Dört yıl önce bu günlerdi. Annemle
babam ayrılmış, İstanbul'un güzel bir semtinde olan lüks
yaşantımı bırakıp oraya nazaran daha kötü olan bir semte
taşınmışız annemle. Lise ikiye gidiyorum. Sevmediğim bir okul,
sevmediğim bir semt. Arkadaş desen yok. Sadece kitap okuyarak ve
dizi izleyerek geçirdiğim bir ergenlik. Hatta 'geçiremediğim'
çünkü ergenlik dönemim boyunca olduğumdan on yaş büyük
davranmak zorundaymışım gibi hissettim. Olduğundan daha büyük,
durduğundan daha dik. Duygularını belli etme. Ağlama, gülme.
Duvarlarını ör, kimsenin seni üzmesine izin verme. Özgüven
desen sıfır çünkü hem kiloluyum hem de sivilcelerimle falan
başım dertte. Kendimi de sevmiyorum hiç. Amacım yok. En kötüsü
de amaçsızlık. Hayal kuramamak. Hayattan hiçbir isteğinizin
olmadığını düşünsenize... Bu yüzden dizilere, kitaplara ve
bilumum kurgu olan başka hayatlara veriyordum kendimi. Ekşisözlük
de o dönem girdi hayatıma. Gece yarısını geçmişti saat. ''Aras
Bulut İynemli'' diye bir başlık gördüm. ''Kim lan bu?'' oldum
haliyle. Girdim, okudum yorumları. Övüyorlar, bayağı övmüşler.
''Şu anda dizisinin Kanal D'de tekrarı var.'' diye bir cümle.
Tesadüfen açtım kanalı. İyi ki de açmışım. Hadi başlıyoruz..
İlk gördüğüm sahne Ali Kaptan'ın
mutfakta Mete'ye tokat atma anı ve Osman'ın hiçbir şey yapamadan
öylece bakması. Osman'ın gözleri. Osman'ın sessizce akan
gözyaşları. Osman'ın çenesinin titremesi. Ben de ağladım. Ben
de titredim. Nefret ettim, kaçmak istedim, televizyonu kapamak
bilmiyorum gitmek belki de? Nereye gideceksem.. Bakın, o dalga
geçtiğimiz film şeridi olayı gerçek. O yaşıma kadar unutmaya
çalıştığım ve nispeten unuttuğum babamla alakalı her şey
gözümün önüne geldi. O an anladım. Yüzleşmem gerek.
Kaçabileceğimiz hiçbir yer yok ki şu hayatta. Zaaflarımızı
neden saklıyoruz ki insanlardan? Neden onları kuşanıp ''hadi
saldırın, ben buyum işte!'' diyemiyoruz? Artık kaçışım yoktu
o an anladım.
Biri fotoğraf karesindeki sahte
mutluluğu hep bozar..
İkinci bölüm yayınlanacağı gün
tüm cesaretimle televizyon karşısındaydım ben de. Annem o bir
haftalık süre içinde bendeki bu değişime anlam veremiyordu.
Konuşuyordum. Gülüyordum. Mutlu olduğum anlar vardı, üzüldüğüm,
kızdığım anlar.. Sonuçta kısmen yaşadığım bitkisel
hayattan, tepki verebildiğim bir hayata geçmiştim. Ne yazık ki
ikinci bölümü benimle birlikte annem de izledi. Her zaman güçlü
olan, dimdik duran o kadına dizi ters tepti ve annemi uzun bir
aradan sonra ağlarken gördüm ben. O ağladı, ben de ağladım. O
günden sonra annem hiç izlemedi Öyle Bir Geçer Zaman Ki'yi. Asıl
güçlü bendim işte! O güçlü durandı, ben güçlü olandım.
Ağlasam da sızlansam da unuttuklarımı hatırlasam da izledim tüm
bölümleri. Hem de üç sezon boyunca bir kez kaçırmadım
yayınlandığı saati. Bunda tek etken benim o dizide kendimi bulmam
değil tabii ki..
İkinci bölümde biriyle tanıştım.
Bir karakter ile. Saçma salak bir platonik aşk işte. Hepiniz
yaşamışsınızdır ekrana çıktığında kelebekler mideye
konuyor, baktığında sanki sana bakıyor gibi oluyorsunuz falan.
Ama ben o zamana kadar öyle yoğun duygu hissetmemiştim bundan
eminim. (Kerem Bürsin'ciler sizi çok iyi anlıyorum) Şimdi
hatırladığımda ''abi ben ne rezillikler yaptım ya'' dedirten
cinsten şeyler yaptım. (Hepsini size anlatmayacağım tabii ki)
Pişman değilim, çünkü çok güzel şeyler yaşadım ve bana çok
şey kattı. Burada yazıyorsam, ranini'yi tanıyorsam, şuan sinema
ile ilgileniyorsam eğer; hepsi o adam sayesinde. Onun bundan haberi
yok tabii ama benim hayatımı ondan daha çok kimse etkilemedi
şimdiye kadar. Aşk mektubuna dönmesin şimdi. Velhasılıkelam
diziden bir oyuncuya kendimce aşık olmam, beni diziye daha çok
bağladı.
Bağladı da ne demekse? İkinci bölümü
izledim, beşinci bölümün çekimleri yapılırken setteydim.
(Bölüm stoklamışlar yoksa ben bir hafta içinde seti bulup
gittim) Okuldan kaçıp kaçıp sete gidiyordum. Aa bir de o güne
kadar yapmadığım şeyleri yapıyordum. Makyaj yapıp,
süsleniyordum! On beş yaşındaydım ama pek bir cahildim bu
konularda. Daha önce tek başıma toplu taşımaya binmemiş,
yolculuk etmemişim. Karşı yakaya falan geçmek ne demek imkansız
benim için! Sen kalk, Kadıköy'den karşıya Unkapanı'na git. O
mahalleler, daha önce karşılaşmadığım (bana göre) tuhaf
insanlar. Korka korka çıktım meşhur Fil Yokuşu'nu. Mahallede top
oynayan çocuklar vardı. Öyle Bir Geçer Zaman Ki ekibinin çekim
yaptığı evi sordum. Ordan bir delikanlı atladı, tekinsiz bir tip
damgasını da vurmuştum çocuğa. ''Ben götüreyim ablacım seni''
dedi, tuhaf bir ses tonuyla. Korka korka takıldım peşine. (Evden
çıkmadan önce yürek yemiştim) Ali Kaptan'ın evine geldik
stresli bir yolculuk sonucu. ''Bir şey lazım olursa buralardayım.''
dedi çocuk bana. Hay Allah'ım, ne lazım olabilir ki? Ben de posta
koyacağım ya güya o güne kadar kullandığım en erkekçe kelime
döküldü dudaklarımdan: ''Ee-eyvallah..''
Çekim içerideydi, ben usulca sokuldum
eve doğru. Şeyi bekliyorum işte, aşık olduğum oyuncuyu. Kimseye
soramadım, kimseyle konuşamadım. Ekibin tuhaf bakışları
arasında yolun karşısındaki bakkalın (dizide bakkal olarak
kullanılan mekan) önünde set bitene kadar -yaklaşık dört saat-
oturdum. Bir kere de bir şey yolunda gitsin dimi? Gelmedi tabii ki
benim aşkım. Neden gelmediğini de üçüncü bölümü izlediğimde
anladım, adamın sahneleri iki saatlik bir dizide sadece iki
bilemedin üç dakika sürüyor. O sahneler de tek bir mekanda
geçiyor. Okul önü belki de karakterinin evi. Ben o müthiş
aydınlanmayı yaşadıktan sonra tekrar kovalamaya başladım seti.
Unkapanı'na gidip hem gizemli aşkımın fotoğraflarını hem de
kendi cep numaramı esnafa bırakıyordum. (ne yapayım, aşkımın
adını söyleyince tanımıyorlardı) Cep telefonuma geri dönüş
oldu olmasına da sadece sapıklar döndü. En son facebookta dizinin
grubunda bir set çalışanını kafaladım, aşkımın da yarın
sete kesin geleceğini öğrendim. O gece bana uyku yoktu, uyuduğum
bir iki saat içinde de aşkımın öldüğünü ve sete gelemediğini
gördüm. Hıçkırıklarla uyandım uykudan. (Arkadaşlar
bilinçaltım eşsizdir, dalga geçmiyoruz piliiis)
24 Ekim 2010 - Kavuştuk cnms
Platonik kahraman da ortaya çıktığına
göre buraları çok detaylandırmayayım, aşkımıza nazar
değmesin. Şaka maka ben Mete ile tanıştıktan sonra yine aynı
kafayla Unkapanı'na gidip geliyordum. Seti öğrendiğim biri falan
yok, Mete ile de diyalogumuz yok.Tanıştığımıza dediğime
bakmayın; diyalogu zaten kuramam ki konuşamadım bile adamın
yanında. Tek kelime çıkmadı, sesim bir tarafıma kaçmıştı
anlayacağınız. Fotoğraf çekindiğimiz anı hatırlamıyorum
zaten şuan. Neyse ben sete gel zaman git zaman derken iki sene böyle
sürdü. Bir şekilde öğrendiğim her sete gittim. Yine
asosyalliğimi kırdığım söylenemez ama ekipten birkaç kişiyle
tanıştım. (hala dostluğumu sürdürdüğüm insanlar var) Mete
ile iletişim hala sıfır. Sadece çekimleri yapılırken onu
izliyorum öyle. Bir de her gittiğimde fotoğraf çekindim. Az önce
baktım tam yirmi üç tane yan yana 'hayran fotoğrafımız' var. (O zamanlar selfie yok, oyuncu elini hayranının omzuna yahut beline atar buna da hayran fotoğrafı denir.) Dejavu gibi değil mi? Adam da ne hissediyordur o anlarda kim bilir!
Bu böyle sürmedi tabii ki nihayet biraz samimiyet kurdum. Aynı
tiyatro oyununa (Cam) on altı kez gittim, artık beni 'hastanın
teki' diye kabullendi sanırım; geldiğimde şaşırmıyordu. Tabii
Öyle Bir Geçer Zaman Ki 'nin bana kattığı tek şey bu platonik
aşk değil. Sete gide gele artık bu işin içinde olmak istediğimi
anladım. Yani gözümde o kadar eşsiz bir iş yapıyorlardı ki..
Zeynep Hoca'nın (Zeynep Günay Tan) sette ilk oğlu Ömer'i
büyütüşüne, bir yandan yönetmenlik yapmasına şahit oldum.
Monitörün başında Ömer'e yemek yediriyor, bir yandan da
oyunculara direktif veriyordu. Onunla da bir kere bile konuşmuşluğum
yok. Sadece defalarca yüzüme baktığını hatırlarım ''bu kız
burada ne yapıyor?'' diye. Ama yokmuşum gibi davranmayı o kadar
iyi öğrenmiştim ki hiçbir şey demedi bana. O günden beridir
kendime rol-model alırım onu..
Şüphesiz ki en etkileyici
final sahnesi budur
Veda..
Son sezon. Ben biraz daha toparladım
kendimi. Tüm takıntılı huylarımdan vazgeçmiş, on sekiz yaşını
da doldurmuş normal bir gençtim. Bu sefer stresim üniversiteye
hazırlanmaktı. Hem dizinin birinci sezonunda Berrin-Ahmet
çekimlerine giderken kapısından girdiğim ilk üniversite olduğu
için, hem de Öyle Bir Geçer Zaman Ki bana siyasi bir kimlik
aşıladığı için İstanbul Üniversitesi'ni kazanmayı çok
istiyordum. Bölüm sinema&televizyon tabii ki. (radyo kısmını
atıyorum hep) Oldu da. Hatta otuz puanım daha fazlaydı, daha iyi
bir üniversite yazabilirdim ama yazmadım. Şimdi buradayım.
Hayatımda her şeyi yoluna soktum. Amaçlarım ve hayallerim var.
İyiyim. Siz de benim hakkımda gerekli, gereksiz çok şey
öğrendiniz az önce. Benim kurgudan, kendi gerçekliğime açıldığım
ilk dünyamdı Öyle Bir Geçer Zaman Ki. Her sonun, yeni bir
başlangıç olduğunu öğreten diziydi. Mezun olduğum Hayat
Okulu'nun adıydı. Çok konuştum, farkındayım.
Demem o ki; diziler bizi anlatır,
geriye kalan ise sadece hatıralardır..
Aa bu arada; Mete Abi ile aram iyi, her
yaptığı işe destek olup yanında olmaya çalışırım. Bu
yaptığım saçmalıkları ise hala bilmiyor. Ulan umarım okumaz
ya, sosyal medyayla arası kötü zaten. Okumaz okumaz..