Rastlantının böylesi: Aşk!

Rastlantının böylesi: Aşk!
Bazen dikkat ediyorum da hepimizin hayatında en çok kullandığı kelimeler “keşke”, “acaba” ya da “eğer”… Hep bir şüphe halindeyiz. Başımıza gelenleri sorguluyor, başka türlü yapsak ya da başımıza başka bir şey gelse hayatımız nasıl olurdu merak ediyoruz.
 
Eğer…
 
Hayatımız “eğer”ler ile dolu, ama ne yazık ki bu kelimeyle başlayarak kurduğumuz cümlelerin cevaplarını bulmamız pek de mümkün değil. Ne kadar istesek de... Keşke birer medyum olsak, başımıza gelen bir şeyin aksi gelse nasıl olurdu hayatımız görsek... Bunu anlatan çok sevdiğim bir film vardır Gwyneth Paltrow’un Sliding Doors yani Rastlantının Böylesi. Filmi izleyenler olmuştur, izleyemeyenler de.. Bu nedenle yazıma başlamadan kısa bir özet geçeyim, izlemek isteyenler için.
 
Zamanlama, kader ve aşk üçgeni üzerine kurulu olan 'Sliding Doors', rastlantılar, zor verilen kararlar ve tekdüze yaşamların süregeldiği modern dünyada, sadece bir kaç saniyelik gecikmenin insan hayatını nasıl değiştirebileceğini anlatıyor. Filmde Londra’da yaşayan Helen’in hayatını anlatıyor. İlk yarısında eve dönerken koşarak yetiştiği metroya bindiği zaman başına gelenleri anlatıyor, ikincisinde ise kaçırdığı zaman... Son anda yakaladığınız bir tren sayesinde aldatıldığınızı fark edip, kendinizi bundan sıyırabilir, iyi bir işe, güzel bir yaşama, sadece rüyalarınızda gördüğünüz bir sevgiliye sahip olabilirsiniz. Öte yandan o treni kaçırıp, aldatılmaya devam edebilir, sevmediğiniz bir işte çalışıp yolunda gitmeyen ilişkinizle mutsuzluğa itilebilirsiniz.
 
Hepimizin hayatında yaşadığımız bir saniyelik anların büyük bir etkisi vardır. Bazen o an filmdeki gibi kusursuzmuş gibi görünen hayatınızı elinizden alır ya da her şey berbatmış gibi görünürken asansörde biriyle yaşadığınız bir an sonucunda akışı dipten zirveye taşır. İşin içinde bu kadar bilinmeyen varken, kötü olaylar iyileri tetikleyebilirken, anlık bir olay tüm güzel şeylerin sonu olabilirken kapanan kapılar yüzünden büyük bir fırsatı kaçırmış olmanıza üzülmekle sevinmek arasında bocalarsınız. Her birimizin her gün “eğer” ile kurulan cümlelerle bu bocalamayı yaşadığı gibi... Görünüşe göre Meriç Acemi de bu bölümde bizlere bunu anlatmak istedi.
 
Ben kaderci bir insanım. Daha önce de sizlere yazmıştım. Alınyazısına inanırım. Hayata gelirken bizler için yazılmış bir hikâye vardır. O başımıza gelen saniyelik olaylar ise kaderimizin çizildiği gibi devam etmesi için gerçekleşir. Mucizeyle kaderin anlatıldığı çok sevdiğim bir diğer film olan Winter’s Tale/Kış Masalı’nda bir söz vardır:
 
“Şarkılar bize der ki; her birimizin içinde bir mucize vardır. Ve bu mucize yalnızca bir tek kişi içindir ve onunla yakınlaştığımızda, evren uzanarak kaderimizin gerçekleşmesine yardım eder. Bize rehber ruhlar yollar…”
 
Ancak bazen kendimize olan güvensizliğimiz ya da çektiğimiz acılardan dolayı kadere inanmakta zorlanırız. Ve Defne gibi başlarız sorgulamaya:
 
“Eğer ben hiç karşına çıkmasaydım, seni ilk gördüğümdeki Ömer İplikçi olsaydın ve Fikret çıksaydı karşına, hatta geçmiş hikâyenizle, âşık olur muydun?”
 
Ömer gibi net biri öyle bir şey başına gelseydi EĞER nasıl bir tepki vereceğini bilmeden kendisine yakışır bir şekilde bu soruyu ‘evet’ diye cevaplar.
 
Peki, cidden dediği gibi olsaydı bizi paralel evrende neler beklerdi? İsterseniz gelin Rastlantının Böylesi filmdeki gibi bu olasılığa bir göz atalım:
 
Ömer, Defne’nin ilk hayatına girdiği gibi yapyalnız. Aşka ayıracak vakti yok. Her sabah aynı saatte kalkıyor, aynı kahvaltıyı ediyor, aynı yolda ofise gidiyor. Ofise girer girmez herkese emirler yağdırıyor. 24 saatle yetinmeyecek kadar yoğun bir programı var. Hayatında kimse olmadığından da işten başka önemli bir şeyle ilgilenmiyor. Sadece çalışıyor ve başarı üstüne başarı kazanıyor. İşte tam bu noktada dünyaca ünlü Gallo adında tasarımcının kendisi için “Kadın ruhundan anlamıyor” dediğini duyar, ardından da kadın Türkiye’ye teşrif eder. Ömer’in egosu tabi zedelenmiş durumda. Bu kadına söylediği lafları kolay kolay hazmedemez.
 
Ve gün gelir tanışırlar. Şirketleri kötü durumda olduğundan onunla çalışmak zorunda kalır. Birlikte hazırlanan koleksiyonlar... Bir gün ofiste, başka bir gün Gallo’nun evinde, ertesi gün de Ömer’in evinde. Gallo kapıdan içeri girer ve armayı görür. (Tabii nasıl görecekse sonuçta armanın görünür olmasını sağlayan kişi Defne’nin ta kendisi değil miydi?) Nasıl derinden etkilenir anlatamam. “Böyle bir kader olamaz, acaba bu bir işaret mi” der. Zaten çok etkilenmiştir mükemmel Sinyor İplikçi’den. Zaten aksi türlüsü beklenemezdi. Hemen anlatır hikâyesini. Ömer ise o kıza minnettardır. Yalnız olduğu bir zamanda yeniden hayatına girmiştir. Üstelik ona çok benzer biri olarak. Onun en büyük hayalini gerçekleştirmiştir: Şehirde bisiklete binmek. Hatta bununla da kalmaz aynı onun gibi başarılıdır. Huyları, suları... Tıpkısının aynısı! Birlikte muhteşem bir defile düzenlerler, herkes ayakta alkışlar. Zaman içerisinde başka başka teklifler gelir.

Mükemmel ikili başarıdan başarıya koşar. Bu süre içerisinde arkadaşlıkları, bir ilişkiye dönmeye başlar. Ama hani filmlerde gördüğümüz iş anlaşmaları gibi ilişkiler vardır ya. Aynı yüksek statüdeki iki insan birbirlerine benzer olduklarından arada aşk olmadan ilişki yaşarlar işte o tür bir ilişki. Ömer “bundan daha iyisini zaten bulamam, aşka ayıracak vaktim de yok” der, Gallo ise zaten âşık Ömer’in bu tavırlarından faydalanır. Evlenirler... O soğuk evde, iki soğuk yalnız ruh yaşarlar. Geçmişte armayı verip annesine gitmesini söyleyerek onunla ölmeden önce barışmasını sağlayan Gallo’nun Ömer’in hayatına başka bir faydası daha olmaz. Aynen Gallo’nun mucizevî bir şekilde iyileşmesini sağlayan Ömer gibi... Onlar zamanında birbirlerine yapacakları mucizeyi yapmışlardır.  Öyle yuvarlanıp giderler. Herkesin hayran kaldığı “mükemmel çift”. 



Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER