Kiralık Aşk: Dipsiz bir kuyudan Defne’nin harikalar diyarına...

KİM BU DEFNE TOPAL?
Kapıyı kapadığında içeride kardeşleri ve anneannesiyle huzuru ve mutluluğu yakalayabilmiş biri. Tüm masumluğuna rağmen bir yandan da ailesinin reisi olmuş. Bir sürü yeteneği olmasına rağmen hiçbir zaman bunları kullanabileceği bir fırsatı olmamış. Defne'nin hayatında tek bir amacı vardı: Küçücük hayatında huzurun hiçbir zaman sona ermemesi. Bunun için canla başla çalışmış. Onu hiç mutlu etmeyen ya da beslemeyen garsonluğu yaparak, her öğlen gelen Sinan'da olduğu gibi hizmet ettiği kişilerin hayatları hakkında tahminlerde bulunarak geçirmiş günlerini... Masum, saf, enerji dolu, cesur, kendi çevresi dışındaki hayatlardan bihaber, ilişkilere dair bildiği tek şey babasıyla annesininkinin kısa sürmüş olmasıydı.

Aşk ise birçok yaşıtı kızın aksine onun sözlüğünde pek yer almıyordu. Belki de o, hayatta kalma savaşı içerisindeyken başkalarının hayatını kıskanmak ve mutlu sona inanmamak için hiçbir zaman birçok küçük kız gibi peri masallarını izlememişti. Prensesin başına ne gelirse, ne yaparsa yapsın en sonunda beyaz atlı prensin gelip onu kurtardığı ya da kurbağanın prense dönüştüğü hikayeleri... Çünkü onun tek bildiği son terk edilmişlik ve savaşmaktı. Üstelik tüm bunlara rağmen aslında hayata bağlı, neşeli, espri yapmaktan, gülmekten, insanların bir şekilde dokunup onları mutlu etmek konusunda oldukça başarılı. Tabi bu görünümünün arkasında her daim kanamaya hazır bir yara olduğunu da unutmamak gerekir. Ta ki kader onun hayatındaki tek bir günde değiştirmesine kadar.
 
Tüm diğer günler gibi başlayan bir gündü onun hayatındaki dönüm noktası. İşe gelmiş, her zamanki gibi müşterilerinin siparişlerini alıyordu. Ancak o gün masalardan birinde, tüm peri masallarında olduğu gibi onunla tesadüfen rastlaşmayı bekleyen prensi vardı. Genellikle masallarda da her zaman prens ile prenses tesadüfen karşılaşmazlar mıydı? Onların ki modern bir peri masalıydı. Hayatında hiç daha önce tanımadığı, belki sadece filmlerde rastlayabileceği kadar etkileyici ve farklı biri; bir anda elinden çekip onu götürüp öperek onun hayatında yepyeni bir kapının açılmasını sağlamıştı. Ağabeyinim tefecilere borçlu olması ise yine öğlenki olay gibi onu bilmediği bu yolun içerisine girmesine neden olmuştu. Annesi gittiğinden beri hep tek bir düzende yaşamış Defne, bir günde birbirini takip eden iki olayla konfor sınırlarının dışına çıkmıştı. Ağabeyini koruma içgüdüsü onu daha önce izlemediği masallardan birinin kahramanı yapmıştı. Ve onun Külkedisi masalı başlamıştı.
 
Külkedisi'nin baloya gitmeye hazırlanması gibi o da yeni hayatına Passionis'e hazırlandı. Korkuyordu ama cesurdu. Bunu hazırlık sürecinde her an hissettirmişti. Belki kötü bir oyuna giriyordu ama bu ona hayatında bir daha giremeyeceği bir dünyaya sokmuştu. Dans etmekten yürümeye, bilgisayar kullanmaktan kapsüllerle kahve yapmaya bir sonraki hayatında çok faydası olacak şeyler öğrenme fırsatını bulmuştu. Koruma içgüdüsünün verdiği cesaretle Ömer'in evinin kapısından içeri girdi. Karşısında yarı çıplak bir prensi görmesiyle ise artık eski hayatına dönmesi imkansızdı. Bir kere tadını aldın mı, eskiye dönse bile hiçbir şey aynı olmayacaktı. O da bunu farkındaydı ama daha idrak etmemişti. İlk 2-3 bölümü izlediğinizde sizin de dikkatinizi çekmiştir karşımızdaki Defne öğrenmeye meraklı, her daim güler yüzlü, arkadaş canlısı ve yardımsever. Tabi biraz korkak. Karşısındaki alışageldiğimiz sevimli prenslerden değil, daha soğukkanlı. Korkutucu. Belki de onun masalı Külkedisi değil, Güzel ve Çirkin'di. Tüm sıcaklığıyla Çirkin'in içerisinde gizli kalmış iyiliği, sıcaklığı ortaya çıkarmak da onun amacı.
 
GAYYA KUYUSUNA KARŞI ALİCE’İN DİYARI
Kaç kişi karşısında ona her daim gülümseyen, içi dışı bir, duygularını sansürsüz hemen belli eden, sakarlıklar yapan, hevesli ama bir o kadar acemi ve güzel kıza karşı kalkanları uzun süre koruyabilir ki? Ömer de her sağlıklı erkek gibi kalkanlarını yavaş yavaş indirdi. Ve oyun gerçeğe dönüşmeye başladı. Tek bir sorun vardı o da Defne’nin aşkın daha doğrusu sevginin gücünü bilmemesiydi. E haklı değil miydi? Hayatta onu koşulsuz sevecek iki insan bile tüm bu sevgilerine rağmen onu bırakıp giderken Ömer’in ona söylediği yalanları öğrenmesinden sonra kalabileceğine nasıl inanırdı? İşte o yüzden “Ne oldu sana Defo? Sen böyle bir kız değildin. Cesurdun, cevvaldin, atarlıydın. Şimdi böyle aynı yerde aynı toprağı eşeleyip duruyorsun. Bir çıkamadın kısır döngüden kurtulamıyorsun.” diyen İso’ya “Kaybetmeyi göze alamıyorum. Öyle güzel bakıyor ki bir daha bana hiç öyle bakmayacak diye delirecek gibi oluyorum. Bazen gece rüyamda görüyorum. Her şeyi söylüyorum, anlatıyorum. Güya rahatlamışım. Ama Ömer bana o kadar kötü bakıyor ki... Sanki Gayya kuyularına düşüyorum ben” sözleriyle isyanı...
 
Ah Defo ya, keşke aşkın gücünü görebilseydin, inanabilseydin. İşte o zaman anlardın Ömer’in aşkının ne kadar büyük olduğunu ve onu hiçbir zaman kaybetmeyeceğini. Ama işte zamanında yaşadıkları deneyimler onun bunu görmesine engel oluyordu ve Defne, Neriman’ın teklifini kabul ettiği ilk andan beri o Gayya kuyusunun en dibine düşmeye devam ediyordu. Ben onun düştüğü bu kuyuyu meraklı Alice’in beyaz tavşanın peşinden düştüğü deliğe benzetiyorum. Belki de izlediğimiz aslında ne Külkedisi ne de Güzel Çirkin masalıydı. Bizler Defne’nin Harikalar Diyarı’nı izliyorduk.
 
Küçükken dinlediğimiz Disney masallarının belli aralıklarla tekrar tekrar okunması söylenir. Bundan dolayı Hollywood hiç bıkmadan bu masalların farklı versiyonlarıyla karşımıza çıkar. Her ne kadar hepsi bir hayal sunsa da, aslında içlerinde çok büyük hayat dersleri bulundurur. Benim için de Alice Harikalar Diyarı bu tip bir masaldır. Aynen Kiralık Aşk’ın sembolleri gibi felsefi yanı kuvvetli.
 
Alice’in merakla tavşan deliğinden bakması ve ardından hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o düşüş, insanın kendini birdenbire zırhsız ve zeminsiz, çırılçıplak bulmasıydı. Hiç bilmediği bir diyarda bir yolculuğa çıkmıştı kendisi. Bu macerada pes edebileceği çok anlar olmuştu. Karşısına sürekli yeni zorluklar çıkmıştı: Bir anda büyüyerek girdiği evde sıkışıp kalması, çok küçülmesi, kapkaranlık bir ormanda şaşırıp kafasının karışması. Ancak o kendisine “Kahvaltı öncesi her zaman altı farklı imkansız şey düşünürüm.” öğüdünü veren kraliçenin sözlerini hatırlayarak yolunda devam etmişti. Sonuçta imkansız umutlar ve hayaller olmadan hayat nasıl olur ki? Bu nedenle de o beyaz tavşanı bulmaya çalışmaktan bir an bile vazgeçmedi. “Bittim buradan artık çıkış yok” dediği anlarda bile bu hayaller onu olduğu yeren çıkardı. Tabii ki kendisine olan güvenini de unutmamak lazım.

İşte Defne en çok bundan yoksundu. Onun kendisine faydalı nasihatler verecek bir kraliçesi yoktu, Defne’nin hikayesinde “Ömer kim, sen kim. O benim yarattığım Defne’ye aşık oldu” “Kendine pek konduramıyorsun ama zengin avcısı konuma düştün.” “Böylesine büyük bir yalanın gölgesinde gönül rahatlığıyla aşkını yaşayabilir misin?” cümleleriyle onu hiç durmadan bu kuyunun dibine çeken Cruella Devil, Leydi Tremaine, Kraliçe Grimhilde gibi kötüler vardı. Her şeyden öte Defne’nin asıl düşmanı kendisiydi. Tüm bu insanların dediklerinin haklı olduğunu içten içe biliyordu. Yalan söylemeyi beceremeyen Defne bir anda kendini tek ayak üstünde onlarca yalan söyleyebilen bir insan olarak bulmuştu. Hikayenin en masum insanıyken kendini hiç yakıştıramadığı bir pozisyona sokmuştu. Masalımızın temelini oluşturan Jane Austen'ın Aşk ve Gurur kitabındaki "Acıların en büyüğü kendini suçlu görme duygusudur." cümlesi bu noktada çok da doğru değil mi? 



Yazı devam ediyor..
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER