Deniz Akçay: Sektörde en canımı yakan sıkıntılardan biri; yolda yürürken yolu çizme zorunluluğu...

Deniz Akçay: Sektörde en canımı yakan sıkıntılardan biri; yolda yürürken yolu çizme zorunluluğu...
İlk karşılaşmanın ısınma turlarına ihtiyacı olmadığı nadir tanışmalardan birini yaşadım Deniz Akçay ile. Sanki yıllardır birbirimizi tanıyormuşuz gibi saatler uçup gitmişti. İstanbul'da kışın en soğuk ayları yaşanıyordu. Akçay incecik bir gömlekle karşımda duruyordu. Londra iklimine alışmanın getirdiği avantajı yaşıyordu. Ekranda uzun zamandır yazdığı hikayeleri izliyordum ama kalemine aşina değildim. Çok başarılı işlere imza atmıştı ama kelimeleriyle tanışmıyordum. İstanbullu Gelin'e nasib oldu. Zeynep Günay Tan'a olan inancımın da beni hikayede tutmaya yetmeyeceğini düşünmeye başlamıştım. Kapının ağzında, elimde özürüm, bekliyordum. İlk kez bir ZGT işini neredeyse izlemekten vazgeçmek üzereydim. İşte tam o sırada ilginç bir değişiklik oldu. Kelimelerin kokusu, tadı aniden değişti. Ekibe Deniz Akçay dahil olmuştu. Sonrasını biliyorsunuz. Birbirine fikren ve kalben kenetlenen her ekibin başına gelenler oldu. İşin hikayesel enerjisi yükselmeye, yükseldikçe de bizi içine çekmeye başladı. 

Deniz Akçay'la ikinci karşılaşmamız Londra'da oldu. Bana Carnaby Caddesi'ni gezdirdi. Yemekler ısmarladı. Hayaller kurduk. Konuştuk, durduk. Geleceği, hayatı, Londra'yı,olması gerekenleri, olmayanları, olması muhtemel olanları.. Sonunda birazdan okuyacağınız bu sohbet ortaya çıktı. Lafı uzatmadan aradan çekiliyor ve sizi Deniz Akçay'la baş başa bırakıyorum.



● Deniz Akçay kimdir, mesleğe nasıl başladı. Hiç bilmeyenler için -kaldıysa tabii- bir özet geçebilir miyiz?
Efenim, mesleğe 19 yaşında, majör bir travmayı (baba kaybı) atlatmaya çabalarken kendini günlük bir rutinin içine hapsetmiş ve gün içindeki yegane eğlencesini o vakitler TRT’de yeni yeni yayınlanan Ayrılsak da Beraberiz adlı sit-com’u izlediği 20 dakikaya sıkıştırmış, bunun dışında sadece kitap okuyup okula gitmeyi güçlükle başarabilmiş biri olarak, olmayacak bir tesadüf sonucu başladım. Okuldan geldiğim bir gün dizi yayında yoktu ve benim tek gülme kaynağımdı. Ertesi gün de yayını olmadığını görünce dayanamayıp jenerikte verilen e-mail adresine uzun bir mektup döşendim. Ne öncesinde ne de sonrasında herhangi bir televizyon programı için böyle bir girişimim oldu. Fakat dönemin psikolojik şartları hasebiyle hesap sormak zorunda hissettim (gülüyoruz). Cevap da Birol Güven’den geldi. Meğer dizi hafta içi 5 günden hafta sonu 2 güne alınmış ve şirket de hafta içine dönmek istiyormuş. Ve demiş ki ‘siz de bize gönderdiğiniz bu e-maili TRT’nin adresine gönderirseniz seviniriz, katkılarınızı bekliyoruz’. İşte ben o ‘katkı’ sözcüğüne takılıp bir bölüm senaryo yazarak kim olduğunu bilmediğim (o zaman hiçbirimiz bilmiyorduk) Birol Güven’e gönderdim. 

● Bir bölüm senaryo yazdın!
Evet. Çocukluğumdan beri gittiğim okullardaki yıl sonu oyunlarını ben yazardım. En büyük hayalim de tiyatro metni yazmaktı. Fakat senaryo hiç denememiştim. Hedefim de şuydu; gönderdiğim taslaktan iki repliği alsalar da o bölümü sonsuza kadar koynumda saklasam! Fakat olaylar şöyle gelişti : Birol’dan ‘belli ki senaryo matematiğine hakimsin, sadece bu seçtiğin konu TRT kurallarına uygun değil, gel seninle yazışalım bakalım ne çıkacak’ minvalli bir e-mail aldım. Çığlık çığlığa eve koştum. Eve koştum zira bilgisayarım yoktu, bunları internet cafeden yapıyordum. Bir iki mailleşme sonucu bir bölüm hikayesine karar kıldık ve bana gönderdiği senaryo şablonunu kullanarak bölümü yazıp gönderdim. Evde kağıtlara senaryoyu yazıyor sonra okulun kütüphanesinde ya da evin oradaki internet cafede bilgisayara geçiyordum. Nihayet senaryoyu gönderdiğimde şu maili aldım –ki hala muska gibi saklarım- "bölümünü çekiyoruz, her kimsen gel paranı al." Atlayıp İzmir’den İstanbul’a bir yolculuğa çıktım ve mesleki hikayem böylece başlamış oldu.
 
● Çok güzel bir yolculukmuş.. Mesleğe genç yaşta girmenin avantajları ve dezavantajları var mı?
Birol beni kapıda ilk gördüğünde ‘sen kimsin, çok küçükmüşsün, sen git ablan gelsin’ demişti. Sonrasında da herhangi bir yazı grubunun küçük sevimli kızı dışında bir şey olabileceğimi kanıtlama çabası meselenin benim açımdan en büyük dezavantajı oldu. Nitekim bu çabadan sıkılıp 23 yaşında kendi projemi yazmaya başladım. Büyük Yalan, atv’de iki sezon yayınlandı ve epey ses getirdi. Böylece televizyonda kişisel yolculuğum da başlamış oldu. Şimdi buradan geriye bakınca, neden komedi yazmayı bu kadar severken dramaya kaydığımı daha iyi görüyorum. 

● Nedenmiş?
O dönem ne kadar iyi yazarsam yazayım ‘bizim kız’dan öteye gidememe ihtimali öyle bir baskı unsuru olmuş ki tam aksi bir uca geçip şaşırtmak, kendi sınırlarımı da tanımak istemişim. İkinci dezavantajı da bu oldu galiba. Çok istememe rağmen  komediye dönemedim. Bu açığı da şimdi İstanbullu Gelin’de kısmen absurd sahneler yazarak kapatmaya çalışıyorum. Bunun dışında muazzam bir avantajı var ki o da öğrencilik halinden gocunmamak. Kimden ne öğrenebiliyorsam öğrenmek için çok ciddi bir efor harcadım ve bilgiye, yeteneğe her zaman hayranlık duydum. O yaşlarda başlayan türlü usta çırak halleri sonucunda bir yaşamsal pratiğe dönüşen bu alışkanlık, erken yaşta dinozorlaşmanın önünü alacak diye umut ediyorum.
 
● Yazmak isteyene tavsiyelerin neler olur? Zira gençler hep imkan bulamadıklarından, sektöre girmenin zor olduğundan bahsediyorlar. Onlara nasıl umut verebiliriz?
Sürekli yakınmayı seçen insanlara umut veremeyiz. Sert olduğunu biliyorum ama bu soru benim çok karşılaştığım ve başta tuzağını göremediğim tatlı bir soru olduğundan kişisel deneyimimle cevaplamak zorundayım. Son 10 yıldır Boğaziçi, 9 Eylül, Ege başta olmak üzere çok sevdiğim birkaç okulda ve festival kapsamında workshoplar düzenledim, söyleşilere davet edildim. Bir dünya öğrenciyle hemhal oldum. Sohbet ettim. Anlamaya çalıştım. Kimilerine yardım etmeye gayret ettim. Her workshop’ta yahut söyleşide hep aynı tondan yakınan çocuklar çıktı karşıma. Ben de bu arada ekibe genç, bizi enerjisiyle besleyecek birilerini hep aradım. Dolayısıyla bu arkadaşlarla özel olarak ilgilendim. Kimilerini de gruba aldım. Kuralım da belliydi; ilk 3 hafta gelip sadece izler (istediği gibi yorum yapabilir, katkıda bulunabilir, ne de güzel olur) Bu sırada biz ne öğretebiliyorsak öğretiriz, deneriz sonra işe dahlini görüyorsak bir kaşede anlaşırız ve ekibe girer. Ve her seferinde ama her seferinde sıkılıp gittiler. 

● Sürat çağı nesli tabii.. Hemen olmak istiyorlar.
Yaptığımız işin çok yorucu olduğunu, kimi zaman çok sıkıcı olduğunu, böyle hayal etmediklerini, başka projeleri olduğunu falan anlatarak iki toplantı sonrası gittiler. Bazı toplantılarda uyuyanlar oldu! Uyuyanlar. Sonra da ‘ben zaten Youtuber olucam’ diye giden oldu. Bu deneyimi bir kere iki kere falan yaşamadık. Son dönem Teşrik-i Mesai olarak da ekibe dahil etmeye çalıştığımız insan sayısı belirsiz. Emek vermek istemediler. Kolay olsun istediler. Ama değil. Her hafta 100 sayfa yazacaksınız, 41 derece ateşli de olsanız (ki olduk) bölümü yetiştireceksiniz, setin kendi dinamikleri içinde bir sürü parametre gözeteceksiniz ve bir şekilde o bölüm yüksek de olacak; bunun kolay olacağını düşünerek adım atmak kadar anlayamadığım bir duygu yok. Dolayısıyla önce ve özellikle ne istediklerini iyi ölçüp tartmalarını öneriyorum. Ne kadar emek vermeye razılar? Yazmaya ne kadar tutkuyla bağlılar? Ve yazarlıktan beklentileri nedir? Denediğim onca ‘kendimize yer bulamıyoruz’ diyen gencinin arasında iki kişi çıksa şimdi co-writer olarak ekibimizdeydi. Biz bulamadık.
 
● Benzer deneyimleri ben de yaşadığım için sana istisnasız katılıyorum. Peki, devam projelerine girmeyi sevmediğini biliyoruz ama İstanbullu Gelin’i 7. bölümde devraldın. Kişisel ilişkiler dışında seni bu işi kabul etmeye iten neydi?
Zeynep Günay Tan’la tanışma, birbirimizin dilini görebilme fırsatını değerlendirmek istedim. Daha önce tanışmamıza rağmen çalışma şansımız olmamıştı. İlk devraldığımda daha editoryal bir yerinde durup sezon sonuna kadar destek olmam istenmişti. Öyle de başladım ama Zeynep’in ve Lale Eren’in hikayeyle ilgili motivasyonunu ve ne yapmak istediklerini görünce dirseklerime kadar dalmak dışında seçeneğim kalmadı.
 
Yedinci bölümü yazarken nasıl çalıştın. İlk 6 bölümü izleyip sadece 7’ye mi konsantre oldun yoksa ilk andan itibaren karakterler sana neyin eğri neyin doğru olduğunun sinyallerini veriyor muydu?
Dünyada olmayacak bir formül işliyor bizde. Teklifi kabul ettiğimizde ilk 6 bölüm çekilmişti. Ve ben hiç izlememiştim. Selin (Yaltaal) ve Ayşe (Işıkmen) projeden haberdardı. Özellikle Selin çok seviyordu ve kısa sürede açığı kapatmamda büyük faydası oldu. Yeni bölümün sete çıkması için 5 gün vardı. Önce ilk 6’yı izleyip sonra 7’yi kurup yazmak gerekiyordu ve 6’nın finali bana göre epey yanlış bir finaldi. Dolayısıyla önce 6’nın finali baştan çekildi, biz de 4 gün içinde yeni bir bölüm yazıp gönderdik. 4 gün içinde hiç bilmediğiniz bir iş için yaklaşık 100 sayfa yazmak akıl karı değil. Ve o koşturma dinamiği devam etti. İlk 6 bölümün eksiklerini yanlış okuduğumu da özellikle 8-9’u izleyince fark ettim. Zeynep’le kafa kafaya verdik, işin eksiği hareketsizliği sanmıştım ama hareket, entrik kurgu biraz fazla olunca da iğreti duruyordu. Karakterler kendi hikayelerini anlatmak istiyordu. Biz de ona yoğunlaşmaya karar verdik. Diyebilirim ki karakterleri, işin doğasını, ruhunu tam olarak anlayabilmemiz 10. bölümü buldu. Sonrasında artık birbirimize dengeli şekilde karışmıştık.
 
● Süreyya- Faruk / Esma- Garip / Fikret- İpek / Adem- Dilara / Akif- Senem / Murat- Bade hep arızalı ilişkiler var. Bütün arızalarına rağmen sence bu hikayenin “rüya çifti” kim?
Hikayenin bence bir rüya çifti yok. Ve beni en çok bu cezbediyor.  İmkanlar el verdiğince gerçek çatışmalar koymaya çalışıyoruz. Dönüp etrafına baktığında çatışmasız yürüyen bir tane ilişkin var mı? Çatışmayı sulhe çevirebilip, yeni bir yoldan devam edebiliyorsan o ilişki güçleniyor, nefes alıyor, serpiliyor. Tam da bu yüzden rüya çiftimiz yok, hepsi televizyonun sınırları elverdiğince gerçek.
 
● Karakterleri modellerken gerçek hayattan ilham alıyor musun?
Her karakter için mümkün olmuyor, talep edilen beklenen dinamikler var kimi karakterler için. Ama çoğunlukla gerçek hayattan ilham alıyorum. Gerçek hikayelerden devşirmeye gayret ediyorum.

● İkinci Bahar’dan sonra televizyonda “yetişkin” bir aşk görmemiştik. Çok umutkâr bir aşk oldu bu. Peki, Esma ve Garip sonunda evlenecek mi? Lütfen alıştırara alıştıra cevap ver buna...
Garip ve Esma bizim Zeynep’le en heves ederek çalıştığımız ikili. Gerek geriye dönük hikayeleri, gerek şimdi yürüdükleri yol bana çok ilham verici geliyor. Benim özellikle takıldığım konulardan biri, kadının anne olduktan sonra bir şekilde kocasından ayrılmışsa (ölüm , boşanma) kadınlığını bir kenara bırakıp ilerlemeye zorlanması. Ve bunun günlük hayattaki kabulü. Esma’nın aşkı yeniden hatırlayışında, kendi dişil kimliğiyle yaşadığı barışı da izliyoruz. O birinin annesi, birinin eltisi, birinin babaannesi değil sadece, o bir kadın. Ve bu durumu acayip bir keyifle yazıyorum. Annelere kutsiyet maskesi altında biçilen müebbet hapse karşı söyleyecek iki kelamımız var özetle. Tam burada da demek istiyorum ki; önce bırakalım Esma kadın oluşunu yeniden hatırlamanın keyfine varsın. Hemen birinin karısı olmasına da gerek yok. O Esma. Garip’e aşık. Mutlular. Yol onları nereye taşır bilemiyoruz, ne evet ne hayır diye cevaplayabilirim bu soruyu ama günün sonunda Esma yaşadığı ilişkide tastamam kendi kalarak mutlu olan bir kadın. Bu çok güzel değil mi?

Güzel tabii.. İstanbullu Gelin ikinci sezon itibariyle sektör dinazorlarının “izlenmez” dediği bir psiko-drama olmaya başladı. Bunu bilinçli olarak mı yapıyorsunuz?
İkinci sezonun tamamını (sanıyorum bir hafta hariç) AB ve ABC’de 1. olarak yürüdük bu röportaja kadar. Dolayısıyla izlenmediğini düşünmek için elimizde somut bir veri yok. Bununla birlikte, çok zor bir dinamik yakaladığımıza inanıyorum. Düşünsene, psikiyatri seansları yazıyoruz ve yazmadığımız hafta tepki mesajları yağıyor. Ve yazdığımız her hafta bölümün en çok konuşulan, en sağaltıcı akslarından biri oluyor. Sadece bunun için bile insanın ekrana bakarken içine de bakabilmesini sağlayabildiğimiz için bile Zeynep ve Deniz’den (Koloş) başlayarak tüm ekibe ancak teşekkür edebilirim. Entrika yazmak hem çok eğlenceli hem de çok kolay. Meslekte 18. yılımı tamamlıyorum ve hiç bu kadar zorlanarak çalışmadım. Çünkü kolaya kaçmamak için çırpınıyoruz. Biz yorulduk Ranini, toplum olarak epey yorulduk. Üst üste yaşadığımız türlü travmaların etkisi bizde şu an nerelerden çıkacağını bilemediğimiz hasarlar bıraktı bence. İstanbullu Gelin izlerken bir an olsun küçük bir yarasında iyileşme ihtimali sezebiliyorsa seyirci, bu bizim ödülümüz.
 
● Klişeleri yeniden paketlemeyi, ters köşe yapmayı ve trajedi çıkışlı akslarda mutlaka “umutkar” olmayı tercih ediyorsunuz. Bunun temel sebebi nedir? Yani ben izlerken “sağ şu duyguyu, sonuna kadar sömürsene” diyorum. Deli gibi ağlatabilecekken yapmıyorsunuz. Rejiniz de böyle çalışıyor. Neden?
Bunu bilinçli bir tercihle yapıyoruz. Tam da bir önceki soruda bahsettiğim duygudan. Deli gibi ağlayacaksa seyirci;  birinin ölümüyle değil de, o kaybın ardından hayata tutunabilme gücüyle ağlasın, derin bir nefes alsın ve yol yürüme gücü bulabilsin istiyoruz. Beklenmedik bir anda büyük bir yağmur bastırır, hemen arkasından bir güneş çekinerek yüzünü gösterir ve devasa bir gökkuşağı patlatır ya gökyüzü, İstanbullu Gelin’in bendeki duygusu bu. ‘Kuş ölür, sen uçuşu hatırla’ desin istiyorum hikaye. Canım Füruğ Ferruhzad’a, Didem Madak’a, Turgut Uyar’a, Bilge Karasu’ya ve daha nicelerine –ilişmek haddim değilse de-  uzaktan da olsa ‘sizi anladık’ desin istiyorum.

● Terapi koltuğuna oturtmak istediğin bir İstanbullu Gelin karakteri var mı? Kim? Diyelim oturttun, yazacağın ilk replik ne olurdu?
Bu uzun sezonun ardından terapi koltuğuna Teşrik-i Mesai ekibi olarak oturmamız lazım, orası kesin (gülüyoruz) Ama ille karakterlerden biri olacaksa İpek’i oturtmak isterdim. Kendim olsam derdim ki ‘kuzum derdin ne?’ Lakin terapist sanıyorum onu bir süre izlerdi ve dökülmesini beklerdi. Söze ilk İpek girerdi çünkü o dinlemeyi sevmiyor.
 
● Aslında kalben izlersek terapi sahnelerinde seyirci olarak bizim de sağalmamız, derman bulmamız ya da bizdeki sorunu kabaca tespit etmemiz mümkün. O sahneleri yazarken bu sorumluluğun farkında mısın? Bu nasıl bir sorumluluk?
Öncelikle şunu söylemek isterim ki günün sonunda İstanbullu Gelin bir dizi. Ne mutlu ki  cebimizde biriktirdiklerimizi paylaşabilme lüksü sağlayan bir dizi. Ama bir dizi. Dolayısıyla onu bir sosyal sorumluluk projesi olarak ele almıyorum. Daha önce cevapladığım sorular hep çalışırkenki duygumla ilgiliydi; lakin bir de işin zorunlu dinamikleri var. 140 dakikadan aşağıda olmayacak, bölüm içi çengelleri pas geçilmeyecek, merak ettirecek gibi gibi... Bunlar olup biterken her hafta bir de en doğru önermede bulunma zorunluluğu taşımıyorum. Zaten karakterlerin de yapıp ettikleri her zaman en doğru değil. Hatta zaman zaman olabilecek en yanlış yollara sapıyorlar. Ben onların yolculuğunu izlemeyi seviyorum. Bununla birlikte terapi sahneleri sezonun başından beri beni en düğüm eden aks. Şöylesi bir kişisel hikayem var; çocukluğumdan beri yazar olmak istedim. Ama yazar olursam aç kalacağım söylendiği için üniversite sınavına ilk girdiğimde ilgili bölümlere cesaret edemedim. İlk kazandığım ve iki senesini okuduğum bölüm Tarih, senarist olduktan sonra dondurup, yeniden sınava girerek Sinema TV’den mezun oldum. Fakat yazarlık olmazsa okumak istediğim bölüm Psikolojiydi. Tutkuyla bağlıydım her daim. Tam benim sınava gireceğim sene Psikoloji eşit ağırlık puanıyla öğrenci almaya başladı. Matematiği kendine kadar bu biçare için de okul bir hayal oldu. Yaşadığım hayal kırıklığını tarif edemem. Sonrasında uzun erimli kişisel terapi yolculuğum var. Bu bir çeşit, kendi içine dönerek dünyayı algılama yolculuğuydu benim için. Etrafımdaki insanlar terapiste gittiklerini saklamak isterdi , utanılacak bir şey gibi. Ben dilim döndüğünce yüksek sesle anlattım; önemini, değerini hatta keşke imkan olsa –zorunluluğunu. Zira kişinin kendini tanıması, bir ömür sürecek bir yolculuk, bu yolda en kıymetli araç terapi. Terapi aksını bu bilişle yazıyorum. Ve düğüm oluyorum. Her hafta Dr. Gülseren Budayıcıoğlu ile bir saat konuşuyoruz. Ona kısaca bölümü anlatıyorum ve Adem’in terapisinden o seans ne beklediğimi… Bunun üzerine bir yolculuğa çıkıyoruz. Adem’in derdi bütün diğer karakterlere de sirayet etsin istiyorum; onun üzerinden hepimize bir şeyler söylesin. Ama bunu yaparken didaktik de olmayalım. Velhasıl  en zorlandığım aks. Fakat üzerine gelen geri dönüşler, yorumlar ürke korka çıktığım yol konusunda cesaret veriyor. Yıllar yıllar önceydi; Şehnaz Tango izlerdik ailecek. Babam çok seven ama sevgisini nasıl göstereceğini bilemeyen bir adamdı rahmetli. Duygusu çok yoğun bir bölümün sonunda biz odalarımıza dağılırken birden dönüp ‘ben sizi çok seviyorum’ dedi. Bölümün etkisinden çıkamamıştı. Ve daha önce böyle yüksek sesle bi sevgi beyanı görülmemişti. Hepimiz bu açıklık karşısında kalakalmıştık. İstanbullu Gelin böyle bir duygu veriyor sanıyorum ve bunu çok seviyorum. 
 
● Ben izlerken kurgu- gerçek sınırında gezinen şizofrenik anlar yaşıyorum ve açıkçası bu nedenle aldığım keyif katlanıyor. Ellerinize sağlık! O zaman şunu sorayım. Sezon finalinde bir karakterini mutlaka öldürmen lazım dersem hangisini seçersin ve nasıl öldürürsün?
İlle birini öldürmek zorunda kalsam, hiç istemeyerek ama mutlaka Esma’yı öldürürdüm herhalde. Zira o konağın, o ailenin temel taşı. O taş çekilince o aileye ne olacağını, onun yokluğunda tüm diğerlerinin hangi rolleri üstleneceğini izlemek büyük keyif verirdi bana. Nasıl öldürürdüm şu an bilemiyorum; Ayşe ve Selin’le saatlerce tartışıp elli versiyon bulurduk sanırım. Ama aldığı bunca yoldan sonra aslında huzurla ölmesi gerekirdi.
 
● Profesyonel bir hikaye arsızı olarak izlerken hikayede bazı manevralar seziyorum. Bazen bir entrika/ çatışma çengeli atıp sonra aniden vazgeçiyorsunuz. Örneğin Can-Süreyya hikayesi gibi.. Neden?
Can ve Süreyya bizim açımızdan netameli bir hikaye oldu. En başından beri herhangi birinin Süreyya’nın kafasını karıştıramayacağını biliyorduk. Ama ona tutkuyla bağlanıp bunu aşamayan bir Can’ın yapabilecekleri, bu durumun Faruk-Süreyya ilişkisine ve tüm konağa etkileri çok zengin olasılıklar barındırıyordu. Murat Aygen de nefis performans sergiledi. Fakat bizim hikayenin duygusu ve ritmi o kadar karanlığı kaldırmadı. Ve biz bunu yolda gördük. Sektörde en canımı yakan sıkıntılardan biri bu; yolda yürürken yolu çizme zorunluluğu.  Zeynep’le de üzerine en uzun konuştuğumuz karakterlerden biri oldu ama genel duyguya hizmet etmeyince vazgeçmek zorunda kaldık.
 
● Berkay Hardal’ı aniden göndermek zorunda kaldınız. Bu tip beklenmeyen ataklar hikayeciyi nasıl etkiliyor, zorluyor mu?
Berkay’ın başka diziyle anlaşması ve bunu son anda haber vermesi üzerine ciddi bir sıkıntı yaşadık. Menajerinden de lezzetli bir hikayeyle göndermek için zaman istedik ama bir sonraki bölüm sete gelir , sonra gelmez bilgisini aldık. Böylece apar topar bütün bölümün hikayesini değiştirmek zorunda kaldık. Ve bir bölüm içinde damdan düşercesine gitme kararı alıp bunu deklare edip gitmesi gerekti. Kişisel olarak en sevmediğim bölümlerimizden biridir. Bu kadar beklenmeyen bir atak daha önce başıma gelmemişti, bundan sonra da gelmemesini umarım. Fakat arada bir oyuncu rahatsızlığı , oyuncunun yurt dışına gitme zorunluluğu gibi sebeplerle son dakika değişiklikleri yapmak zorunda kalıyoruz; yukarıda bahsettiğim dinamiklerden sadece birkaçı. O zaman derli toplu bir bölüm kurabilmek için çok daha büyük efor sarfetmek gerekiyor.
 
● Teşrik-i Mesai kimlerden oluşuyor?
Teşrik-i Mesai’de bir arada mesai veren dört kadınız. İkisi Selin Yaltaal ve Ayşe Işıkmen, 9 Eylül yazarlık mezunu iki arkadaşım. Bölüm hikayelerini birlikte kuruyoruz. Diğeri de Armağan Gülşahin, 13 yıldır bütün yazdığım dizilerde diyalog yazarlığı yapan kıymetlimiz. Aynı zamanda da ablam. İstanbullu Gelin’de kendini aşarak kitap yazmaya başladı, arada bir hasetlenmiyorum desem yalan.
 
● “Bana iki yıl verin oturup rahat rahat şu diziyi yazayım/ uyarlayayım” dediğin bir hayalin var mı?
Bana iki yıl verin, oturup rahat rahat bir film senaryosu bir kitap yazayım hayalim var. Epey de beni kaşıyan bir hayal. Yapabilirsem İngiltere’de psikoloji yüksek lisansı yaparken bir yandan bu ikisine yoğunlaşma hevesindeyim. Ama bu hangi 2 yıl, bilmiyorum henüz.
 
Şu an sezon finalini biliyor musun? Bizi çok üzecek misiniz?
Evet, sorularına cevap vermeden önce sezon finalini şirkete gönderdim. Üzecek miyiz, birlikte görelim.
 
● Köksüz’den sonra yeni bir film olacak mı? Biraz bahsedebilir misin bize?
Köksüz, benim anlatmasam olmaz dediğim hikayedir. Ve kişisel sinema yolculuğumu bu duygu üzerine bina edeceğimi daha Köksüz’ü çekerken biliyordum. O dönemki röportajlarda da aynı şeyi söyledim; Köksüz çok iyi karşılandı lakin ben sadece bu yüzden yeni bir filme kalkışmayacağım. Bir daha etime batan, anlatmasam olmaz dediğim bir şey olmadan film çekmeyeceğim. Şimdi öyle bir hikayem var. Anlatmasam olmaz. Zamanını kendi belirleyecek, tıpkı Köksüz gibi.
 
Son olarak keşke şunu sorsaydın Ranini dediğin bir soru var mı?
Çok soru cevapladım, kesin sonra aklıma gelecek ve ‘ahhh şunu diyecektim’ diye kendimi yiyeceğim. Ama an itibariyle hatırlamıyorum..

 



BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER