Bazen dikkat ediyorum da
hepimizin hayatında en çok kullandığı kelimeler “keşke”, “acaba” ya da “eğer”…
Hep bir şüphe halindeyiz. Başımıza gelenleri sorguluyor, başka türlü yapsak ya
da başımıza başka bir şey gelse hayatımız nasıl olurdu merak ediyoruz.
Eğer…
Hayatımız “eğer”ler ile
dolu, ama ne yazık ki bu kelimeyle başlayarak kurduğumuz cümlelerin cevaplarını
bulmamız pek de mümkün değil. Ne kadar istesek de... Keşke birer medyum olsak,
başımıza gelen bir şeyin aksi gelse nasıl olurdu hayatımız görsek... Bunu
anlatan çok sevdiğim bir film vardır Gwyneth Paltrow’un Sliding Doors yani
Rastlantının Böylesi. Filmi izleyenler olmuştur, izleyemeyenler de.. Bu nedenle
yazıma başlamadan kısa bir özet geçeyim, izlemek isteyenler için.
Zamanlama, kader ve aşk
üçgeni üzerine kurulu olan 'Sliding Doors', rastlantılar, zor verilen kararlar
ve tekdüze yaşamların süregeldiği modern dünyada, sadece bir kaç saniyelik
gecikmenin insan hayatını nasıl değiştirebileceğini anlatıyor. Filmde Londra’da
yaşayan Helen’in hayatını anlatıyor. İlk yarısında eve dönerken koşarak
yetiştiği metroya bindiği zaman başına gelenleri anlatıyor, ikincisinde ise
kaçırdığı zaman... Son anda yakaladığınız bir tren sayesinde aldatıldığınızı
fark edip, kendinizi bundan sıyırabilir, iyi bir işe, güzel bir yaşama, sadece
rüyalarınızda gördüğünüz bir sevgiliye sahip olabilirsiniz. Öte yandan o treni
kaçırıp, aldatılmaya devam edebilir, sevmediğiniz bir işte çalışıp yolunda
gitmeyen ilişkinizle mutsuzluğa itilebilirsiniz.
Hepimizin hayatında
yaşadığımız bir saniyelik anların büyük bir etkisi vardır. Bazen o an filmdeki
gibi kusursuzmuş gibi görünen hayatınızı elinizden alır ya da her şey berbatmış
gibi görünürken asansörde biriyle yaşadığınız bir an sonucunda akışı dipten
zirveye taşır. İşin içinde bu kadar bilinmeyen varken, kötü olaylar iyileri
tetikleyebilirken, anlık bir olay tüm güzel şeylerin sonu olabilirken kapanan
kapılar yüzünden büyük bir fırsatı kaçırmış olmanıza üzülmekle sevinmek
arasında bocalarsınız. Her birimizin her gün “eğer” ile kurulan cümlelerle bu
bocalamayı yaşadığı gibi... Görünüşe göre Meriç Acemi de bu bölümde bizlere
bunu anlatmak istedi.
Ben kaderci bir insanım.
Daha önce de sizlere yazmıştım. Alınyazısına inanırım. Hayata gelirken bizler
için yazılmış bir hikâye vardır. O başımıza gelen saniyelik olaylar ise
kaderimizin çizildiği gibi devam etmesi için gerçekleşir. Mucizeyle kaderin
anlatıldığı çok sevdiğim bir diğer film olan Winter’s Tale/Kış Masalı’nda bir
söz vardır:
“Şarkılar bize der ki; her birimizin içinde bir
mucize vardır. Ve bu mucize yalnızca bir tek kişi içindir ve onunla
yakınlaştığımızda, evren uzanarak kaderimizin gerçekleşmesine yardım eder. Bize
rehber ruhlar yollar…”
Ancak bazen kendimize
olan güvensizliğimiz ya da çektiğimiz acılardan dolayı kadere inanmakta
zorlanırız. Ve Defne gibi başlarız sorgulamaya:
“Eğer ben hiç karşına çıkmasaydım, seni ilk
gördüğümdeki Ömer İplikçi olsaydın ve Fikret çıksaydı karşına, hatta geçmiş hikâyenizle,
âşık olur muydun?”
Ömer gibi net biri öyle
bir şey başına gelseydi EĞER nasıl bir tepki vereceğini bilmeden kendisine
yakışır bir şekilde bu soruyu ‘evet’ diye cevaplar.
Peki, cidden dediği gibi
olsaydı bizi paralel evrende neler beklerdi? İsterseniz gelin Rastlantının
Böylesi filmdeki gibi bu olasılığa bir göz atalım:
Ömer, Defne’nin ilk
hayatına girdiği gibi yapyalnız. Aşka ayıracak vakti yok. Her sabah aynı saatte
kalkıyor, aynı kahvaltıyı ediyor, aynı yolda ofise gidiyor. Ofise girer girmez
herkese emirler yağdırıyor. 24 saatle yetinmeyecek kadar yoğun bir programı
var. Hayatında kimse olmadığından da işten başka önemli bir şeyle ilgilenmiyor.
Sadece çalışıyor ve başarı üstüne başarı kazanıyor. İşte tam bu noktada dünyaca
ünlü Gallo adında tasarımcının kendisi için “Kadın ruhundan anlamıyor” dediğini
duyar, ardından da kadın Türkiye’ye teşrif eder. Ömer’in egosu tabi zedelenmiş
durumda. Bu kadına söylediği lafları kolay kolay hazmedemez.
Ve gün gelir tanışırlar.
Şirketleri kötü durumda olduğundan onunla çalışmak zorunda kalır. Birlikte
hazırlanan koleksiyonlar... Bir gün ofiste, başka bir gün Gallo’nun evinde,
ertesi gün de Ömer’in evinde. Gallo kapıdan içeri girer ve armayı görür. (Tabii
nasıl görecekse sonuçta armanın görünür olmasını sağlayan kişi Defne’nin ta
kendisi değil miydi?) Nasıl derinden etkilenir anlatamam. “Böyle bir kader
olamaz, acaba bu bir işaret mi” der. Zaten çok etkilenmiştir mükemmel Sinyor
İplikçi’den. Zaten aksi türlüsü beklenemezdi. Hemen anlatır hikâyesini. Ömer
ise o kıza minnettardır. Yalnız olduğu bir zamanda yeniden hayatına girmiştir.
Üstelik ona çok benzer biri olarak. Onun en büyük hayalini gerçekleştirmiştir:
Şehirde bisiklete binmek. Hatta bununla da kalmaz aynı onun gibi başarılıdır.
Huyları, suları... Tıpkısının aynısı! Birlikte muhteşem bir defile düzenlerler,
herkes ayakta alkışlar. Zaman içerisinde başka başka teklifler gelir.
Mükemmel
ikili başarıdan başarıya koşar. Bu süre içerisinde arkadaşlıkları, bir ilişkiye
dönmeye başlar. Ama hani filmlerde gördüğümüz iş anlaşmaları gibi ilişkiler
vardır ya. Aynı yüksek statüdeki iki insan birbirlerine benzer olduklarından arada
aşk olmadan ilişki yaşarlar işte o tür bir ilişki. Ömer “bundan daha iyisini
zaten bulamam, aşka ayıracak vaktim de yok” der, Gallo ise zaten âşık Ömer’in
bu tavırlarından faydalanır. Evlenirler... O soğuk evde, iki soğuk yalnız ruh
yaşarlar. Geçmişte armayı verip annesine gitmesini söyleyerek onunla ölmeden
önce barışmasını sağlayan Gallo’nun Ömer’in hayatına başka bir faydası daha
olmaz. Aynen Gallo’nun mucizevî bir şekilde iyileşmesini sağlayan Ömer gibi...
Onlar zamanında birbirlerine yapacakları mucizeyi yapmışlardır. Öyle yuvarlanıp giderler. Herkesin hayran
kaldığı “mükemmel çift”.
Yazı devam ediyor..