Bunu
da dedikten sonra, gelelim şu takdir-tekdir meselesine.. Her iki tarafta da çok
bir şey yok aslında: takdir dediğimiz Winona Ryder’ın aktörlüğü. Geneldeki standart
üstü performansı bir tarafa, oğlu kaybolduktan sonraki ilk telefon sahnesinde
verdiği tepkiyi rahatlıkla ve göğsünü gere gere show-reeline ekleyebilir. [İyi
saatte olsunlarla karşılaştığı sahneler içinse, aynı şeyi söyleyemiyorum
maalesef; beni dinlerse onları eklemesin].
Tekdirlik
şey de şu: Siz de aynı hisse kapılıyor musunuz bilmem, ama ben hikâye gücü ile
değil de efekt marifetiyle gerildiğimde/korkutulduğumda fena sinirleniyorum!
Yapma kardeşim bana böyle şey! Altı üstü ızgaraya köfte atıyorsun, bunun için evdeki
kolonları patlatmaya ne gerek var! Arkamızdan biri yaklaşıp aniden böh dese
yarımız yerinden sıçrar zaten, senin oturup senaryo yazmana ne hacet! Eğer
efektlerle korkutacaksan bizi, sen ‘şimdi!’ de, biz kendimiz korkarız! O işe
harcayacağın vakti ve emeği hikâyene katacağın gerilime harca, kulağıma değil
bilinçaltıma yüklen! Hikâyene güven! Bilinçaltı korkularım iyi hikâyeye teslim
olmaya denizden karaya çıktığımız günden beri zaten hazır!
İşte
bu kadar sinirleniyorum bu işe.. Tekdir dediğim de bu; bir tek şey ama her
sahnede var.. Gerçi var bir kaç şey daha, ama mühimsiz. Meselâ, “Arkadaş ne
demek?” diye soran kız, hemen arkasından boyundan büyük lâf ediyorsa, bin bir
emek kurduğun karakteri kendi ellerinle un ufak ediyorsun. Etme. Çocuğa yazık.
Emeğine yazık.
Başta
açtığımız çemberi de kapatıp bu dağınık yazıyı bitirelim..
Evlât, gel yol yakınken dön geri...
The Twilight Zone olmasaydı ne Stranger Things olurdu, ne de onu var eden diğerleri. Benzerlikse, benim görebildiğim yegâne benzerlik, ikisinin de insanoğlunun korku ve merak dürtüleri ile, ‘şeylere anlam verme’ ihtiyacını kaşıyor olması. The Twilight Zone episodik yapısına sahtekâr efekt desteği almadan ve hatta hemen her bölümde Amerikan toplumunun ırkçı ve sınıfçı yapısına, hükümetlerin ayrımcı ve baskıcı uygulamalarına lâf sokarak var olmuş, etkisinin kalıcılığını, insanlığın kolektif bilinçaltında on binlerce yıldır birikmiş korkulara, inançlara, kabullenişlere ve reddedişlere yaslamış şahane bir ağabeyimiz.
Stranger Things ise, naçizane fikrim, yaratıcılarının kendi hayatlarından taşıdıkları ergen folklorunu “çok acayip şeyler bunlar oğlum, biz de yaparız” özgüveniyle besleyip, ustalarına tribute heyecanı ile yarattıkları hoş bir eğlencelik tadında bir kardeşimiz.
Ağabeyimize saygımız sonsuz, kardeşimize sevgimiz sonsuza yakın.
“Peaky Blinders seyrettin mi” sorusuna muhatap olacağım günün ertesinde görüşmek üzere.