İçimizden hiç gitmeyen "bir şeylerin eksik olduğuna dair o his” insanoğlunun laneti olsa gerek.
Sanki yazılı olmayan bir kural hep bunu emreder: Bu dünyaya yarım gelir ve bu dünyada olduğumuz
sürece hep yarım kalırız. Ölene kadar tamamlamaya çalıştığımız hatta tamamlayabilmek
uğruna ölümsüzlüğü bile aradığımız o eksik nedir bilen var mıdır? Sanmam. Zaten
bildiğini söyleyene de çok inanmamak gerek. Herkesin eksiği kendine özgüdür
çünkü... Ama bazı ortak duygular var ki benzer yerden yakalar hepimizi. Aşk da
onlardan biridir şüphesiz. Aşk ne ilginçtir, hem dibine kadar yarım hissettirir hem de tastamam!
41,5 kere maaşallah!
Nitekim yarım bir çocuğun tüm eksiklerini tamamlamak için
sığındığı bir liman olmuştur aşk. Küçük bir kız çocuğu sevilmeyi, sevmeyi, ait
olmayı aşkla tamamlamayı umar, aşkın ne olduğunu bilmeden. Aşk, o kız çocuğunun
hasta annesini, sorumsuz babasını, fakir sofrasını, eksik ailesini, yarım hayatını tamamlama çabasının adı olmuştur. Hayal kurar. İçine mutlu bir
aile, öpülüp sevilen çocuklar koyar. Çocuklarını çok seven bir anne olacaktır,
çok sevdiği ve onu çok seven bir kocası olacaktır bir de. Ve tabi, bu hayali kuran Hülya gibi bir ‘tuttuğunu
koparan’ olunca harekete geçmek kaçınılmaz olacaktır. Hülya bakar ve seçer
hayallerinin kahramanını. Şimdi her şey tamdır.
Sıra hayalleri gerçeğe çevirmekte!
Neydi, ne oldu şu tez canım?*
Oysa ne gerçek hayatta ne de gerçek aşkta bu kadar kolaydır
yarımları tamamlamak. Hiçbir şey hayallerdeki gibi olmayacaktır. Gerçek hayatın
sunduğu güzellik de çirkinlik de hep hayallerdekinden büyük olur. Ve önce bu gerçeği çarpar yüzüne hayat. Hülya için bu görevi Cem üstlenmiş anlaşılan.
Ona öyle kötü çarpmış ki Hülya o hayaller kuran çocukluğundan çok uzaklara
savrulmuş. Cem ve arkadaşları için demişti ya “Onlar eski Hülya’yı gömdü,
mezardan da ben çıktım!” diye. Bir gece yarısı, kuytu bir köşede, karnında
bebeğiyle acımasızca dövülmüştü. Belki de gerçekten hayallerinden, mutlu
gelecek umudundan o gece vazgeçti Hülya. Hep inatçı, hep gözü karaydı ama o
geceden sonra intikam ateşinin içine düştü ilk defa.
Neyse ki
Ahmet
Mümtaz Taylan’ın da hatırlattığı gibi “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,
hiçbir yere gitmiyor.” demiş ya Edip Cansever, ne kadar başka biri olduğunu
söylese de Hülya, içindeki o küçük kıza dönmesini sağlayan bir şey buldu:
Kerim.
Evlencem ben senle - vol. 896439
Yıllar sonra köyde, o dere kenarında tek başına yürürken –
Kerim’i görmeden az evvel- hala Kerim’le evlenme hayalleri kuruyor muydu sizce
Hülya? Ben pek sanmıyorum. Bambaşka dertleri – meseleleri vardı bence. Ta ki
Kerim’i orada yeniden görene kadar... Kerim, Hülya’ya çocukluğundan bir
esintiyle geldi adeta. Ve belli ki asıl o andan itibaren başladı Kerim’le
Hülya’nın hikayesi. Yeniden umut doğdu. Hayallerin gerçekleştirilebileceğine
dair bir his geldi Hülya’yı buldu. Yeniden Kerim için girdiği savaş öncekilerden
zorlu muydu bilmiyorum ama bu kez Kerim’in hayatına gerçekten girmeyi
başarmıştı.
Ertelendim hayattan, sevdim yarım.
Derken bugün olmazsa, olur yarın.*
Hayatta mutluluğa ulaşmayı hep ertelemiş hatta hayallerinden
vazgeçmiş birinin kolay kolay ördüğü duvarlarını yıkmasını beklemek çok
gerçekçi değil. İnsan çok kolay duvar örüyor incindiğinde ve yıkmak bir o kadar
zor. Kaldı ki Hülya hep bir savaşın içinde olmak zorunda kalmışken, Kerim’e
rağmen Kerim’i için mücadele ederken ördüğü duvarlar arşa ulaştı. Ve farkında
olmadan Kerim’i o duvarların dışında bıraktı. Hülya Kerim’e bu kez gerçekten
aşık oluyordu ama farkında değildi. Kerim’in konu Hülya olduğunda içi
titriyordu ama Hülya görmüyordu. Kerim, “Mehmet’in annesi sensin Hülya” diyordu
ama o inanmıyordu. Mutluluğu ya da aşkı sadece hayallerinde yaşayan birinin,
gerçeği kapısını çaldığında tanıyamaması ne acı! Oysa ne demiştik: Gerçeği her zaman
hayalindekinden daha güzeldir.
Yârim keskin bıçak* (Temsili)
Aşk bir keskin bıçak hakikaten. Ne olduğunu anlamadan derin
bir yara açıveriyor. Bazen peşinden koşuyorsun. Bazen köşe bucak kaçıyorsun.
Daha yakaladığını/yakalandığını anlamadan akıtmış oluyor kanını. Sonrası hep
yaralarının kabuklarını kaldırmaktan garip bir zevk alan çocukluğumuz misali…
Aşk ne ilginç şey, hem dibine kadar
yarım hissettiriyor hem de tas
tamam!
Kerim’in Hülya olmadan yarım olduğunu anlaması için bazı kapılardan geçmesi,
bazı eşiklerden atlaması gerekiyordu. Ne zaman ki
“Kaybedince
anlarsın” kapısından geçti, ne zaman açıkta, ayazda kaldı; o zaman anladı
Hülya’nın ördüğü duvarlara bir kapı açması gerektiğini. Sığınacağı çatının
orası olduğunu gördü.
Nerde bende o yürek; yardan cayacak!*
(Temsili)
İşte böyle Kerim “ben aşamıyorum ki hiç o mesafeleri” diye
isyan ederek aşmaya çalışırken duvarları, Hülya aslında çoktan indirmişti
gardını. Ufacık bir taş yerinden oynasa yıkılacaktı koca surlar. Sonra öyle bir
fırtına tuttu ki yerle yeksan olduk!
Kime yakışmaz ki aşk! Zaten güzellerdi, daha güzelleştiler.
Hülya’nın ertesi sabah, evin önündeki çamurlu suyla oynarken şen kahkahalar
atan çocukluğunu hatırlaması o kadar doğru aktardı ki duygusunu, mutluluğunu kalbimizde
hissetmemek imkansızdı. Ve korkmamak da imkansız…
Yazı devam ediyor..