Üzgünüm sevgili
okur; çünkü “klişe” denen ağa dolanıp başlıktan daha bodoslama bir klişeyle
giriş yaptım. Fakat söz konusu her cumartesi akşamı Fox’ta yayınlanan Bir Deli Rüzgar’ın başrol oyuncuları Pınar
Deniz ve Berk Cankat ise onları klişe dışında tanımlamanız çok güç. Daha doğrusu
genel olarak tanımlamanız imkansız. Gökçe ve Uğur karakterlerine hayat veren
ikili rubik küp gibi. Pınar bir şey anlattığında bir renk gelirken; Berk’i
dinlediğinizde ise bambaşka renk geliyor ve ikisi örtüşmüyor. Ancak onlarla
konuştukça aynı renkler tek bir sütunda hizalanabiliyor. Çünkü ikisi de yaptığı
işten son derece keyif alıyor ve onunla eğlenebilmeyi biliyor, hayalleri var
ama karşılarında hayallerini değil de hayatın sunduklarını bulduklarında
ellerinin tersiyle itmiyorlar, anda kalabiliyorlar, kendi dünyalarına odaklanıp
orada kurdukları oyun alanlarında saatlerce kalabiliyorlar, siyah ve beyaz
değil gri şeridi takip ediyorlar. Tüm bu ortak özellikleri, ekrandaki
hamurlarına eklenince karşımıza izlemesi keyifli ve de tatlı bir çift çıkarmış
oldu.
Pınar’la
geçtiğimiz sezon Vatanım Sensin nedeniyle
bir araya gelmiş ve “Sivil toplum kuruluşu kurmak istiyorum. Bunun için de hem
maddi gücüm hem de tanınırlığımın olması gerekiyor. Oyunculuk da bu ikisini
sağladığı için bu mesleği tercih ettim” demesiyle birlikte içimden de bir
“Helal olsun!” nidası kopmuştu. Bir Deli
Rüzgar’da Gökçe olarak izlediğimde ise o “Helal olsun!” bir daha
yankılandı. Uzun zamandır ekranda karakterini bu kadar sahiplenip onunla
bütünleşen az sayıda oyuncu görmüşümdür. Pınar da onlardan birine dönüştü daha
ilk bölümden.
Berk’i ise bu
röportaj vesilesiyle tanıdım. Son iki işinin talihsizliğinin ardından Bir Deli Rüzgar’da gerçekten rüzgara
kapılan, hamurunun kıvamını yoğun tutmak yerine onun her şekle bürünmesini
sağlayan kıvama getiren birini gördüm. Kendisiyle ilgili elimdeki tek bilgi
Miyazaki sever olduğuydu. Tabii ki bu dahi ismin dünyasına da yer yer girdik
ama en çok şu an hayat verdiği karakteri Uğur’un kulaklarını çınlattık. Ve hem
Pınar hem de Berk’le bir süreliğine oyun alanlarından çıkıp o dünyaya dışarıdan
baktık. Sonuç mu? Umarım yıllar boyu oyunculukla, müzikle, çizimle, yazmayla,
hayal kurmayla; aracısı ne olursa olsun o oyun alanında kalırlar.
PINAR DENİZ:
“Gökçe, ‘hayat etki-tepkidir’ durumunu
görebildiğimiz bir karakter”
● Bir Deli Rüzgar’ı
ve de Gökçe karakterini okuduğunda seni ilk cezbeden unsur neydi?
Gökçe’nin şarkı
söylüyor oluşu etkiledi tabii. Çok parlak gelmişti ama bu parlaklığın içinde
Gökçe, “Hayat etki-tepkidir” durumunu görebildiğimiz bir karakterdi. Saf iyi ya
da kötü değil. Hep bir kırmızı çizgisi var ve bunu göstermekten de çekinmiyor.
Orayı geçtiğin anda bambaşka birine dönüşebiliyor. Bu yanını çok sevdim.
● Kağıt üstünde okuduğunda “Bu kızda bunu
asla göremeyiz ki ama” dediğin bir özelliği var mıydı?
Senaryoyu
okuduğumda Gökçe’yi her açıdan oynayabileceğimi gördüm. Hatta çekimlere
başlamadan önce senaryo toplantısı yapmayı istemiş ve neredeyse üç sayfa soru
hazırlayıp gitmiştim. Gökçe’yi bulmaya çalışıyordum. Hem karaktere
katabileceğim hem de “bunu yapar mı?” dediğim çok fazla şey oldu. Uğur’un da, Gökçe’nin
de çok sert geçişleri var. Tabii televizyonda bunu maalesef o kadar net
veremiyorsunuz. Ben kendi adıma açıkçası bu yanını oynamayı tercih ediyorum.
Salt şöhret peşinde koşan birini seyirci bence izlemez, izlemiyor da. Gökçe,
“Çok büyük olursam babam gelecek” duygusuyla ilerliyor. Mesela bu durumun
artırılması gerektiğini söylemiştim. Yakın zamanda Lady Gaga’nın belgeselini
izlemiştim. Kendi özüne döndüğünde ne kadar mutsuz, çaresiz ve de sıradan
olduğunu görüyorsun. Hani bir tabir vardır ya spot ışıkları diye; işte onlar
söndüğünde bambaşka biri oluyor. Gökçe’yi de o haliyle oynamayı çok isterim.
İlk bölümde karşısındaki adama kafa atan Gökçe de aslında bu dediğimin farklı
bir varyasyonu. Genelde “yapma”, “etme” diyen kadınlara alışığız televizyonda.
Fakat son iki yıldır artık güçlü kadınlarla karşılaşıyoruz. Daha doğrusu tepki
veren kadınlarla. Bu yönden de onu oynamak çok keyifli.
● Müzikle ilgili herhangi bir notun olmuş
muydu bu işe başlarken? O da çünkü ayrı bir başrol dizide.Müzikle ilgili çok
şey önerdim. Başta türkü olmak üzere eski tarz şarkıları günümüze coverlamayı
önerdim. Başta türkü olmak üzere eski tarz şarkıları günümüze cover’lamayı
önermiştim. Tabii salt müzikal bir iş yapmadığımız ve her hafta 140 dakikalık
bölüm yetiştirmek zorunda olduğumuz için buna çok eğilemedik. Aslında
müzikalite anlamında Bir Deli Rüzgar gibi
bir iş olmadı hiç. İlk olduğu için de zorlanıyoruz. Bu nedenle oralarda elimden
geldiğince müdahil olmaya çalıştım.
● Berk Cankat’ı sormadan geçmek olmaz, hele
de ikinizi birden fotoğraflamışken. Nasıl bir iletişim kurdunuz?
Açıkçası önceki
partnerlerimden sonra Berk bana kapalı gelmişti (gülüyor.) Sonuçta doğaçlama
sahnelerimiz de oluyor ve onu doğaçlamalara kapalı biri olarak algılamıştım.
Hatta itiraf ediyorum ilk başta zorlanmıştım. Fakat sonra çok tatlı ve keyifli
bir dil oluştu aramızda. Birbirimizi çok iyi anlıyoruz ve sahneler akıyormuş
gibi hissediyorum Berk’le karşılıklı oynarken.
● Bu sezon özetsiz haliyle 256 dakika süren
dizi de gördük. Acaba bu defa ne olacak derken şartlar giderek aşağı doğru
sürükleniyor. Ve bu koşullar içinde çok bilinmeyenli denklem çözer gibi pek çok
koşulu sağlayarak rolüne bürünmeye çalışıyorsun.
Evet, hiç de
parlak bir tablo yok ortada; değil mi? Tüm bu karamsar durum bir yerde bitecek,
bitmek zorunda. Ben ne kadar çok çalışırsam çalışayım kamera arkası ekibin hiç
durmadığı bir düzensizlik söz konusu. Bu adamların hiç boşu yok. Biz oyuncular
empati kurup bu denli üzülüyorken ve kendimizce bir şeyler yapmaya çalışırken
bu tabloyu yaratanlar gerçekten uyurken içleri rahat mı diye düşünüyorum.
Psikolojin bozulur her şeyden önce. Türkiye’de tüm bu zorluklara rağmen çok
yetenekli insanlar var. Vatanım Sensin bittikten
sonra Paris’e gitmiştim ve orada yaşayanların inanılmaz yavaş olduklarını
gördüm. Hayatı yavaş yaşıyorlar. Bu insanların Türkiye’de yaşayabilmelerinin
mümkünatı yok. 40 yılda yaptıkları dizi sayısını anında hesaplarsın. 40’ar
dakika bölümler ve bir sezon genelde maksimum 8 veya 9 bölüm. Netflix’teki Call My Agent’a bak; bir sezonu altı
bölüm. Ve bir bölümü iki haftada çekebilme lüksüne sahipler. Biz ise bu kadar
kısa sürede bunca zorluğa rağmen bence iyi işler çıkarıyoruz.
● Bazen Türkiye’de yaşamak ve de tüm zorlu
koşullara rağmen çalışmak bana dünyayı kurtarıyormuşuz hissi veriyor. Sonuç
olarak da mavi ekranla karşılaşıyorum (gülüyoruz.)
Ben galiba dünyayı
kurtarıyormuşçasına bu işi yapıyorum biliyor musun? (gülüyor). Önemli olan
benim bu mesleği yapmam. Türkiye’de veya dünyada nasıl olduğu beni
ilgilendirmiyor. Benim için işimi iyi yapmam, onu beslemem ve benim ondan
beslenmem yeterli. Bu tamamen kendine olan özsaygınla alakalı. Başkalarıyla
empati kurmana da yardımcı oluyor. Tüm bunlar da aslında o mavi ekranı
olabildiğince uzaklaştırıyor senden.
● Asla filmlerini kaçırmadığın yönetmen,
tercih ettiğin bir ülke sineması, alıntı yapmaktan hoşlandığın kitaplar var mı?
Hangi dizileri takip ediyorsun? Söz konusu müzik olduğunda ağırlıklı olarak
dinlediğin tür nedir?
Fransız
Sineması’nı çok seviyorum. Hiçbir şey büyük veya şaşaalı değil. Onların
sığındığı minimalizmi seviyorum. Beni daha iyi hissettiriyor. Dizilere gelirsek
Bron/Broen’e bayılmıştım. Mindhunter’ı çok beğendim. Top of the Lake’e başladım ama
bitiremedim. Bir de yakın zamanda Sharp
Objects’i izlemeye başladım. Klasik filmleri seyretmeye çalışıyorum. Blade Runner’ın yeri ayrıdır benim için.
Star Wars ve Lord of the Rings’in tamamını izlemeyi başaramadım henüz (gülüyor.)
Star Wars’u sonsuz takdir ediyorum
ama tür olarak beni hiç cezbetmiyor. John Berger’in Görme Biçimleri zihnimi açan kitaplardan. Eckhart Tolle’un yazdığı Şimdi’nin Gücü’ne ne zaman zor durumda
kalsam veya kafam karışık olsa başvururum. Bitirdiğim bir kitap değil ama
devamlı açıp okurum. Bir de Çavdar
Tarlasındaki Çocuklar’ı çok severim. Bende bıraktığı his ayrıdır.
Sabahattin Ali’nin dili de keza böyle benim için. Müziğe gelirsek geçen kış
sadece film müzikleri ve klasik müzik dinlerken şu sıralar Bon Jovi de
dinliyorum sürekli, Anthony and the Johnsons da. Her biri ayrı besliyor ruhumu.
● Sana bomboş bir alan sunduk ve bir sahnen
var. Onu dilediğin zaman ve mekan uzamına taşıyabilirsin. İstediğin bir metni
ve karakteri oynayacaksın.
Hemen! İspanya’da
bir sokakta olurdum. Kırmızılar içinde hayal ettim kendimi, saçlarım dağınık,
ayaklarım çıplak ve Flamenko yapmaya başlamışım. Şu an zihnimde direkt böyle
bir sahne belirdi. Açıkçası zaman uzamı ne olur veya nasıl bir metinle karşı
karşıya kalırım bilemedim.
● Şu an bu masada üç sandalyeyi boş
bırakıyoruz. Kimler otururdu?
Zıt insanların yan
yana gelmesini çok severim. Açıkçası diktatörlerle oturmak isterdim. Neden bu
kadar kıyım yaptıklarını sorardım. Tüm hareketlerinin kaynağının
çocukluklarıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle Hitler ve Mao’yu
karşıma alıp bunları konuşurdum.
**
BERK CANKAT:
“Uğur’un öyle bir çerçevesi var ki her
köşesine gidebiliyorsun”
● Pınar’a sorduğum soruyla başlayayım; Bir Deli Rüzgar’ı ve de Uğur karakterini
okuduğunda seni ilk cezbeden unsur neydi? Bununla birlikte “Yine mi aynı şey
geldi…” dediğin bir yanı oldu mu?
Açıkçası
senaryodan çok karakter beni yükseltti. Uğur’u oynarken çok eğleneceğimi biliyordum
ki gerçekten de öyle oldu. Onun dengesiz yanı çok hoşuma gitti. Belli bir
çerçevesi var Uğur’un ama bu öyle bir çerçeve ki her köşesine gidebiliyorsun.
Klişe bir deyim vardır; “gri alan.” Hoşuma gidiyor gri denmesi. Bir karakter
için “çok iyi” veya “çok kötü” denmesini sevmiyorum. İşte, Uğur da gri bir rol
aslında.
● “Yine mi…” dediğin bir an olmadı mı hiç?
Bütün piyasa maalesef
“yine mi?”lerle dolu. İçlerinden kendimize en yakın hissettiğimiz işlere dahil
olmaya çalışıyoruz. Bir senaryo matematiği var ve ister istemez her şey
birbirine benziyor. “Yine mi” diyorsun hep ama ne kadar az dersen o kadar iyi
tabii. Bu yüzden de senaryonun matematiğine takılmıyor, oynayacağım karaktere
bakıyorum.
● Gün sonunda motivasyonunu nasıl sağlıyorsun
mesleki anlamda?
Bunu sağlama şekli
seneden seneye değişiyor. Yaşım ilerledikçe mutlu olmaya bakıyorum. Önceden
daha hırslı biriyken, şimdi daha dingin, anın tadını çıkaran biri oldum. Şu an
bu işte çok eğleniyorum ve elimden geldiğince ilerisini düşünmemeye
çalışıyorum. Ayrıca elimden gelenin en iyisini yaparken keyfime bakıyorum. Beni
mutlu ediyor bu. Zaten ne kadar düşünürsek düşünelim büyüklerimizin ve de
annemin bana hep dediği gibi; “Su akar yolunu bulur.”
● Aslında oyunculuk kadar olmasa da grafik
tasarımla da ilgileniyorsun, değil mi?
Evet, grafik
tasarım okudum. Fakat çok fazla dala sahip, isteyen istediğine yöneliyor.
Mesela Fox’un yeni sezon tanıtım filmini Gönenç Uyanık çekti. Ve kendisi benim
bir üst sınıfımdan arkadaşımdı. Yıllar sonra orada karşılaştık. O kadar geniş
ki alanı, ben illüstrasyon ve oyuna daha çok yöneldim. Kardeşimin de dahil
olduğu projelerim var hala. O da bilgisayar mühendisi. Dedik ya umudu nasıl
besliyoruz, motivasyonu nasıl sağlıyoruz diye; işte tek bir şeye takılıp
kalmıyorum. Yaratmayı seviyorum. Fotoğraf çekiyorum, yemek yapıyorum. Mutlu
ediyor beni böyle şeyler. Şimdi ufaktan sahneler, öyküler yazmaya başladım.
Yakın gelecekte bir kısa film yönetmeyi düşünüyorum. Altan Hoca’yla (Dönmez) da
konuşuyoruz; bu konuda bana önerileri oluyor.
● Yerde yavaşça ilerleyen bir tırtılı
fotoğraflayan Berk’le, bilgisayar başında illüstrasyon hazırlayan ya da bir rol
kişisini canlandıran Berk’e baktığında nasıl alter egolar çıkıyor ortaya?
Hepsinin temeli
benim için oyun oynamaya dayanıyor. Spesifik bir alter ego ayrımı yapamam.
Küçükken oyun oynarken kayboluyorduk ya, saatler geçse de anlamazdık.
İllüstrasyon yaparken de benim için aynı durum geçerli. Odaklanıp bu dünyadan
kopmayı çok seviyorum. Herhalde başka türlü de yaşayamayız zaten.
● Desene aslında kendi yarattığımız paralel
evrende gayet mutluyuz. Bir Deli Rüzgar’a
geri dönelim; Uğur karakterine tipoloji olarak da baktığında tam “mafyavari”
bir karakter diyecekken adamın tam zıttı bir yönüyle karşılaşıyorsun. Biraz hem
tetiğe basmaktan çekinmeyen hem de süt içmeye bayılan ve çiçeğini sulamayı
ihmal etmeyen Leon gibi.
(Gülüyor.)
Geçenlerde biri Twitter’da Uğur için şahane bir betimleme yazmış: “Psiko-sempatik.”
Çok güldüm ve hoşuma da gitti. Nasıl bir anlamı varsa artık bu kelimenin
(gülüyor.) Gerçekten de öyle, bence tam karaktere hitap eden bir betimleme
olmuş. Aslında işin özeti Uğur’un insan oluşu. Acısı var ve alaycı tavrıyla
örtmeye çalışıyor. Acısını daha çok kendiyle kaldığı zamanlarda görürüz diye
düşünüyorum. Açıkçası bu anı da heyecanla bekliyorum.
● Senin için “karaktere hazırlanmak” diye bir
kavram var mı?
Vardı ta ki bu işe
kadar. Bir Deli Rüzgar’da içimden
nasıl geliyorsa, nasıl mutlu oluyorsam öyle hareket edeceğim dedim ve öyle de
yapıyorum.
● Bu kararında önceki iki işin sonucu etkili
oldu mu?
Evet. Baktığında
bunun sonucu da belli değil, umarım çok güzel olur. Ama “Ben eğlenceme
bakacağım” dedim başlarken. Önceki işlerimde çok takıyordum, kayboluyordum
detaylarda. Hala takıyorum bu arada; ciddiye almıyorum manasında demiyorum tüm
bunları. Matematiğe çok odaklanırken, “Bir bırak, rahatına ve keyif almaya bak.
Sen keyif alırsan karşı taraf da aynı duyguyu hissedecek” demeye başladım.
● Gelelim bu çekimin diğer kahramanına
(gülüyoruz.) Pınar’la ilgili ilk izlenimin neydi? “Bana şunu kattı” dediğin bir
özelliği oldu mu?
Ben biraz mesafeli
biriyimdir ve beklerim hep. Etrafımdaki insanları tanımadan sahnede de rahat
olamam. Ailem Vatanım Sensin’i
izliyordu; ben de bir iki kez Pınar’a denk gelmiştim orada ama hiç tanımadığım
için tabii ilk sahnede çok rahat değildim. Kısa sürede Pınar’ın, sahnenin
içinde sırtımı yaslayabileceğim biri olduğunu gördüm. Onunla çalışmak çok
keyifli.
● Sırtını yaslama demişken aslında her
canlandırdığın karakter için de aynısı geçerli. Bu açıdan oynadığın tüm rolleri
düşündüğünde seni vakitsiz terk edenlerden en çok hangisine üzüldün?
İçimde kalan bir
karakter var, ondan bahsedeyim: İskender. Çok seviyordum ve gerçekten çok
içimde kaldı. Sağlam bir karakterdi ama açılamadı bir türlü. Çok eğlenebilirdik
onunla.
● Boş zamanlarında ne yaparsın; filmi
gösterime girer girmez ilk gün sinemaya koştuğun bir yönetmen var mı? Hangi
dizileri takip ediyorsun? En çok ne tür müzikler dinlersin? Herkese önerdiğin
bir kitap var mı? Galiba bu soruyla beraber bayağı senin kültür-sanat haritanı
oluşturacağız.
Brad Pitt’in
hiçbir işini kaçırmam. Niyeyse küçüklüğümden beri hayranım kendisine. Joaquin
Phoenix’e bayılıyorum. Joker’i oynadı biliyorsun; ilk o imajını gördüğümde
resmen elim ayağım titredi. Tom Hardy’nin rol aldığı işleri de izlerim. Son bir
iki senedir dizi anlamında herhangi bir şeye yoğunlaşamıyorum. Belli bir zaman
dilimine yığıyor ve o zaman izliyorum ya da okumadığım kitapları okuyorum. En
sevdiğim diziler bitti bu arada. How I
Met Your Mother’ı defalarca izlemişimdir; bir ara onu izleyerek uyurdum. Two and a Half Men’i de çok severdim.
Tabii Charlie Sheen gidince benim için o da bitti. Game of Thrones izliyorum. O zaten olmazsa olmaz durumunda.
Kardeşim bu arada neredeyse her işi takip eder. Bana da sürekli öneride
bulunuyor ama izlemediğimde fırça yiyorum ondan. Edebiyata gelirsek; Tarık
Akan’ın Anne Kafamda Bit Var adlı
romanı beni çok etkilemiştir. Lisedeyken okumuştum; çok acayip bir hisle
bırakmıştı beni. İmza yemeğim yok ama ağırlıklı olarak tatlı yaparım. Geçen yıl
cheesecake’e merak sarmıştım. Bu seneyse yeni favorim çikolatalı tatlılar
(gülüyor.)
● Finali yemek üzerinden güzel bir sofrayla
yapalım. Şu an karşında ben yokum ve masada da üç kişilik yer var. Hayatını
kaybetmiş ya da yaşayan hangi ünlü isimlerle bu sohbeti devam ettiriyor
olurdun?
Brad Pitt’i
oturtalım lütfen, tanışmayı çok isterdim. Da Vinci olabilirdi. Üçüncü sandalyeyi
de tahmin edeceğin üzere Hayao Miyazaki’ye ayırırdım. Onun dünyasına ve hayat
bakış açısına gıpta ediyorum gerçekten. Oscar kazanmış ama umurunda değil.
Yıllardır aynı ofiste çalışıyor. Masasına oturup çiçeğini suluyor ve sonra
kafasını gömüp kendi dünyasında kayboluyor. Doğaya aşık ve onu muazzam bir
görsel dille ifade ediyor. Çok naif bir adam. Hayranım gerçekten ona.
RÖPORTAJ: CANSU URAS
FOTOĞRAFLAR: EMRE YUNUSOĞLU
STYLING: TUĞÇEM GÜRAKAR
FOTOĞRAF ASİSTANI: ALPER KEMAL ÖZKORKMAZ