Anna Devlin - (Primrose Chattoway)
• The
Nevers’taki karakterinizi tarif edin.
Ben, her ne kadar kendine dert etse
de özelliği üç metre boyunda olan “Dokunulmuş”lardan biri Primrose’u
oynuyorum. Çok tatlı, nazik, içine
kapalı bir kız. On altı yaşında, yani ansızın üç metre boya sahip olmak için
hayatında olabilecek en kötü dönem. Hanımlıkla ve kadınlıkla ilgili her şeyi
seviyor. Ancak, bu kadar uzun olup göze batmanın bunun tam aksi olduğunu
düşünüyor. Tek dileği sıradan, normal bir kız olmak. Ama galiba sonunda, boyun
ve şeklin ne olursa olsun kadın olunabileceğini fark ediyor. Hatta boyu
avantajı da olabilir.
• Gerçek hayatta elbette üç metre değilsiniz. Ekran için sizi nasıl büyüttüler?
Birçok farklı yolu var, aslında.
Bazen yeşil perde kullanıldı. O zamanlar setten ve çekim yerinden uzakta, kendi
yeşil balonumun içindeydim. Hem o güzel çekim yerlerini ve kostümleri görüp hem
de çoğu zaman oyuncularla çalışabiliyordum ama bir kenara ayrılmış oluyordum.
Bazen de beni büyük bir platforma çıkardılar, çok da ürkütücüydü, böylece
Prim’in gerçek boyuna ulaşıyordum ve diğer
oyuncularla göz temasını doğru hizada kurabiliyorduk. Bu, diğer oyuncular için
faydalı oluyordu. Bir de çok güzel, minik setler vardı. Küçücük aksesuarların
olduğu, beni nispeten büyük gösteren o küçük setlerin içine giriyordum. Çok
güzeldi. Sonunda, beni perspektif ölçülerini kullanarak büyük gösterdiler.
Bazen, kameraya daha yakın duruyordum. Bir de Primrose bebeğimiz vardı.
Oranları benimle aynı olan üç metrelik bir bebeğimi yaptılar. Biraz korkunçtu,
açıkçası. Güzeldi ama biraz ürkütücüydü. Adını Dorothy koydular. Karakterin
ölçüleri hakkında bize bir fikir verebildiği için eğlenceliydi.
• Myrtle (Viola Prettejohn)’un kucağınıza atladığı sahne gibi, oyuncularla
etkileşim kurduğunuzuz sahneleri nasıl çektiniz?
Viola’yla olan sahne özünce, bir
platform üzerine çıkmış, kocaman yeşil giysisi olan bir dublörden ibaretti.
Sonra, Viola koşup kollarını atladı.
• Primrose’u süper güçleri olan bir karakter olarak değil, gerçek bir insan
olarak hayal ettiğiniz süreç nasıldı?
Aslında çok kolaydı çünkü Prim’in
özelliğini ve ortaya çıktığı dönemi düşündüğünüzde sanıyorum 16 yaşındaki kimse
zaten kendi vücudunun içinde pek rahat olmuyor. Ben değildim. Farklı
hissedebiliyorsunuz, değiştiğinizi hissedebiliyorsunuz. Geçmişe bakıp kendi
tecrübelerimi düşünmek onu gerçek kıldı. Okulda aslında çok kısaydım ve benimle
çok dalga geçerlerdi. Onun nasıl bir duygu olduğunu düşünmenin faydasını
gördüm. Elbette, onunki bambaşka bir ölçekte ama işin özünde kendini farklı
hissetmesi var. Böyle olmasını istemiyor da. Mesele, bununla yaşamayı öğrenip
kendini olduğun gibi kabul etmek.
• Sahnelerinizin çoğu yetimhanede geçiyor. Penance (Ann Skelly)’ın atölyesinde, o harika makinelerin arasında çekim yapmak
nasıldı?
İnanılmazdı. Penance’ın atölyesi
şüphesiz çarpıcı bir yer. Sahne aralarında bile baloncuklar çıkmaya, ışıklar
kıpraşmaya devam ediyor. 21. Yüzyıl’daki biri için bile yaratımlarına bakmak
harika bir şey. Çok da eğlenceli. Senaryoları okuduğumda geliştirdiği yeni
prototipleri görmeyi seviyordum. Müthiş şeylerdi. Araba prototipinin de muazzam
olduğunu düşünüyorum.
• The
Nevers dünyasında ilk girdiğinizde çözmek istediğiniz bir sürü soru ve bir sürü
gizem oluyor. İzleyicilere, hepsinin sonunun bağlanacağına ve ne olduğunu biraz
anlayacaklarına dair söz verebilir misiniz?
Evet, tabii. Kafamda bir sürü soru
canlandığı için okumak çok eğlenceliydi. Çok karmaşık karakterler var;
inanılmaz hikayeler var ve birbirlerinin içine giriyorlar. Şimdi dönüp
bölümleri seyrettiğimde her yeni bölümde bir şeylerin ortaya çıktığını ve hikaye
örgülerinden birinin biraz daha mantıklı gelmeye başladığını seziyorum. “Part
A” (1. Sezon, 6. Bölüm”)’yı bitirdiğinizde ne olduğuna dair etraflı bir
fikriniz oluyor. Ama The Nevers öyle bir şey ki her şeyi asla tamamıyla
bilemeyeceksiniz. Gelecekte olacak şeyleri bilmiyorum ama sorular hep var
olacak. İlginizi korumanızı sağlayan da bu.