Üniversiteye giden beş genci anlatıyor bu dizi. Üniversite hayatları, aşkları, mücadeleleri, hayata tutunmaları, aile ilişkileri… Kısacası ‘büyümek diye adlandırılan kesif ve vahşi dünyanın lunapark treni’ndeki yolculukları. Üniversite hayatları, hayalimdeki hayat. Hocanın karşısına çıkıp “Senin havanı napar, napar, naparım.” diyebileceği bir üniversite hayatını kim istemez? Ast üst ilişkisi beynini beynini ezerse eğer bir gün, hani olur da, o zaman öyle bir istersin ki… Üniversite dizisi olduğu için mutluyum. Hem de çok. Lise dizilerinden, liselilerden az mı çektik? Tamam, bu konu hakkında konuşmak istemiyorum. Şaka bir yana, ‘üniversite hayatı’ kavramını görmek gerçekten çok tatlı. Kendi hayatına istemsizce dalıp gidiyorsun. Kimi zaman Seda oluveriyorsun- pek sık olmadığını ümit ederek- ‘ay inanamayoggrrrsuuuuunnn’, kendini bloggerlık yaparken, giyinip süslenip videolar çekerken, ultra mükemmel olan hayatında babanın kirli sırlarıyla yüzleşirken buluyorsun, kimi zaman Yunus olup öğrendiğin tek bir gerçekle bildiğin her şeyi unutuyorsun, seni doğuran mı, yoksa seni büyütüp yetiştirenler mi ikileminde buluyorsun kendini. Bazen Merve olup aynanın karşısında fazla kilolarına bakarken kahkahalarla gülüyorsun, bazen Arda olup at yarışı izlerken buluyorsun, hayatının aşkı olan kişiyi. Kimi zaman Candan Teyze oluyorsun. En çok tutunman gereken kişiyi olanca kuvvetinle kendinden uzağa itiyorsun. Yitirdiğin her şeyin öfkesini canından bir parça olan kızından çıkarıyorsun. Bazense Salih Amca oluyorsun. Tıp camiasının yüz karası olup, vay efendim ondan bir çocuk, öbüründen bir çocuk diye- edepsiz piuuuu- takılıyorsun. Sonra birden kendini bir üniversitede hoca olarak buluyorsun. Gözünde gözlüğün, ultra entel akademisyen laflarınla kendini gizlediğini sanıyorsun fakat yanılıyorsun. Ama bazen. Bazı zamanlar, canın yanıyor. Canın çok yanıyor çünkü kendini Gizem’in penceresinden hayata bakarken buluyorsun. O kırık dökük pencereden tutunacak bir şeyler bulmak için gökyüzüne bakıyorsun. Kimi zaman bir kuş oluyor bu. Tüm o rüzgarlara, yağmurlara, fırtınalara rağmen özgürce kanat çırpışını izliyorsun. Masallardaki gibi kanatlarının üstüne çıkıp buralardan temelli gitmek istiyorsun. Fakat yaktığın o son kibritin alevi de sönüyor, seni bekleyen gerçek dünyaya dönüyorsun. Evet, donarak ölmüyorsun ama her gün “Keşke ölseydim.” diyorsun. Boğazındaki yumru tam geçecek gibi olduğunda, öfkeyle evden içeri giren bir adam oluyorsun. Tüm çocukluğunu elinden alan o adamın, babanın yüzüne bakmak zorunda kalan Eren oluyorsun. Çocukluğuna dair hatırladığın en taze anılardan biri film setinde ağlaman için yüzüne indirilen tokat olunca evet, sen dünyanın en öfkeli insanı oluyorsun. Ama sonra bir şey oluyor. Kimsenin seni anlamadığını, anlayamayacağını düşündüğün bu dünyada pencereden dışarı bakan bir kız görüyorsun. Göz göze gelince, seninki gibi hala kanayan bir yarayı görüyorsun ya, işte o zaman bunca yıl sonra belki de ilk defa yalnız olmadığını hissediyorsun.
Olabileceğin, olmak isteyeceğin o kadar çok kişi var ki bu dizide. Tabii, dediğim gibi buna sen karar veremiyorsun. İki bin kişilik kabilemiz izin verirse, istediğim kişi olmaya devam edeceğim ben de. İzin verdikleri, bu hakkı bana bahşettikleri sürece evet, yeri gelecek Candan Teyze olacağım, yeri gelecek Salih Amca (Allah’ım, sen günahlarımı affet.), yeri gelecek yüzümde dünyanın en tatlı gülümsemesiyle Merve olacağım. Kimi zamansa canım ne kadar çok yansa da, o iki sokak kedisi olacağım. Ne de olsa, dedikleri gibi, ortak olmak her sevince, her derde, kedere. Ve yürümek bir ömür boyu beraberce el ele. Olmasın hiç, o ta içten gülen gözlerde yaş. Bir gün gelip ayrılsak bile seninle arkadaş…