-- Dikkat spoiler içeriyor olabilir, tadın kaçmasın istiyorsan okuma--
George R.R. Martin tarafından kaleme alınan
Buz ve Ateşin Şarkısı adlı seriden uyarlanan Game of Thrones, malum olunduğu
üzere yayınlandığı günden bu yana, son zamanların en çok izlenen dizilerinden
biri olma sıfatının yanı sıra, üzerine en çok tartışma dönen dizilerden biri
aynı zamanda. Dizideki cinsel şiddet içeren sahnelerden, Yüzüklerin Efendisi
karşılaştırmasına kadar birçok konu masaya yatırıldı. Benimse burada amacım ne
Jon Snow’un akıbetinin ne olacağını tartışmak, ne de ayıla bayıla izlediğimiz
karakterlerin şeceresini tutmak. Burada sadece, bütün bir insanlık tarihini
kristalize eden hikayesine ve dizilerde alışageldiğimiz heroik anlatıların Game
of Thrones’ta nasıl kırıldığına değinmek istiyorum. Çünkü, belirsiz bir zaman
ve mekanda gerçekleşen dizi aslında koskoca bir insanlık tarihini karşımıza
çıkarıyor.
Epik fantezi türünde değerlendirilen
Game of Thrones,
aslında Ortaçağ Avrupa tarihinin bir alegorisi niteliğinde. Ortaçağ feodalitesini
merkezine taşıyan dizi, söylemini Ortaçağ’ın ekonomik, siyasal ve ataerkil temelleri
üzerine kurmasının yanı sıra, aynı zamanda çok daha geriye uzanıp İlkçağ
dönemine özgü kültürel ve mitsel
kaynakları da anlatısına dahil etmesiyle, aslında hem köklerimize doğru antropolojik
bir inceleme imkanı sunuyor, hem de bir yanıyla günümüz dünyasının da içsel
tartışmalarını gün yüzüne çıkarıyor.

İlk olarak, Ortaçağ siyasi atmosferini
düşündüğümüzde, Yedi Krallık’ın siyasal çatışmaları, köle sistemi (Khaleesi’nin
tahta giden mücadelesinde köleliğe karşı verdiği –tartışmalı- mücadelede bunu
görebiliriz), toplumsal cinsiyet rolleri, oryantalizm, benzer ekonomik
örgütlenme modeli, kralın merkezi otoritesinin daha simgesel yapıda olup
lordların yerelde elde ettiği güçlü nüfuz, ticaretin bazı bölgelerde yavaş
yavaş gelişmesiyle elde edilen refah düzeyi ve feodalitenin kırılmaya başlaması
ile zenginleşen kentsoylular (Özgür Şehir örneği gibi), her bir lordun kendine
ait donanması olması, devasa kaleler ile korunan bölgeler ve benzer savaş
teknolojisi (savaş sahnelerini hatırlayalım) bu benzeşmenin en iyi örneklerini
sunuyor.
İkinci olarak da, Yedi Krallık’ın dinsel
temellerinin İlkçağ felfesine dayanıyor oluşu ve Duvar’ın ardında yaşanan daha
medeniyet öncesi dönemi simgeleyen yaşam tarzı ise diziye ayrı bir boyut
ekliyor. Bu dünyanın dinsel ögeleri, Sokrates öncesi felsefede yer bulan
mitolojik kavramlarla dünyanın anlamlandırılması eğilimi ile aynı zeminde yer
alıyor. Karakterlerimizin yaşadıkları evreni anlamlandırmaya çalışırken, eski ve
yeni tanrıların işlevlerinden sıklıkla bahsettiğini görüyoruz. Örneğin, Ateş
Kraliçesi Melisandre’nin gücünü Ateş Tanrısı’ndan aldığını ve bu güçle Demir
Taht’a giden yola düştüğünü anımsayabiliriz.

Benzer şekilde, Duvar’ın ardının temsil ettiği
değerler tarih öncesi dönemi de anımsatıyor. Hatırlayalım, Duvar’ın ardındaki
Yabanıllar ve Ak Gezenler, Yedi Krallık’ın sahip olduğu siyasi, ekonomik ve
ahlaki sistemin çok dışında yer alıyorlar. Yabanıllar arasında doğrudan
demokrasinin işlemesi, aile ya da evlilik gibi kurumları reddetmeleri, Yedi
Krallık’ı “diz çökenler” olarak görmeleri, kadınların toplulukta erkeklerle
eşit rollere sahip olması ve avcı-toplayıcı olmalarından dolayı aralarında var
olmayan özel mülkiyet ilişkileri bize tarih öncesi dönemi hatırlattığı gibi; Ak
Gezenler’in de mistik bir karaktere sahip olması metafiziksel olanı
hatırlatıyor. Böylece, Duvar’ın ardı bilinmeyenle ve irrasyonalite ile olduğu
kadar tarih öncesi ile özdeşleşerek, medeniyet temsili Yedi Krallık ile ötekileştirilen
medeniyet öncesi/dışı dönem olmak üzere iki ayrı dünya düzeni sunuluyor.
Yedi hanedana hükmeden Demir Taht’a sahip
olmak için mücadele veren topluluklar arasındaki iktidar savaşları, Ortaçağ ve
İlkçağ referanslarının yanı sıra, günümüz siyasi tartışmalarından ilk bakışta
farklı gibi görünse de, özünde aynı iktidar hırsını ve güç ilişkilerini
barındırıyor. Erk’e sahip olmayı arzulayan karakterlerin, tahta giden yolda
iyilik/kötülük, suç/ceza, af/bağışlanma ve sadakat/ihanet ekseninde vuku bulan
iç çatışmaları da hikayenin zeminini oluşturuyor. Bu noktada, Lannister’ların
tüm hükmetme arzusunun yanında borçlarına olan sadakatlerini, Ned Stark’ın
mutlak iyiliğinin iktidar savaşları karşısında yenilgisini, Lysa Tully’nin
cezalandırma metortlarını, verilecek cezanın düello ile belirlenmesi gibi
pratikleri, dizi tarihinin en nefret edilen karakterlerinden biri olan ve
mutlak kötülük timsali Joeffrey Lannister’ın ölümünün ardından gelecek yeni
kral ile baba Lannister arasında geçen “iyi kral nedir” tartışmalarını
düşünebiliriz. Bu örnekler çoğaltılabilir, zira R.R. Martin hikayesinde bu
sorgulamalara bolca yer veriyor ve dizide de bu dikotomiler anlatının ana
katmanlarından birini oluşturuyor.
George R.R. Martin, 1987 yapımı dizi Beauty and the Beast'nin de senaryo yazarları arasındadır.R.R. Martin, dizideki güç ve iktidar
mevzularında son noktayı yine kendisi koyuyor. Güçlü krallıkların güçlü ve bir
o kadar halkını düşünen, refah toplumu yaratmayı arzulayan ve dış tehditler
olmadığı sürece ülkeyi yüzlerce yıl barış içinde yönetecek krallar Game of
Thrones’ta yok. Çünkü, tarihimizde de iktidar doğası gereği gücün
mutlaklaşmasını ve şiddetin meşrulaşmasını içeriyor. Gerçek tarih,
anlatılanların ötesinde çok daha vahşetle dolu. Cinayetler ve tecavüzlerle
dolu. R.R. Martin,
Rolling Stone dergisine verdiği bir röportajda da bundan
bahsediyor. “Tolkien kitaplarında,
Aragorn’un kral olup yüzlerce yıl saltanat sürdüğünü, ne kadar iyi kalpli ve
güçlü bir kral olduğunu söyleyebilir. Ama Tolkien bazı soruları sormayı
unutuyor: Aragorn’un vergi politikası neydi? Daimi bir ordusu var mıydı? Kıtlık
ve sel dönemlerinde ne yapıyordu? Peki ya Orklar? Savaşın sonunda Sauron’dan
kurtuluyoruz ama orklar pek de uzağa gitmiyorlar, dağlarda yaşamlarına devam
ediyorlar. Peki Aragorn, orkların kökünü kazımak için sistematik olarak
soykırıma başvuruyor mu? Peki ya küçük bebek orklar, onları da öldürüyor mu?
Gerçek hayatta, gerçek kralların, ilgilenmeleri gereken gerçek sorunları
vardır. Sadece iyi bir adam olmak sorunu çözmez. Çok çok zor kararlar almanız
gerekir. Bazen iyi olduğunu düşünürek aldığınız kararlar, ileride tersine dönerek
size karşı işleyebilir. Bu tarz durumları kitaplarımda kullanmak istedim. Benim
hikayelerimde iktidar olmak hiç de kolay bir şey değil, zor bir hayata
sahipler. Sadece iyi kalpli olmak, sizden iyi bir kral yapmaz.”
*
Sean Bean çok yakında Legends ile ekrana dönüyor. Dizi hakkında başından beri en çok tartışılan
konulardan biri de, çok sevdiğimiz ve dizide kurucu role sahip karakterlerin
ani ölümleriydi. Bunun üzerine çok yazıldı, çizildi, R.R. Martin ile ilgili
caps’ler sosyal medyada dolaştı. Başta da belirtildiği gibi, zaten
Game of
Thrones’un en önemli özelliklerinden biri de klasik dizi anlatılarında aşina
olduğumuz heroik anlatı yapısını kırarak, hikayenin gidişatını gerçek yaşam
öyküsüne yaklaştırmasından geliyordu. Dolayısıyla diyebiliriz ki,
Game of
Thrones, karakterlere olan bağlılığımızdan ve yeri geldiğinde fanatizm
ölçeğinde hayranlığımızdan beslense de, asıl gücünü yarattığı içsel ve dışsal
dünyanın gerçekçiliğinden alıyor. Ortaçağ’ı anımsatan siyasal ve ekonomik düzen
içerisinde yaşayan karakterlerin hayatla çatışmaları, kaynağını o denli gerçek
hayattan alıyor ki, karakterlerin ölümü diziye zeval getirmiyor. Dolayısıyla,
hikaye karakterin gücüne muhtaç değil, hayat kendi yolunda ilerliyor, hikaye de
öyle.
Heroik anlatı üzerine kurulu diziler
dünyasında, kahramanlarımızın başına bir felaket gelse dahi, her zaman için
yedekte bir kurtarıcı olduğunu biliriz. Senaristler, esas elemanları olsa olsa
final bölümünde rahatlıkla harcarlar. Ancak R.R. Martin bizi fantazyalarla dolu
kanlı canlı hayata bırakıyor. Ölümlerin sıradan olduğu, her köşe başından
beklenmedik bir felaketin çıkageldiği ve ölmek ya da hayatta kalmak gibi
ikiliklerin 50-50 ihtimal dahilinde olduğu bir evren Game of Thrones. Çünkü,
karakterin ölümü doğanın bir parçası, tıpkı kendi yaşam öykümüzde olduğu gibi. İşe
giderken yıkılan üst geçidin tepemize düşme ihtimali veya özgür ve barışçıl bir
dünya talebi için sesimizi duyurmaya çalıştığımız anda kafamıza yediğimiz
darbelerle ölme ihtimali, iktidarın nüfuz ettiği her evrende ve her zaman
diliminde hiç olmadığı kadar gerçek. Tıpkı aynı iktidarın varlığını sürdürdüğü
bir evrende cinsel şiddete maruz kalmanın maalesef ki bir o kadar gerçek olduğu
gibi. Dolayısıyla, R.R. Martin’in yarattığı evrendeki savaşlar, ölümler, şiddet
ve iktidar ilişkileri sadece gerçek hayatımızdan daha fazla görünür bir halde.
Yoksa, Martin’in de bir röportajında söylediği
gibi, gerçek hayatta kan üzerimize sıçramadığı ve ölen çocuklarının ardından
ağlayan annelerin çığlıklarını duymadığımız için Game of Thrones çok mu vahşi
ve bizim hayatlarımız daha mı etik?
*zete.com’da
Cem Elgün çevirisiyle