Kırmızı Oda, fragmanları dönmeye başlar başlamaz hepimizin yayın tarihini iple çektiği bir işti. Gerek kadronun mükemmelliği, gerek konusu olsun
dikkatleri üzerine çekmeyi başarmıştı. Çünkü sırtını çok sağlam bir şeye
yaslıyordu: Gerçeğe. Çoğu zaman kurguyu küçümseyenlerle bir arada yaşayan bir
toplum olarak gerçekdışı şeyleri vakit kaybı olarak görmekte ustayızdır.
Gerçeklerden kaçarken bile aslında gerçeği ararız. Gerçek tanıdıktır, bizdendir
ve hatta çoğu zaman maskesizdir. Umudu çoğu zaman kurgu ürünlerde, hâyâllerde
ararken aslında gerçeğin kendisidir umut dediğimiz şey. Çünkü umut bir şeyleri
değiştirebilme ihtimalimize duyduğumuz inançtır, gerçekse değişmesini
istediğimiz şey. Dizi, şiddete karşı bir duruş sergilerken bize bu ümidin
formülünü veriyor: Özdeğişim. Ne yazık ki hayatlarımız dışarıdan bir sihirli
değnek ile değişmeyecek. Bir sihirli değnek varsa eğer, bu sadece içimizden
doğarak dokunabilir hayatımıza. Ömrümüzü birilerinin, bir şeylerin değişmesini
bekleyerek; o mutluluk dedikleri şeyin gün gelip bizi de bulmasını dileyerek
geçiriyoruz. “Oysa hayatımız sadece biz değişirsek değişir.”
Dizinin proje tasarımı İstanbullu Gelin’den hatırlayacağınız
psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’na ait iken Gülseren Budayıcıoğlu’nun
danışanlarının gerçek hikâyelerinden uyarlanan senaryo da Banu Kiremitçi
Bozkurt’a emanet edilmiş. Ne kadar başarılı bir tercih olduğunu bölümü izlerken
görüyoruz. Gerçekten oldukça ağır bir konu. Bölümün başında akıtılan jenerikte
de vurgulandığı üzere pek çok hassas nokta bulunduruyor. Bu kadar yüksek bir
izleyici kitlesinin karşısında, anlattığı hikâyelerin geçtiği evlerde de
izleneceğini bilmenin ve dokunabileceği hayatların farkındalığıyla hata kabul
edemeyecek bir proje olduğunu hiçbirimiz iddia edemeyiz. Ben şurada kısacık bir
ilk bakış yazısı yazarken bile yanlış bir şey yazarım diye bu kadar gerilirken
ekibin üzerinde ne kadar ağır bir yük vardır kim bilir?

Binnur Kaya, dizide Prof. Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun kendisini
canlandırıyor. O sakin duruşu, şefkatle dolan gözleri ve profesyonel tavrıyla
karakteri oldukça başarılı bir biçimde giyinmiş. Genellikle komedi işlerinde
görmeye alışık olduğumuz kendisini böylesine ağır bir dramada görmek
şaşırtmıştı ama tebrik ederim, ismine güvenen bizleri yine yanıltmadı. Klinikte Burak Sevinç, Tülin
Özen ve Meriç Aral gibi isimler tarafından canlandırılan başka danışmanlar da
mevcut. Ön plandaki hikâyeler büyük ihtimalle Binnur Hanım’ın karakteriyle
işlenecek ama yan hikâyeler de göreceğiz gibi.
Dizi değişen hikâyeler sebebiyle konuk oyuncularla devam
edecek. İlk hikâyemizi Evrim Alasya’nın canlandırdığı “Meliha” karakteriyle
açtık. Meliha, suskun bir karakter. Seneca’nın dediği gibi hafif acılar konuşur
ama derin acılar dilsizdir. Meliha da bir kere dağılsa bir daha
toparlayamamaktan korkmuş, yıllar yılı her şeyi kendi içinde yaşamış, bu
tavrıyla diğer insanların ona yaşattığı zulmün bin beterini kendi kendine
yaşatmış bir karakter. Okuduğu mevlitle içindeki acıyı dışarı vurmaya, bir nebze
ferahlamaya çalışmış. Artık bir gün o da yetmemiş ve giderken bile arkasında
tek bir iş bırakmamaya özen göstererek bu çilesine kendi eliyle son verme
isteğiyle dolmuş içi. Ama hayat bu ya, yaşayacağın varsa elbet o kapı
beklenenden önce çalıyor ve çekip kurtarıyor seni. Evrim Alasya’yı ilk kez bu
kadar duvarları olan bir karakterde izliyorum. Yetişkin hâlinin sert duruşuyla
yaralarını maskelemeye çalışan o küçük kız çocuğunu ne güzel işlemiş. Şu yazıyı
gece kaleme alıyorum ve yazarken düşündükçe aklıma gelen sahneler içimi
ürpertiyor. Varın gerisini siz düşünün. Bir yerlerde birileri bunları gerçekten
yaşamış ve yaşıyor. O “Meliha” bizim de sokakta yanımızdan geçti belki ama biz onu
kendi hâlinde bir kadın olarak görüp umursamadık, ilgimizi bile çekmedi. İşte
gerçeğe dayanan seyir ürünlerini bu yüzden her daim gerekli buluyorum. Çünkü
bize çoğu zaman empati duyumuzun yeterli gelemediği ölçüde içeriden bir bakış
sunuyorlar. Yine o yazının başında bahsettiğimiz umut…

Nesrin ve Mehmet çifti ilk bakışta aklınız almayacakmış gibi
görünen oysa çevrenizden sık duyduğunuz bir hikâye… Şiddet kavramıyla büyümüş
insanlar istemsizce yine benzer bir çevre yaratırlar kendilerine. Hani hepimiz
bildik, tanıdık olanı arar onu seçeriz ya; işte onlar için de tanıdık bildik
olan dünya bu oluyor, eğer vaktiyle o yaraların üzerine gitmez onları yok
sayarlarsa dönüp dolaşıp kendilerini yine aynı hayatın içinde buluyorlar. Ve bu
bilinçaltlarına işlemiş olan korkunun da etkisiyle toplum rolleri beklenenin
aksi bir etki gösteriyor. Modern ve güçlü duruşlarıyla alınlarındaki “etiketleri”
maskeleyerek geçmişlerini görünmez kılmaya, bambaşka biri olmaya çalışan
kişiler bu olayın tekrarlandığı ortaya çıkarsa onca zaman inşa etmek için
gayret ettikleri yeni benliklerini kaybetmek ve ömürlerinin sonuna kadar bu
gerçeklerle yaşamaktan ölümüne korkuyorlar. Uzun bir süre kabullenmekte
zorlanarak sorunları yok saymaları da bu yüzden, herkesten saklanma çabaları
da.
Hande Doğandemir, yıllar boyu yaralarıyla yüzleşmekten korkarak hiç hak etmediği bu hayatı sürdüren ancak sıranın çocuklarına geldiğini fark ettiğinde kendi kaderini onlarda tekrarlamaktan korkarak ayağa kalkıp silkinmiş ve ne kadar zor olursa olsun hayatının ipini eline alma çabası içine girmiş olan Nesrin karakterini yine çok güzel bir şekilde giyinmiş. Toplumda yer alan önemli bir kesimi temsil ettiğini düşünüyorum. Hikâyesi oldukça tanıdık ve bu süreci bir terapi gözüyle izleyebilmek seyirci kitlesi için önemli bir kazanım sağlayacaktır.

Salih Bademci hangi rolü oynarsa izlerim dediğim ve tiyatro
kökenli oyunculuğunu her fırsatta bize hissettirerek beni hiç yanıltmamış olan
bir isim. Komedi rolleri de çok yakışıyor, dramalar da. Onu en son İstanbullu
Gelin’deki Fikret karakteriyle izlemiştim. Karakterin psikolojik savaşlarını
yansıtma başarısı beni yine kendine hayran bırakmıştı. Mehmet karakterini
görünce bu rolün ona cuk diye oturacağını anladım ve cidden de öyle oldu.
Sanırım birkaç bölüm daha izlemeye devam edeceğimiz karakter toplumda pek çok
emsalini barındırıyor, o yüzden dikkatle izlenerek analizi iyi yapılmalı.
Gülseren Hanım bu evliliğin yürümeyeceğini düşünüyor sanki ama ben de Nesrin
gibi Mehmet’in iyileşebileceği ümidini taşıyorum. Ortada sevgi var ama iletme
ve yaşama unsurları ciddi hasar görmüş, karakter sevgi kavramını zihninde
sağlam bir zemine oturamamış olduğundan ciddi sıkıntı yaşıyor. Özgüven
eksikliği ve kaybetme korkusu yoğun bir şekilde hissediliyor. Şiddetle büyüyen
çocukların ileride dönüştüğü insanlar ve yaşadığı hayatlar ayan beyan
ortadayken birileri de hâlâ çocuklarını sopayla terbiye etmenin gerekliliği
muhabbetini yapmaya devam ediyor. Kelimelerimizin tükendiği doğru ama asla
susmamamız gereken bir nokta olduğu da unutulmamalı.

Kısa kısa bölümün üzerinden genel bir geçmek gerekirse,
Burak Sevinç’in yeni tarzına bayıldım. Tülin Özen deseniz
asaleti beni benden alıyor ♥ Klinik ekibi arasında da birtakım üçgenler dörtgenler var gibi
duruyor, izleyip göreceğiz. Tuna’nın şefkatli hâli, çaycı çocuğun (Hüseyin
miydi?) enerjisi, kendisine çıkan büyük ikramiyeyle ne yapacağını şaşıran büfeci,
Cem Karcı imzalı efsane açılarıyla parçalarını tamamlayan bölüm gelecek süreç
için bizde umut dolu bir beklenti oluşturdu.
Evlerimizde geçirdiğimiz bu süreçte içimizin biraz olsun
iyileşmesine yardımcı olacak bu proje fikrini bulanları yürekten kutluyor, bazı
yerlere biraz olsun dokunabilmesini diliyorum. Tüm ekibin emeğine sağlık.
Düzenli yazabileceğimden emin değilim ama düzenli takipçisi olacağım. Güzel bir
yolu olsun.
Sevgiler…
Periniz.