Ellerimiz ne kadar
da kıymetli organlarımız değil mi? Kimi zaman bir fidan dikerek hayat verir, kimi
zaman bir bebeği kucaklayıp severek hayatın anlamını hissettirir. En temel
ihtiyaçlarımızı gördüğü gibi dilimiz dönmediğinde derdimizi söylememize de
yardımcı olur. Örneğin; alkışladığımızda beğenimizi anlatıp, salladığımızda
sözcüklere dökemediğimiz vedalarımızı sunarlar. Özetle, yokluğu veya fonksiyon
kaybı, ne yaptığını, gerçekten işleyip işlemediğini bilemediğimiz pek çok iç
organın eksikliğinden çok daha çabuk göze çarpar ve can yakar. Ama ne tuhaftır
ki bu kadar işlevsel ve yakınımızda olan, her işimize koşan bir organın ikincil
anlamını da TDK, “yakınların dışında kalan kimse, yabancı” diye
açıklamıştır. Türkçenin ironisi
işte... Bu bölümde izlediğimiz de, el kelimesinin
bu iki "ayrı" anlamının birden can bulmuş haliydi resmen.
Ömer’e eli kadar
yakın ve Ömer’in eli kadar muhtaç olduğu bir Defne vardı misal. Geçen hafta
Ömer’in çizim yapamamasını içinden gelmemesine bağlamıştım ama meğerse elinden
gelmiyormuş. “Ben elimden geleni yaptım.” diyordu bir de. Elinden gelen bu
kadardı demek ki; kalbinden o ılık ılık ve de oluk oluk gelenlerin akışı
kesilince elinden yansıyanların netliği de bozuluyordu. Fizyolojik bir şey
zannedip telaşlandım başta ama psikolojik olduğunu öğrenince buruk bir zevk de
almadım değil. Defne’nin zannettiği gibi, hiçbir şeyin işlemediği bir iradeye
sahip değildi elbette Ömer. Biz bunu huzursuz uykularından, siyahlara boyadığı
duvarlarından anlamıştık zaten. Ama hep sımsıkı kapalı tuttuğu kapılarının
arkasında yaşamıştı tüm acılarını, hayal kırıklıklarını. Şimdi ise tüm
yaşananların, o kapının altından sızan ışık gibi, dışarı yansıyan fiziksel
etkisini somut olarak görmek hoşuma gitti. Belki Ömer de bu sayede bir adım
daha anlamıştır aşkın, Defne’nin ve ayrılığın ondaki etkisini, Defnesizliğin gün
geçtikçe daha da ağır geleceğini.
"Defociğim" de
görse benimle aynı şeyleri hissederdi eminim. Biricik sevdiğine kıyamazdı
elbette, annelerin çocuklarına dediği gibi; onun eline kıymık batsa (cam girdi
eline, cam!) Defne’nin canı acır zaten. Ama Ömer’in de normal insanlar gibi aşk
acısı yaşadığının, bu durumun hayatını sekteye uğrattığının somut kanıtlarını
görse içindeki yangına birkaç damla su serpilmiş olurdu. Bunun için onu asla
suçlamazdım. Hangimiz severek ayrıldığımız insanın bizden sonra hayatına hiçbir
şey olmamış gibi devam ettiğini görmek isteriz ki? Elbette ardından ah etmemek gerekir,
ki gerçekten sevenin kalbinden kötülük geçmeyeceği için ahından da zarar
gelmez, ama insanoğlunun bencil tarafı da sevdiğinin, yaşananların ve
yaşanamayanların acısını çekmesini istiyor işte. Zira “Herkesin acısı sevgisi kadar” demiş Müslüm Baba, ondan iyi bilecek
değiliz ya!
Biz, Defne’nin
içine serpilecek birkaç damla su umut ederken aksine benzin etkisi yaratan İz
ile karşılaşınca ortalık iyice alev aldı(beklenen manada değil elbette) ve
gitti Ömer’e püskürdü. “Konuşmamız lazım.” deyip de 24 bölümdür susan Defne
içine ne varsa döktü, o döktükçe ben rahatladım. Yükselen sesinin aksine son
derece de naif bir isyandı halbuki söyledikleri. Aylardır kırılan kalbinin
çıtırtılarını Ömer’e duyurduğuna inanıyorum. Ben, geçen hafta büyüyen Defne’nin
“daha kırgın ama daha olgun, daha sakin ve daha güçlü” olmasını dilemiştim ama
görüyorum ki ona bu arıza haller sahiden çok yakışıyor. "
Değişmedim
hala öyle biraz çocuk kaldım”* demenin Defne versiyonuydu bu ofis basması.
Zaten hala biraz çocuk kalmasa, Firdevs Yöreoğlu tarzında kadınca bir hırsla
giydiği elbisenin giyiliş amacını, masum bir kız çocuğu edasında tak diye
Ömer’e açık eder miydi? Defne kadar Ömer de dürüst elbette, en mutsuz en
umutsuz olduğu anda bile dürüst; “Karıştı!”
İçinden SaldırayAbi çıktı
“Sev”… Defne’nin
Ömer’in odasında düşürdüğü bilekliğinin üzerindeki talep, biraz da umut soslu
temenni. Diğer bilekliklerdeki ricalar gerçekleşmişti nasıl olsa; Ömer yeri
geldi gülümsedi, yeri geldi hayaller kurdu. Defne’den geriye başka hangi
bileklik kalabilirdi ki zaten? Kadınlar anlamak için değil sevilmek içinse
madem sen de Defne’yi önünü arkasını düşünmeden sev be Ömer! Hakkını yemeyeyim,
sevdin tabi ama bileklikteki gibi tek ve yalın sevemedin. Oysa İso’nun dediği
gibi; insan, güvenmediği birini de sevebilir. Çünkü güveni, kalbin zırhı olan
akıl talep eder; onu korumak için, sevgi ise yüreğin uzmanlık alanıdır aklı
karıştırmaz işine. Aklın refakatinde sevmek demek bir elinin devamlı el
freninde olması demektir ki bu da insana kaza yaptırır. Ömer de en başından
beri temkinli sevmeye çalıştı maalesef. Yoksa sevmek hususunda bir eksiği yoktu
ikisinin de, hatta fazlası vardı, fazla aşık olmuşlardı.
Defne’nin iddialı
oluşunu sevdim. Devamlı kendinin farkında olmayışından dem vurulan Defne,
Ömer’in mevzuyu bilerek kaşımasının da etkisiyle deyim yerindeyse gaza geldi
resmen. Ömer bu konuda Defne’ye yardım etmek için “elinden geleni” yaptı
kesinlikle. Önce ustaca gazı verdi, onu bir güzel hırslandırdı. Sonrasında ise
eski ve en özel öğrencisinin, kendisinin de önceden kat etmiş olduğu bu taşlı
yoldan geçebilmesi için elinden tuttu. Takılıp tökezleme riskini olabildiğince
azaltmak için… Defne düşüp dizlerini kanatsa Ömer’in de canından can gitmez mi
sanıyorsunuz? Rakip olduklarını bir an bile düşünmeden; Defne, çizimlerine dair
korkularını paylaştı, Ömer ona akıl verdi. Bölümün başında tasarımcı Defne’yi
karşısında gören Ömer, bıyık altından gülerken bile biliyordum zaten Defne’nin
bu yeni duruşundan keyif alacağını, hatta onunla gurur duyacağını. Ömer gibi
zarif bir adam sevdiği kadının gösterdiği gelişimi, yılmadan mücadele edişini
her ahval ve şerait altında takdir ederdi zaten. Yoksa “Sen kiiim bana rakip
olmak kim?” diyecek basitlikte bir adam asla olmadı Ömer.
Yalnız herkes
Ömer’i Christian Grey’e benzetirken onun içinde küçük bir Saldıray Abi
yatıyormuş da haberimiz yokmuş. “Sivri topuk kadını şahane gösteriyor.
Üzerindeki her şeyi çıkarsanız da stilettosuyla kalabilir ve şahane görünmeye
devam eder.”miş!! Adam, bu sözü ve arada Defne’ye attığı bakış ile resmen
“Çıkar şu üstündekileri ne dediğin anlaşılmıyor.” demiş kadar oldu! “Aklından
beni yemek mi geçiyor?” diyerek kişinin işi kendinden bildiğini de bir kez daha
kanıtladı bize. Her ne kadar bu sahneler, “Güvenmiyorum!” diye ayrılan bir
çiftin duygu devamlılığını barındırmasa da, iki haftalık dram arasından sonra geri
döndüğümüz romantik komedi havası tatlı bir esinti gibi ferahlattı beni. Zaten rakip
olsalar çok eğleneceklerinin sinyalini Ömer ta 21.bölümde vermişti.
"El gibi uzak.."
Gelelim el
kelimesinin ikinci anlamının vücut bulmuş haline; İz’e. Ömer’in eli olmak
isterken, ona el gibi uzak olduğunu bir kere daha idrak eden İz’e… Tuhaf bir
alternatif tıp yöntemiyle, Ömer’in onun eli sayesinde çizim yapabileceğini
düşünmesi gerçekten acıklı bir çabaydı. Ömer’in “Ellerimsin gözlerimsin mahkumum sana”** dediği ve bundan sonra da
diyeceği tek kişi Defne. Bunu görebilmesi için daha ne kadar ötelenmesi
gerekiyor? (Marsilya’ya kadar inşallah!) Adam, bir saksı çiçeğinin güzelliğini, yıldızların
eşsizliğini Defne’nin gözlerinden görmeye başladığından beri onunla bir başka
bakar olmuştu dünyaya zaten. Evlenme teklifi ederken hayatının, Defne’nin o narin
ellerinde şekillenmesini de razı gelmişti. Ancak vereceği şeklin belirsizliği
geri adım atmasına neden oldu, o ayrı. Yine de Defne’nin ellerini tutmuş,
sıcaklığını hissetmiş elleri şimdi başka bir elin avucuna çöreklenmesini
kabullenemezdi. Çünkü Ömer 150 bin parçalık puzzle içinde kendisine uyan
parçayı bulmuş, yerine yerleştirmişti. Başka parçanın artık uymayacağını
biliyordu. Özetle sevgili(!) İz, Ömer Defne’ye dokunduğundan beri, sizin aranızda
doku uyuşmazlığı var artık, “Dermanı
yardadır sende bulunmaz” der eski bir arabesk şarkı ama sen tabi Fransa’da
duymamışsındır bunu.
Defne, hem Ömer’in
kendisini rakip olarak dikkate almadığını zannetmenin verdiği hırsla (çünkü Ömer
öyle sanılsın istedi), hem de bir yarışa girecekse eşit şartlarda yarışma
isteğiyle bilmeden Ömer’i kamçıladı ve iyileştirdi. (Dermanın yarda olduğunu
söylemiştim değil mi?) Yeneceksen sen yen Ömer! Sahte bir galibiyettense,
hakiki ve şık bir mağlubiyeti tercih etmek her babayiğidin harcı değildir.
Defne’nin mağlup olacağını düşünmüyorum ama rakibi ringden çekilmişken onu
yeniden ringe çıkarmak ve yenilme ihtimalini tekrar %50’ye yükseltmek de bir
cesaret işidir.
Bu yarışı, direkt
Passionis’in veya Cherie’nin kazanacağına pek ihtimal vermiyorum. Sadece
Cherie’nin kazanması demek, bölüm boyunca devamlı söylendiği üzere Passionis’in
maddi olarak büyük bir darboğaza girmesi demek. Passionis’in kazanması ise
kendine güvenini güç bela toplayabilmiş Defne’nin yenilmiş olması anlamına
gelir ki bunu da hiçbirimiz istemeyiz. Eğer geçen hafta eskrim yapanlar Defne
ve Ömer idiyse Defne’nin yenilmiş olma ihtimali var ama benim gönlümden geçen
bir şekilde berabere kalmaları ve dostluğun, ay aman yani aşkın kazanması.
Birbirlerine elleri kadar muhtaçlar madem, sağ ve sol elin eşitliği gibi de eşit
olsunlar istiyorum. “Çünkü aşk eşitler
arasında yaşanır. Eşit değillerse bir taraf diğerinin esiri olur, diğeri de ona
eserim diye bakar.”***
*Sezen Aksu, El
gibi
**Kayahan, Odalarda
Işıksızım
***Barış Bıçakçı,
Bizim Büyük Çaresizliğimiz