Tam 10 yıl önce bugün televizyon tarihinin en fenomen işi
başladı. Bu yazıda size uzun uzun Lost’u anlatmayacağım. Bu yazıda size uzun
uzun bendeki Lost’u anlatacağım. Aslında kimsenin tam teferruatıyla bilmediği
kişisel tarihime ineceğiz Lost'la birlikte. Tabi ne kadar ilginizi çekerse...
Yıl 2004, yaş 20, üniversiteye yeni başlamışım. Arkadaş
çevremden, MSN’deki muhabbetlerden falan arada duyuyorum “Lost’u izledin mi?”, “Abi
Lost diye bir dizi var, müthiş!” Hiçbirine kulak asmıyorum. O zamanlar tam bir
milliyetçiyim. Bunlar hep Amerikan oyunu. Beynimizi meşgul ediyorlar. Tabii boş
zamanlarımda atom parçalamıyorum ama olsun. Bir milliyetçi olarak elin Amerikalısının beynimi meşgul etmesine müsade edemem!
İlk yıl geçiyor, ikinci yılın ortalarında bir kızla
tanışıyorum. İnternetten... Sabahlara kadar sohbet ediyoruz. Sevgilisi var ama
arada deli de bir çekim hissediyorum. Sanal alemde bu tür işlere girmiş olanlar (ki çoğunuz girmişsinizdir) bilir o çekimin gizemini ve güzelliğini. Altı ay
sabahlara kadar konuşuyoruz ve en sonunda sevgilisinden ayrılıyor. Benim için
değil tabi. Bugünkü tahminlerime göre sevgilisi ondan ayrılıyor. Birlikte olmayı deniyoruz ama biz de tutturamıyoruz. Yine de seviyorum merkez!
Tam kadro...
Ayrılıyoruz ama unutamıyorum iki yıl. Tabii arayıp
sormuyorum. Çok kızgınım ona. Bu süre zarfında ilişkilerim de oluyor ama
yastığa kafayı koyduğumda aklıma o geliyor. Bu arada Lost dördüncü sezonuna
girmiş. Ben hala diziye dönüp bakmıyorum bile. Ama artık aynı adam değilim. Aşk
özlemiyle az da olsa pişmiş, dünya görüşünü tamamen değiştirmiş biriyim.
Milliyetçilik falan kalmamış. Artık özgürlüklerden yanayım. İşçiler birleşsin istiyorum.
Yaz sonlarında sıcak bir gece şuanda bu satırları yazdığım
odadayım yine. Şimdiki gibi notebook karnımda uzanamıyorum. Masaüstünün önünde
MSN’de takılıyorum. MSN sosyal medya sınıfına girer mi bilmem ama internetten
iletişimin daha az yayılmacı ama samimiyetin daha yüksek olduğu dönemler. Bir
arkadaşıma “çok sıkıldım” diyorum. “Lost izlesene lan” diyor. O ana kadar
binlerce kez duyduğum Lost önerisi gözümde ilk defa ete, kemiğe bürünüyor.
Fazla değil ya taş çatlasa 101 gün.
Hemen buluyorum malum siteyi. Hoş, kapandı artık adını
verebiliriz. Diziport’a giriyorum. İlk bölüm 2 saate yakın sürüyor ve bir an
bile gözümü ayırmıyorum. Sonraki 15 günde dört sezonu birden gömüyorum. Artık
rüyalarımda dahi adadayım. Aynı zamanda büyük bir aydınlanma yaşıyorum.
İnternetteki hatun tavlama ortamlarında bir zamanlar Neo, Legolas, Aragorn olan
erkek nickleri neden Sawyer’e evrildiğini çözüyorum. Bu, kanımca
televizyonun Hollywood’u salladığı ilk andır. Nihayet son bölümde ada
kaybolunca hayatımın sayılı şoklarından birini yaşıyorum. “Yuh! Ada nasıl
kaybolur!”
Çok beklememe gerek kalmıyor. Eylül ayındayız ve Lost beşinci sezonuyla
geri dönüyor. O andan sonra kendime göre artık entel biri oluyorum. Lost
izliyoruz boru değil. Hemen aynı dönemde ilk olarak gene bir kaç yıldır kulağıma
çalınan Prison Break’i de izliyorum ve ardından birbiri ardına değişik dizilere
dalıyorum. Mesela Friends’i olabilecek en kötü çözünürlükte bitiriyorum. Divx
film izlemenin lüks olduğu zamanlar bunlar. Hepsi güzel ama o an için bir Lost
değiller. Kate’e millet bayılırken çok gıcık oluyorum mesela. Bir yandan Sawyer’e
ağzının suyu akarken Jack’i arka cepte tutmasına sinir oluyorum. What a Bitch!
Kader seni çağırıyooo...
Arkadaşlarımın mezuniyet zamanı geliyor ama benim bitirmeme
kafadan daha iki yıl var. Hoş, okula falan da uğramıyorum zaten. Günlerim football
manager oynayıp o dönemde keşfettiğim bir kaç diziyi daha izlemekle geçiyor.
Lost ise beşinci sezonuyla adeta aklımızı alıyor. O kadar çok şey işin içine
giriyor ki en çok merak ettiğim kutup ayıları artık aklıma bile gelmiyor. Her
hafta bitince MSN’de kritikler yapıyoruz milletle. Bir sonraki hafta hepimiz
yanılıyoruz.
Soğuk bir kış gecesinde bir mail düşüyor hesabıma. MSN hemen uyarıyor. Bana kim mail atacak ki? Reklamdır diyorum ama yine de girip bakıyorum ve o ismi görüyorum. İki yıldır hem çok kızdığım hem çok özlediğim isim.
Ayrılırken ona yazdığım ‘aşk e-maili” gibi bir şeyi geri yolluyor bana bir
notla beraber, “gerçekten beni bu kadar seviyor muydun?” Seviyordum tabi lan!
Hala seviyorum!
Diyemiyorum tabi... Cool olmak gerekiyor o zamanların söylemiyle ama lunaparka yeni
girmiş bir çocuk gibi mutluyum. Utanmasam sıçraya sıçraya çıplak koşacağım
mutluluktan. Yine de “bu sefer olmaz oğlum” diyorum kendime, “cool ol! hemen
erime kızın karşısında...”
Ne mümkün! Daha ikinci günden pelte oluyorum. Fakat kızın
yine sevgilisi var. Hem bu sefer okulunu devam ettirmek için yurtdışına gitmiş.
Tabi ki öfkeliyim. Sevgilin var niye bana mail atıyorsun?! Fakat maçam
yemiyor tekrar kopmaya... O da Lost delisi. Diziyle ilgili beraber konuşuyoruz.
Fakat muhabbet dönüp dolaşıp bir yerden sonra sevgilisine geliyor. Kavgalar
ediyoruz sık sık. Onu anlayabiliyorum. Ben de beni sevdiğini söyleyen bir karşı
cinsi yakınlarımda isteyebilirim ama kendimi hala anlayamıyorum. Bir bağlantı
olmamasına rağmen bir türlü kopamıyorum.
Kariyer gibi kariyer.
Yine beni kızdırdığı ve tartıştığımız bir akşam o daha dizinin son bölümünü izlememişken uzun bir iletiyle tüm bölümü spoiler olarak
gömüyorum. Tabii ki deliriyor ama mutluyum. Kıza karşı kazandığım ilk ve tek
zafer bu! İstediği kadar kızsın. Bu galibiyeti Lost’a borçluyum. Yağlarım
eriyor sayesinde.
Lost artık beşinci sezon finaline doğru gelirken yine bir
kavga sonrası birbirimizi MSN’den siliyoruz. O zamanlar bunu yapmak büyük giderdi. Ayrılığın
sızısı bende taze ama final sahnesinde Juliet “come on son of a bitch!!!”
nidasıyla hidrojen bombasına son kez vurup ekran bembeyaz olduğunda ve ardından
ilk defa beyaz fontun üstüne siyah bir yazıyla L O S T yazdığında allak
bullak oluyorum. Bütün bir yazı forum’dan foruma, sözlükten sözlüğe “bomba
patladı mı, patlamadı mı?” diye tartışarak geçiriyorum. Ben patlamadı diyorum
ve tabi ki yanılıyorum. Yine de memnunum. Çünkü Lost, aşk acısına birebir
geliyor.
Artık mezuniyete doğru dizi de finale yaklaşıyor. Tıpa, canımı öyle yakıyor ki kendimi aldatılmış hissediyorum. Bu
arada o kız bir kez daha gelip, gidiyor ama her seferinde içimdeki aşk biraz
daha azalıyor.
İşte o meşhuuur...
En sonunda bir gün yastığa kafamı koyduğumda artık aklıma
gelmediğini farkediyorum. Aşk acısı geçmiş. Tıpa’nın acısını ise Lost’u her hatırladığımda
hala taptaze hissedebiliyorum. Mesela bu yazı boyunca da o acıyı hissettim.
Bugün geri dönüp baktığımda o gece can sıkıntısından attığım
adımın bugün hayatımı nasıl da şekillendirdiğini görüyorum. Yazarın da dediği
gibi “çok büyük olayların çok küçük başlangıçları vardır.” Lost’un ardından
bugün hala deli gibi izliyorum. Yabancı dizilerle ilgili pek çok yazı yazdım ve
bu sayede müthiş insanlarla tanıştım. O adımı atmasaydım bugün olduğum adam
olamayacağımı net olarak görüyorum. Zira bu yolculukta çok farklı kişilerden çokça etkilendim.
Açıkçası daha sonra Lost’dan çok daha iyi yapımlar izledim
ama o heyecanı hiç birinde yakalayamadım. Keza Lost izlerken bir kıza karşı
hissettiğim aşkı da bir daha hiçbir kızda hissedemedim. Lost, beni ben yapan
şeylerin başlangıcı, bir daha yaşamak istemeyeceğim pek çok anın hatırlatıcısı ve
bugüne kadar aşkın içinde kazandığım tek zaferin sebebi...
Unutmak mümkün değil. İyi ki doğdun LOST.