Bundan tam 10 yıl önce bugün
hayatımıza girmişti Hatırla Sevgili dizisi. İtiraf edeyim, girmeden önce de her
reklam arasında karşıma çıkan tanıtımlarıyla beni baştan bezdirmişti. “Başlasa
da kurtulsak.” diyordum içimden. Nerden bilebilirdim çok kısa bir sürede
hikayeye kapılıp gideceğimi, başlangıçta o bucak bucak kaçmaya çalıştığım
fragmanları her hafta yakalamak için ekrana kilitleneceğimi?
Gerçi başlangıçta biraz
yalpaladı. Her ne kadar bir başvekilin uçağının düşmesi gibi önemli bir
hadiseyle başlamış olsa da, aynı gün yayına giren rakibi “Binbir Gece”nin
sansasyonel “Bir gece için 150 bin!” teklifinin gölgesinde kaldı. Çaresiz bir
annenin hasta çocuğu için yapabileceği fedakârlıkların acı dolu hikayesinin
yanında, pastel tonlardaki ada görüntüleri ve naif bir aşkın ilk kalp
çırpıntıları biraz hafif kalmıştı tabi. Belki de, her ne kadar daha çok fon
olarak kullanılsa da, daha evvel pek üstüne düşülmemiş Menderes dönemini anlatmayı
hedeflemesi ilk etapta seyircide karşılığını bulamamıştı. Ama birkaç bölüm
sonra, Cuma gününe alındı ve Sıla dizisinden sonra yayınlanmaya başladı. (Evet,
o zamanlar günde iki dizi yayınlanabiliyordu!) İşte dizinin, yerini sevmiş bir
menekşe gibi coşması da bundan sonra oldu. Ahmet ile Yasemin’in yaz aşkı
havailiğinde filizlenen aşklarının hayatla yoğrularak tam kıvamında acılı bir
aşk hikayesine dönüşmesi, en kritik noktada karşılıksız aşkıyla devreye giren
Necdet’in çektiği acılar ve olayın dramatikliğiyle yanlışlığını vurgulayarak
ama durumu da asla ajite etmeden yansıtılan 27 Mayıs darbesiyle bir anda Cuma
gecelerinin vazgeçilmez dizisi oldu. Yayınlandığı sürece de, anlattığı dönem ne olursa olsun bu durum hiç
değişmedi. Peki neydi bu diziyi bu kadar etkileyici ve vazgeçilmez yapan?
Kendi açımdan değerlendirecek
olursam beni baştan, Ahmet-Yasemin aşkıyla çekmişlerdi ekran karşısına.
Yasemin’le aynı yaşlardaydım başlangıçta, onun gibi benim için de dünya aşkın
etrafında dönüyordu, hoşlandığım çocukla göz göze geldiğim günlerde benden
mutlusu yoktu. Ama yanında başka birini gördüysem batsın bu dünyaydı! Hâlâ daha
da Ahmet ile Yasemin aşkının meftunuyumdur, izlemelere doyamam. Elbette ki bu
aşkın fonunda anlatılan siyasi olayları da es geçmiyordum ama onların hakkını
vererek izlemem, edilen sohbetlere, söylenen sözlere daha çok anlam yüklemem de
esas olarak daha sonraki, daha bilinçli izleyişlerime kısmet oldu.
Dediğim gibi başlarda Ahmet’le
Yasemin’in peşinde sürüklendim durdum. Onlar ayrıldı ben ağladım, onlar
birlikte kaçma hayalleri kurdu ben heyecanlandım. Bu arada yıllar geçti; genç
olanlar olgunlaştı, çocuk olanlar büyüdü, yeni karakterler katıldı bu
yolculuğa. Zamanla her biri beni başka bir yerinden bağladı hikayeye. Çünkü her
birinin başka bir tadı vardı. Bir dizideki her çift sevilebilir mi? Ben
seviyordum… Selma’yla Şevket’in huzur ve aşk dolu yol arkadaşlığını, Sevim’le
Mehmet’in birbirlerinde yeni heyecanlar ve yeni umutlar buluşlarını, Güzide’yle
Necdet’in "Sevmek mi? Sevilmek mi?" denkleminde gidip gelen çetrefilli yollarını
izlemekten keyif aldım. Defne ve Deniz’in yıllar boyunca siyasal fikirleri
doğrultusunda omuz omuza verdikleri mücadeleyle birlikte aşklarını
büyütmelerini, Işık’ın hem Yaşar’la hayatının ilklerini paylaşmasının
naifliğini hem de Harun’la yıllar içerisinde arkadaşlıktan aşka evrilen
öyküsünü, hepsini ama hepsini alıp bağrıma bastım. İki yıl boyunca bize yirmi
yıllık bir süreci anlattıkları için de dizi bittiğinde artık onlarla ahbap
olduğumu hissediyordum. Birlikte az şey yaşamamıştık neticede.

İşin en güzel taraflarından biri
de buydu bence; bu kadar uzun bir sürece tanıklık edip pek çok anlarını,
gelişimlerini ve dönüşümlerini izlemek. On sekiz yaşının masumiyeti ve
cıvıltısında tanıdığımız Yasemin’e, çocuğu için pimpiriklenen olgun bir anne
olarak veda etmiştik. Yurtdışında okumuş, bu yüzden de memleketine ve
memleketinin gerçeklerine uzak kalmış Ahmet, yaşadığı Anadolu şartları ve
yıllar içinde görev aldığı kritik davalarla daha oturaklı bir adam olmuştu. Başlangıçta
yeni plaklardan ve yapacağı pastalardan başka gayesi olmayan Necdet ise kendini
yetiştirip milletvekili olarak karşımıza çıkmıştı. İlk zamanlar, kocası
tarafından aşağılan ve sadece ev işlerinden anlayan Nezahat bile yaşanan
olayların yarattığı koşullar neticesinde fabrikada bir işçi, hatta ustabaşı
olmuştu.
Ya o küçük çocuklar? Adadaki metruk
evin önünde ellerini birleştirerek ettikleri masumca yemine, ne yaşanırsa
yaşansın, ömür boyu sadık kalan Defne, Deniz, Işık ve Harun… Ellerinde tencere
tavayla adada köpekleri zehirleyen belediyeyi protesto etmelerinden, ilerleyen
yıllarda daha büyük ve daha ciddi ülke sorunlarını protesto edişlerine ve tüm
bunların, çoğunlukla acı sonuçlarına katlanışlarına tanık olduk. Bir grev
sonucu isteklerinin kabul edilişine sevindik, gördükleri işkencelerde bizim de
canımız acıdı.
Biz zamanla karakterleri böylesine
sevip içselleştirdikçe onlarla birlikte işin içine daha çok katıldık. Bu
sayede, başlangıçta sadece karakterlerin hikayesine bir fon olarak kullanılan
dönem ve siyasi olaylar, zaman içerisinde öyküde ön plana çıktı ve bu sefer de
izlediğimiz karakterler dönemin olaylarını yansıtmak için kullanılan birer araca dönüştü. Bundan hiç şikayetçi olmadım, belki bu olmasa sığ bir aşk öyküsü
olarak kalabilir ve sadece benim gibi birtakım romantiklerin zihninde yer
bulabilirdi bu dizi. Oysaki “Hatırla sevgili!” sadece bir sevgiliye aşkın
güzelliğini ve sonsuzluğunu anlatan bir çağrı değildi. “Hatırla sevgili ülkem!”
diyorlardı, “Sana yaşatılanları ve bunları kimin yaşattığını hatırla!”. Bu
dizinin yıllar sonra bile hatırlanmasındaki ve en sevilen diziler listesi
yapıldığında her zaman ilk beşte yer almasındaki en büyük etken de buydu. Tabi
bir de tüm yaşananlara, çekilen acılara rağmen sonunda verilen o mücadele umudu;
“Belki hâlâ umut vardır. Çünkü itirazlar ve hayaller henüz kaybolmadı. Belki hâlâ çok kimlikli, çok kültürlü, çok dilli ve çok inançlı bir toplumda bir arada yaşama şansını kaybetmedik.”