Bir ilk filmden fazlası: James White

Bir ilk filmden fazlası: James White
!f 2016’nın Galalar bölümünün dünkü konuğu James White idi. Festivalin ağır toplarından ve en merakla beklenen filmlerinden biri olan James White, Paranoya ve Afterschool gibi indie projelerin yaratıcısı ve ilk denemelerini kısa filmle yapan yönetmen Josh Mond’un ilk uzun metraj çalışması.

Kamerasını kendi şehri New York’un göbeğine yerleştiren Mond bir anne-oğulun hayatlarının en zor dönemini oldukça cesur ve çıplak bir dille anlatmış. Sundance başta olmak üzere birçok festivalde gösterilen ve övgü alan film başarılı bir ilk film denemesi olarak değerlendirilebilir.


Haneke'nin aşıkları misali

James White (Christopher Abbott) hayatının son birkaç yılını annesinin salonundaki kanepede geçirmiş, ipsiz sapsız bir gençtir. Görünürde bir işi yoktur. Filmin açılış sahnesinde onu bir barda eğlenip sabaha kadar içerken görürüz. Sarhoş bindiği taksiden huzursuzca iner. Annesinin evine girdiğindeyse babasını yakın zaman önce kaybettiğini ve yapılan anma törenine geç kaldığını anlarız. Böyle bir durumdayken sabahlara kadar içmesini hayırsız evlatlık gibi algılarız haklı olarak.

Ancak film ilerledikçe durumun hiç böyle olmadığı ortaya çıkar. Anne ve babası boşanınca annesi tarafından büyütülen James düzgün yetişmiş bir genç adamdır aslında. Annesi Gail White (Cynthia Nixon) emekli bir öğretmen, entelektüel bir insan ve sevgi dolu bir annedir. Kansere yakalanmış ve hastalığı süresince yanında yaşayan oğlunun ilgisi ve bakımı sayesinde hayata tekrar tutunmuştur. İkilinin arasındaki tek sorun James’in onları terk eden ve başkasıyla evlendiğini bile ölümünden ancak kısa süre önce öğrendikleri babası hakkındaki duygularını içinde tutmak istemesidir.

Ölen babasına kızgın olan James bütün ısrarlarına rağmen konuşmak istemeyince annesi de ona duygularını yazıya dökmesini önerir. Filmde dinlediğimiz konuşmalardan James’in yazarlık konusunda denemelerinin olduğunu ve ileride böyle bir işte çalışmak istediğini öğreniriz. Aslında karşımızda tipik bir New Yorklu aile vardır her açıdan, ancak Gail’in hastalığın geri gelmesi ve kanserinin artık ölümcül durumda olması hayatlarının seyrini değiştirecektir.


Hayırlı evlat olmanın ağırlığı...

Yönetmen Josh Mond James White’ı öyle çıplak bir gerçeklikle anlatmış ki filmi kanser hastalarıyla ilgili bir belgeselin canlandırma bölümü gibi izlemek mümkün. Hatta kimi zaman kaba bir gerçeklikten de söz edebiliriz. Omuz kamerasını sürekli başkarakteri James’in peşine koşan Mond Christopher Abbott’ın yorgun yüzünden, kan çanağına dönmüş, sinirlenince şişen boyun damarlarından ayrılmamıza hiç izin vermiyor. Böylelikle James White’ın yaşadığı zor sürecin bir parçası haline geliyoruz.

Fedakâr bir evlat olmakla genç ve sağlıklı bir genç adam olmanın arasına sıkışan James’in yaşadığı tüm ruhi buhranlar perdeden direkt seyirciye geçiyor. Annesini yatağına yatırıp, ışıkları kapatıp bara gidiyor James, içiyor, kadınlarla sevişiyor, kavgalara karışıyor. Ertesi sabah ilaç saatine yetişememek de cabası. Otel odasındaki kavga sahnesinde doruk noktasına ulaşan gerilim film için de bir dönüm noktası. Filmin bu noktasına kadar Frances Ha filminin hüzünlü ve sinir bozucu bir versiyonunu izler gibiyiz. Sonrası ise Haneke’nin Aşk filmine benziyor. James White’ın âşıkları ise yaşlı bir karı-koca değil, ölümle pençeleşen bir anne-oğul.

Girls dizisinden tanıdığımız Christopher Abbott ve tecrübeli oyuncu anne ve oğulda son derece başarılı oyunculuklar sergilemişler. Özellikle kameranın aldığı her nefesi kaydettiği Abbott, James White rolünde büyük bir yükü gayet iyi sırtlamış. Karşımızda bir başyapıt yok elbette. Filmin karamsar havası, yönetmenin teknik tercihleri seyirciyi yorabilir. Karakterle özdeşleşebilen seyirci için fazla gerçek ve üzücü de olabilir. Haneke inceliğine sahip olmasa da başarılı bir ilk film denemesi her şeye rağmen. Josh Mond’un gelecekteki işleri için meraklanmamıza yetecektir. 

İyi seyirler.


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER