası yoktur, olamaz. Kendisi ne kadar acı çekerse çeksin sevdiğinin iyiliğini her şeyin önüne koymaktır temel mevzu.
Anne dizisini izlerken bu hikaye
geliyor aklıma sık sık. Aslında bu diziyi izlerken aklıma bir şey gelmesi çok
enteresan çünkü genelde beynim burnumdan sümük olarak akacak kadar ağlayıp
televizyona kumanda fırlatmakla meşgul oluyorum ama çocukluğumdan kalan bir mevzu
olduğu için herhalde bilinçaltıma işlemiş, hemen yüzeye çıkıyor. Haftalardır
bir çocuğu doğuran kadınla onun annesi olmak için her şeyi göze alan başka bir
kadın arasında yaşananları izliyoruz. Çocuğunu bir çöp poşetinde kapının önüne
bırakabilecek ne yaşadığını merak ettiğimiz Şule ile kendi geçmişindeki
yaraları kızı ile sarmaya kararlı Zeynep arasında gidip geliyoruz. Melek doğan
ve hayatının kalanına Turna olarak devam eden küçücük bir kız çocuğu ile
birlikte perişan olup duruyoruz.
Dizinin son bölümünde Şule’nin
geçmişinden parçalar izledik, onun aslında anneliğine ne kadar da şefkatle
başladığını gördük. Kızının alnına küçücük bir fiske vurmanın bile onu ne kadar
parçaladığını, ona bakmak için neler çektiğini izledik. Kocasını kaybetmesinden
Cengiz’le tanışmasına ve ona tamamen teslim olmasına kadar geçen süreye şahit
olduk. Ne yalan söyleyeyim, çok da ikna olduğumu söyleyemem yaşananlardan.
Elbette Şule’nin yaşadıklarının kolay olduğunu söylemek imkansız ancak ‘Vayy,
tabi ya çok normal o zaman böyle yapması’ diyecek raddeye de gelmedim
izlediklerimle. Kucağında bebeği, kocasıyla televizyon izlerken haberlerde
gördüğü canavar anne dehşetine yaptığı ‘İnsan değil böyleleri’ yorumu biraz
sert geldi yalnız, fazla açık verilmiş bir mesaj olmasına rağmen etkiledi beni.
Şule’nin anneliğine inandığım, onun gerçek bir anne olduğunu hatırladığım tek
an, Melek’in dolaptan çıktıktan sonra ona ‘Senden nefret etmiyorum ama seni
sevmiyorum da. Annem değilsin sen benim.’ demesiyle onu bırakmaya karar vermesi
oldu. Çocuğunun onu artık sevmemesi Şule’ye o kadar ağır geldi ki, o da onun
annesi olmaktan oracıkta vazgeçti. Ya da çocuğunun gerçekten mutlu olabileceği
ve sevileceği yeri gördü ve onu kendi batağında boğmak istemedi. Şule’nin Melek’ten
hemencecik vazgeçmesine bir türlü inanamayan Zeynep’in aksine, Şule’yi o an
sevdim sadece.
Gelelim Melek’i Turna kuşu yapıp
iyileştirmeye kararlı, ‘Anneler bakmazsa çocuklar ölür’ diyen Zeynep’e. Şule’nin
tüm kusurlarını gördük bugüne kadar ama Zeynep’e dair gördüklerimiz hep iyi
şeylerdi. Gerçek annesinin kendisini terkettiğine inanarak geçmiş bir çocukluk,
çaresiz bir çocuğa ne pahasına olursa olsun sahip çıkma isteği. Zeynep’in iyi
bir insan olduğundan şüphe duymuyorum ama onun da bizi şaşırtacak ve belki
azıcık da olsa kınayacağımız yönleri olacaktır, bunları merakla bekliyorum. Bakalım
kendi gerçek annesinin Sakar Teyze olduğunu öğrenmesi Turna ile olan ilişkisine
nasıl yansıyacak?
Bütün çocuklara kendilerini en
çok seven kimse onlarla geçecek upuzun ömürler ve herkese iyi seyirler dilerim.