Aynı
adlı Norveçli komedi dizisinden uyarlanan ve başrollerini Emma Stone ve Jonah
Hill’in paylaştığı mini dizi Maniac, cüretkar konusunu istediği gibi
anlatamayan; karakterlerini yeteri kadar geliştirmeyen ve dolayısıyla iyi bir
kara komedi etiketini taşımada zorlanan bir yapım.
The Leftovers’ın senaristi Patrick
Somerville tarafından yazılan/yaratılan ve True Detective’in muhteşem 1.sezonunun mimarlarından Cary
Fukunaga tarafından yönetilen Maniac, günümüze pek benzeyen ama kanatlı ve
kılıçlı bir Ekstra Özgürlükler Heykeli tarafından taçlandırılan New York’da
geçiyor .
Maniac’da, zengin bir ailenin akıl
hastalığıyla boğuşan –bir nevi ezik- oğlu Owen Milgrim’in (Jonah Hill) ve
yaşadığı ailevi sorunlarla yüzleşmeye çalışan ilaç bağımlısı Annie Lansberg’ün (Emma Stone) 3 günlük bir ilaç denemesinde tanışmalarıyla gelişen
olayları izliyoruz. Dr. James Mantleray (Justin Theroux) gibi bir sürü sorunlu ve garip biliminsanının
çalıştığı Neberdine Pharmaceutical Biotec tarafından üretilen yeni ilaç; kalp
kırıklığı, mutsuzluk ve daha bir çok soruna kesin çözüm olarak sunuluyor. 3
farklı türdeki bu ilaç, her denekte farklı bir etki yaratarak deneklerin
hayatlarını daha da karmaşık hale getiriyor.
Maniac’da şeytani bir ilaç firmasının eline
düşerek perişan olan denekler tarzı bir hikaye gelişimi bekliyorsanız,
yanılıyorsunuz. Duyguları olan ana makina tarafından yönetilen ve 80’lerdeki
bilimkurgu filmlerinden esinlenerek tasarlanmış NPB laboratuvarı; kitch
dizaynı, aşırı doymuş renkleri ve kendileri de bağımlı biliminsanlarıyla,
gerçek olamayacak kadar absürtluk barındırıyor. West Anderson filmleri ve Black
Mirror’un USS Calister bölümünün bir karması gibi duran laboratuvar, gerçekle
hayali ayırt edemeyen Milgrim’i anlatmak için birebir olmuş. Ayrıca, duygusal
yetersizliklerini ve kişisel sorunların makinelere yansıtılması/yüklenmesi
fikri, bence gelecekteki yaşamımızı
anlatmak açısından çok başarılı bir metafor.
Kendilerine verilen üç farklı ilacı içen
Milgram ve Lansberg kendi hayat deneyimlerinin uzantısı olan bireysel rüyalara
dalsalar da yolları birçok defa kesişiyor. Her seferinde bir öncekinden daha
garip bir senaryoyla karşımıza çıkan rüyaların
bazen tüm bölümlere yayılması, Maniac’in bazı karakterlerin kişisel
hikayelerini öğrenmemizi engelleyen bir unsur olmuş. Örneğin, Milgrim’in ailesi ile olan –
özellikle erkek kardeşleriyle olan - ilişkisi bence gereksiz rüya sahnelerine
heba edilmiş. Milgrim’in şizofrenisine dolaylı katkı sağlayan yozlaşmış aile
ilişkileri daha fazla işlenseydi Milgram’ın karakteri daha çok ilgi çekebilirdi diye düşünüyorum. Bir de Milgram’ı oynayan Hill’in dizi boyunca sürdürdüğü dünyadan
kopuk halleri ve duygudan uzak bakışları
bir süre sonra Milgram için empati yapmamızı önleyen bir unsur oluyor.
Emma Stone’un oynadığı Lansberg karakteri
ise çok daha canlı ve insani. Kız kardeşiyle ve annesiyle yaşadıklarının
travmasını üstünden atmak için deneye katılan Lansberg,’i canlandıran Stone,
diziyi taşıyan unsur diyebiliriz.
Duygusal olarak kendini kapamış Lansberg’in, kız kardeşiyle yitirdiği
ilişkiyi tekrar kurma çabası dizinin en iyi yanlarından. Stone’un girdiği tüm
rollerden başarıyla çıkması ve Lansberg’in hikayesine daha fazla önem
verilmesi, kendimizi Lansberg’e daha
yakın hissetmemizi sağlayan unsurlar.
Yardımcı karakterlere gelecek olursak; sanal
gerçeklik bağımlısı Mantleray ve laboratuvarın içinde sürekli sigara içen Dr.
Fujita (Sonoya Mizuno) ilk başlarda ilginç gelseler de, bir süre sonra
hikayenin komedi unsurlarını taşımaktan uzaklaşıyorlar. Dr. Fujita, ilaç
programını yürüten başarılı bir bilimkadını ama artı olarak hikayeye kattığı
hiç bir şey yok. Kadınların stereotipik rollerde düşünülmesine de, bilimkadını
olarak tasarlanmaktan başka bir gayesi olmayan kadın karakterlere de aynı
şekilde karşıyım. Dr. Fujita’nın kişisel
hikayesine hiç değinilmediği gibi, kriz anlarında bütün insiyatifi kendisi
yerine erkekler alıyor. Mantelay’ın
annesiyle olan (muhteşem Sally Field) sorunlu ilişkisinin kariyerindeki
etkisini düşünürsek, Dr. Fujita sadece güzel bir bilimkadını sembolü olarak
kalıyor. Laboratuvardaki ana makine, bu
karakterden çok daha ilgi çekici.
Evrendeki her şeyin ortak özüne vurgu yapan
ve herşeyin birbiriyle bağlantılı olduğu fikrinden yola çıkan dizi, bence vermek
istediği duygusal derinliği ekrana yansıtamamış. Olaylardan ve insanlardan
kaçmak için ilaçlara sığınan Lansberg ve ailesinin kıskacından kurtulamayan
Milgram’ın rüyalarda birleşmesinin aslında kaderleri olduğu yüzümüze çarpılsa da, Hill ve
Stone arasında olmayan kimya, bu ikilinin ilişkisine inanmamızı zor kılıyor.
Aynı hissi Theroux ve Mizuno için de söylemek mümkün. Her iki çift de seyircide
duygusal boşalma yaratmaktan uzaklar.
Maniac’ın konusunun iyi olduğunu
düşünüyorum. Ancak, dizi yarım yamalak işlenen karakterler ve bunların
arasındaki uyumsuzluk nedeniyle çok da iyi bir sınav vermiyor. 5 bölümde
anlatılabilecek olaylar 10 bölüme yayılıp bazı bölümler sadece rüya sahnesiyle
geçiştirilince, Emma Stone ve Jonah Hill faktörü de sizi bir yere kadar tutabiliyor.
Maniac, Netflix’te yayında.