Hafta başında gazetede gördüğüm ve
internetde de bol bol konuşulan Beyazıt Öztürk’ün ülkeyi terk ettiği ve
Barcelona’ya yerleştiği haberleri doğru mu bilmiyorum ama, okuyunca
hiçbirimizin ‘Yok canım, ne alakası var
neden böyle bir şey olsun?’ diyememesi bana linç konusunda ne kadar profesyonelleştiğimizi
bir kere daha hatırlattı.
Canlı yayınlanan bir programdaki telefon
bağlantısı yüzünden (bağlantının içeriği, doğruluğu yanlışlığı, haklılığı
haksızlığı konularına hiç girmiyorum. Herhangi bir konudan bahsetmiş olabilirdi
o telefondaki izleyici, bu yazıdaki düşüncem konudan bağımsız..) sunucuya bu kadar yüklenmek
neyin nesiydi? Telefonda söylenenlere hak verenler Beyazıt Öztürk’ü izleyiciyi
erken susturmakla, söylenenlere karşı olanlar da çok konuşturup üstüne bir
de susturmakla suçladılar günlerce. Ertesi hafta program yayınlanacak mı diye
beklediler, bir tur linç daha yapmak istediler.
Olaylı programa
konuk olarak katılanlardan bir tanesi de telefon esnasında ya da sonrasında yorum yapmadı,
yapamadı. Hepsi de ağızlarını açtıkları an olaya ‘suç ortağı’ olacaklarını
biliyorlardı çünkü. Aslında sadık bir Beyaz Show
izleyicisi olmadım hiçbir zaman. Beyazıt Öztürk’ün her yaptığına hayran
birisi hiç değilim. Ama bir show programı 20 yıldır yayınlanıyorsa bu kadar
manasız bir sebep yüzünden değil bitmesi, böyle bir ihtimalin konuşulması bile beni
üzer. Bir program 20 yıldır yayınlanıyorsa orada illa ki çalışkan, birbirine
ve izleyiciye saygı duyan bir ekip vardır. Aksi namümkündür. Zira istikrar, zeka
ve bol emektir bana göre. Bir cümle kurdu ya da kurmadı diye elimizde meşaleler
öfkeli bir kalabalık olmadan bunu düşünmeliyiz belki de.
Aynı tuhaf ve acayip linç halini,
geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz Oya Aydoğan’ın arkasından, bu kez de Fahriye Evcen
için gördük. Giden bir insanın ardından
sadece üzülmeyi ne zaman kaybettik? Ne Oya Aydoğan’ı, ne Fahriye Evcen’i
bırakın tanımayı, hayatında bir kere bile görmemiş insanların instagram’daki o
öfkeli, nefret dolu yorumlarını daha anlayamamışken, bir de bunların koskoca
insanlar tarafından televizyona taşınması neydi, ne vesileyleydi? Neden en
alakasız olduğumuz konu bile birilerinden hesap sorma vesilesi bizim için?
Hiç bitmeyen bir cinnet
halindeyiz sanki, bir türlü çıkaramıyoruz sinirimizi. İçimizde hayata dair
birikmiş ne kadar öfke varsa onu en alakasız insana bile akıtmadan rahat etmiyoruz,
bir kıvılcım yetiyor çoğu zaman kendimizi kaybetmemize. Nasıl yaparız, nasıl
iyileşiriz bilmiyorum, ama umarım kendimizi ve birbirimizi bu kadar
yaralamayı bırakırız, bir an evvel. Sakin seyirler.
*Karen Joy Fowler’ın kitabının
ismi, dev tavsiye ederim.