İtiraf etmem gerekir ki, olmak istediğim kadar iyi bir tiyatro izleyicisi değilim. İşbu sebep, henüz senenin “yeni yıl kararları” evresi hayatımıza dev ayak sesleriyle girişini yapmadıysa da, erken kalkıp yol almaktan kimseye zarar gelmez diye düşünüp aklıma taktığım belli başlı oyunların biletlerine kovalamaya ciddi bir mesai ayırdım bu sonbahar. Oyun Atölyesi’nin geçtiğimiz sezon sahnelemeye başladığı, Haluk Bilginer'in usta çevirisiyle bize ulaşan bir David Hare oyunu olan Pencere’yi Zorlu PSM’de yakalamayı başardığım akşamüstünü ziyadesiyle şanslı günlerim arasına yazarken abartmış olmadığımı gördüğüm için mutluyum. Hatta o kadar mutluyum ki, üzerinde henüz dumanı tüterken izlenimlerimi paylaşmadan kapatamadım Pencere’yi.
Kendisini “Tom ve Kyra... Farklı dünya görüşleri olan bir kadın ve bir adam... İlişkilerinin bitmesinden 3 yıl sonra Tom'un Kyra'yı ziyaret etmeye karar verdiği o soğuk gecede, tüm yargılarından kurtulup yeni bir hayat kurabilecekler mi?” cümleleri ile tanıtan Pencere; yaklaşık 130 dakika boyunca bir grup İngiliz’in yaşantısından kesitler sunarken bir o kadar bizden, hepimizden olan bir hikâyeyi anlatıyor.
Büyük büyük laflar etmeden büyük ve derin dertlere dokunan bir oyun Pencere; kimisi dünya için küçük birey için büyük dertler, kimisi dünya için de büyük dertler. Pencere’de vicdan, suçluluk duygusu, tutku, merhamet, hırs, ego, güven, özgüven gibi bireysel meseleler; adalet, fırsat eşitliği, yardımseverlik, sosyal sorumluluk gibi toplumsal meselelere aynı tencerede pişiyor; tıpkı oyun süresince Kyra’nın – Tom’un kıvrılan burnunun ucunda– sarımsağı, sarı biberi, kırmızı biberi, domatesi yağda çevirip, kısık ateşte ağır ağır kaynayan bir avuç spagetti için hazırladığı sos gibi. Tavaya hangi malzemenin önce atılacağı sosun lezzeti için muazzam bir öneme sahip; tıpkı hayatımızın belli kararlarını alırken neye öncelik verdiğimizin, hayatımızın tüm gidişatına sirayet etmesi gibi.
Pencere sorgulatan bir oyun; ve bunu durmaksızın birbirlerini sorgularken aslında kendi kendilerini sorgulayan karakterlerine borçlu. Tom ve Kyra, birbirlerinin hayattaki duruşlarını, seçimlerini, önceliklerini ve zaaflarını mütemadiyen sorguya tutarken; aşkta da, yaşam savaşında da haklı olmak ile haksız olmak arasında gerinen o ince, ipince, çoğu zaman belirsiz çizgiye dikkat çekiyorlar. Oyunun izleyici gözünde seyir zevki son derece yüksek, çekişmeli bir pinpon maçına bürünmesi çok zaman almıyor; ki sonunda kazananı – veya kaybedeni – belirlemek size kalmış gibi görünse de kendinizi “bir yargıç olsa da benim yerime yargılasa” derken buluyorsunuz.
Haluk Bilginer hem şahane çevirisi hem de sahneyi her anlamda dolduran performansı ile hayran bıraktırtıyor kendisine, şaşırtmayarak. Bununla beraber Kyra’da tertemiz, yalın ve bir o kadar güçlü ve net bir oyunculuk çıkaran Esra Bezen Bilgin başlı başına büyük bir alkışı hakkıyla koparıyor izleyiciden. Tom’un 18 yaşındaki oğlu Edward’ı canlandıran Kürşad Demir’in performansında ise; tam da 18 yaşında, hayatın şimdiden örselediği bir oğlanın yansıtması gereken tereddütleri, naiflikle karışık belli belirsiz tedirginlikleri hissediyorsunuz. Dekor ve müzikler sizi ilk andan hikâyenin içine alıyor, tam kıvamında tutulan görsel ve işitsel detaylar üstünüze gelmeden ruhunuzu okşuyor. Kyra’nın penceresinin ardında usul usul yağan kar, karşı apartmanda yanıp sönen ışıklar hikâyenin çok katmanlılığına sessizce, tatlı tatlı eşlik ediyor.
“Bu sezon Pencere’den bakın”, bu satırları tamamlarken size naçizane tavsiyem olsun… Kendinize bu iyiliği yaptığınız için mutlu olma garantili.