Fatih Koyunoğlu: Önemli olan komedinin içindeki acıyı ve acının içindeki komediyi çıkarmaktır

Fatih Koyunoğlu: Önemli olan komedinin içindeki acıyı ve acının içindeki komediyi çıkarmaktır
Fotoğraflar Emre Yunusoğlu

İstanbullu Gelin’de Akif karakterine hayat veren Fatih Koyunoğlu ile röportajımız benim adıma bugüne kadarki en interaktif sohbet olarak RaniniTV’nin turuncu geçmişine geçebilir. Zira Kadıköy Çarşı’nın en tatlı köşesi Şekerci Cafer Erol’un sokaktaki masalarından birine kurulduğumuz bir cuma sabahında Fatih Koyunoğlu, omzunda talih kuşunun bıraktığı iz ile geldi. Tam da yılbaşı olduğu için tabii ki milli piyango bileti almak kaçınılmaz oldu.

Akif’in, Zeynep Günay Tan’ın hayran olunası rejisi, öngörüsü ve de Deniz Akçay ile Teşriki Mesai’nin kalemi sayesinde tabiri caizse yarış atı gibi açıldığı, Senem’le aralarındaki ilişkinin tango ile çiftetelli arasında bir yerde durduğu ikinci sezonla başladığımız sohbet, “Akif’in dolapları”na gelince yan masadan da katılım oldu. Kendisinin “güvenli limanı”na dönüşen o dolaplar, sokağın da dilinde. Zira söz konusu bu sahneler olduğunda izleyicinin tepkisi ortada: “Dolaplı sahnelere bayılıyoruz.” Fatih Koyunoğlu, bu sırada Akif’e özel dolap hazırlamak isteyen tasarımcılar olduğundan bahsediyor. Arada Şekerci Cafer Erol’un güllü narlı lokumuyla ağzımızın tatlandığı sohbette sıra tiyatroya geldiğinde ise Koyunoğlu, vitesi boşa alıyor ve sanki deniz kenarında muazzam bir yol boyunca ilerliyormuşçasına anlatmaya başlıyor. Aslında beş yıl iktisat okusa da tiyatro bir noktada kanına girmiş ve Yılmaz Gruda’nın “Gel de bir kumaşını görelim” sözü onun için başlangıç anı olmuş. Konservatuardan mezun olduktan sonra kurdukları Tiyatroadam’la her sezon kapalı gişe oyunlara imza atan Fatih Koyunoğlu, bu yıl İntiharın Genel Provası ile sahnede!

Genco Erkal’a çok tatlı mizahi bir dille selam çakıldığını hissettiğim, Türkiye’deki şehir ve devlet tiyatrolarına hafiften ışık tutan, sistemin çarklarına diş geçiren oyun, harika bir kara mizah örneği olarak tiyatroseverlerle buluşuyor. Uzun lafın kısası Akif’le açılan sohbet, tiyatroyla, “Kurt neden ot yemez?” sorunsalıyla devam ederken; Zeki Demirkubuz, Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali ve Nuri Bilge Ceylan anılarak da finale uzandı. Esma Sultan davetsiz misafir sevmez ama gerek oyunculukları, gerekse Zeynep Günay Tan’ın yarattığı dünya sayesinde her cuma kapısını arşınladığım İstanbullu Gelin’in en neşeli üyelerinden olan, tiyatro sahnesinden hiç inmesin temennisinde bulunduğum Fatih Koyunoğlu son noktayı öyle güzel koydu ki; dilerim iletişimsizliğin içinde bu sözü söylemeyi aklımıza getiririz: “Hatalıysam arayın!” İyi okumalar!

 

● İlk sezonda Faruk'un sağ koluydu; derken hayatına beklenmedik bir anda, bodoslama Senem faktörü girdi ve ikinci sezonda Akif bambaşka bir adama dönüştü. Hatta özellikle “dolap” sahneleri onu fenomen kıldı (gülüyoruz.) Bu kadar değişim yaşanacağını öngörüyor muydunuz?
Açıkçası bana da sürpriz oldu. Akif’in hikayesi, sizin de dediğiniz gibi şirkette çalışan; Boran Ailesi’nin, özellikle de Esma Boran’ın sonsuz güvendiği, Faruk’un sağ kolu bir karakter olarak başladı. Hatta Senem’e karşı ciddi anlamda bir antipati besliyordu. Senaristlerimiz Deniz Akçay ve Teşriki Mesai, izleyiciye sürpriz yapmayı, gol atmayı seviyor. Açıkçası bana da o manada bir gol oldu. Ben de öyle bir aşkın başlayacağını öngöremiyordum. Şimdi daha sürprizli, ne yapacağı öngörülemeyen, paniklediği zaman her türlü saçmalığı yapabilen değişik bir karakter oldu.
 
● Bakıldığında yine bu sezon öncesi Akif, herkesin patladığı biriydi, günah keçisi gibiydi. Şimdi altta da kalmıyor.
Tabii, ilk sezon arada tenis topuydu. Şimdi aynı zamanda biraz patavatsız olmaya da başladı. Açıkçası Akif’in böyle evrilmesinin ve Senem’le çift olmasının bir riske de sahipti. Son derece fırtınalı giden bir dramanın içinde böylesine iki renkli karakterin bir araya gelmesi ve bu kadar değişmesi, “Acaba araya başka diziden parça mı attık?” gibi bir skeç algısı yaratabilirdi. Bunu, aynı zamanda akan bir şeyin içinde inandırıcı ve de samimi kılabilmek bir mevzuydu. Fakat şu anki durum gerçekten yönetmen ve de senaristlerin başarısı oldu. İzleyici de Akif ile Senem’i kabul etti hemen. Bu da bizim için çok mutluluk verici.
 
● Oyuncu için tabii ayrımı olamaz ama tiyatro kökenli bir oyuncusunuz; bu açıdan ilk sinopsise ve karakter analizine baktığınızda Akif, sizin oyun alanınızda daha stabil ve dar bir rol olarak görülebilir. Sizin için durum nasıldı?
Dediğiniz genel geçer anlamda doğru ancak bu noktada hem senarist hem de yönetmen sizin yaptıklarınızı gördükçe üzerine bir şeyler ekliyorlar. İstanbullu Gelin’de tüm yaratıcı ekip an yaratmaya bayılıyor. Bir yanda okuduklarımız varsa, öteki tarafta da onların kurdukları dünyalar var. Oralarda başka anlara çengel attığınız zaman sonrası böyle gelmeye başlıyor. Bu tabii dediğim gibi bakan gözlerle de çok alakalı. Başka dizilerde de bu şekilde anlar yaratmaya çalıştım ama İstanbullu Gelin’deki gibi gözükmedi. Hayatımda ilk defa bir dizi setinde oyunculuğa bu kadar kıymet verildiğini görüyorum. Hiçbir zaman, “Tamam, dizi çekiyoruz. Artık olduğu kadar yapacağız. Altı günde kaset yetiştirilecek. Zaten bizim işimiz tuttu” gibi kalıpların arkasına sığınılmıyor. İstenilen anlar yakalanana kadar deniyoruz; bu manada oyuncuyu zorlayan bir ekip söz konusu. Bu da benim çok hoşuma gidiyor. Ben de hiçbir zaman “olduğu kadar” durumunu benimsemedim. Böyle bir takıma denk gelmek ve oynadığım şeyin fark edilmeye başlanması benim için bir şans.
 
● Zaten senaristin yolu açtığı kadar yönetmen de aldığı oyundan öngörüde bulunarak karakterin gelişmesini sağlıyor aslında.
Bakıldığında senarist senin hangi dünyadan çıktığına çok hakim, sen ise neyi temsil ettiğini biliyorsun, yönetmen de sette senin oyunundan sonrasında neler olabileceğini, hangi yollara sapabileceğini kestiriyor. Bu açıdan Akif benim için çok heyecan verici; mesela sekiz bölüm sonra çok trajik bir karaktere de dönüşebilir. Biz hem acılı hem de sinirli hallerini gördük Akif’in; aynı zamanda mutlu ve komik yönlerine de tanık oluyoruz. Bu nedenle beş bölüm sonra ben de nereye gideceğini bilmiyorum. Böyle olduğunda da derdi oyunculuk olan biri sevdiği bir dünyanın içinde buluyor kendini. İstanbullu Gelin’in çok boyutlu olması beni cezbediyor. Bir de hem reji hem de senaristlerimiz sahnelerimi ve karakterimi kurcalamama müsaade ediyor. Bu da bir oyuncu için hazine niteliğinde.
 
● Her oyuncu bu bahsettiğinizi yapabildiği için de çok sağlam paslaşıyorsunuz birbirinizle.
Ben oyunculukla futbolu birbirine çok benzetirim. Biri çok yeteneklidir, çok iyi oyuncudur ama bazen doğru takımda değildir. Sen onu oynamıyor sanırsın. Messi, bu duruma çok güzel bir örnek. Barselona’da harikalar yaratırken, Arjantin Milli Takımı söz konusu olduğunda herkes “Messi’yi oynatmasınlar” diyebiliyor. Bu sadece senin yaptığınla alakalı değil, aynı zamanda bir paslaşma. Hangi takımda oynadığınla ilgili.  
 
● İşin mutfağının karakterinizi ve bir sahneyi kurcalamanıza izin verdiğinden bahsettiniz. İstanbullu Gelin’de bugüne kadar hangi sahneyi daha fazla eşelediğinizi söyleyebilirsiniz?
Müzik altı da çekilse sonuna kadar eşeleyen biriyim. Ancak eşelemek yerine oynamaktan keyif aldığım sahneyi sorarsanız itiraf sahnesi, Prag sahneleri, Neslihan’la (Yeldan) oynadığımız restoran sahnesi ve benim ona açıldığım an çok keyifliydi. Komedinin içindeki acı, acının içindeki komediyi çıkarmak asıl önemli olan. Bu söylediğim sahnelerin diğerlerinden farkı ve de komik olmasının sebebi onun aynı zamanda acılı olmasından geliyor. Hayatta da öyle değil midir? Düşen bir insan aslında bir trajedinin içindedir, sen ona dışarıdan bakar ve gülersin. Aslında birçok duygu birbiriyle iç içe.
 
● Akif’in bu acılı ve komik anlarının en vazgeçilmez öğesi de dolap oldu. Nasıl etkileşimler alıyorsunuz o sahnelerle ilgili? Dolap, “aldatılma” anlarının limanıyken Akif’le beraber naif bir hale büründü.
“Dolap Akif” yazanlar ve “Senin için dolap tasarlıyorum” diyen tasarımcılar var. Mesela en son duyduğuma göre arkadan çıkış kapısı olan bir dolap yapacaklarmış (gülüyor.) Molière’in Scapin’in Dolapları adlı oyununa ithafen Akif’in Dolapları diyen de oluyor. Seviyorum bu reaksiyonları.
 
● Gelelim tiyatroya; Tiyatroadam’ın kurucularından birisiniz. Türkiye gibi bir ülkede tiyatro kurmak maalesef cesaret isteyen bir eylem. Tiyatroadam’ı kurarken sıkı sıkıya tutunduğunuz en büyük motivasyonunuz neydi?
Bilinene bilinmeyen tarafından bakabilenler sanatçıdır, diğerleri ise zanaatçıdır. Biz de bilineni bir de bilinmeyen gözünden gösterebilmek ve de önyargılarımızı yıkarak hayatı daha çıplak görebilmek için kuruldu Tiyatroadam. Birçoğumuz ödenekli tiyatrolarda çalışıyorduk Tiyatroadam öncesinde. Ancak sonra istifa ederek hayallerimizin peşinden gitmeyi seçtik. Derdi ortak olan insanlarla bir araya geldiğinizde, eğer derdinizde de samimiyseniz böyle bir oluşum kaçınılmaz oluyor. Hele bir de hayallerinizde ısrarcıysanız o zaman yapamayacağınız şey yok. Bizim de motivasyonumuz buydu.
 
● Bu sezon sahneye koyduğunuz İntiharın Genel Provası’nı seçmenizde hangi özellikleri etkili oldu?
Tiyatroadam kurulduğundan bu yana lafı, sözü olan oyunlar seçmeye çalıştı. Ve bu sözün, bu toprakların çok dışında olmamasına gayret etti. Burada akan reel hayatı ilgilendiren metinler bulmaya çabaladı. Fakat seçtiği metinleri de hep mizahi yolla anlattı. İntiharın Genel Provası, aynı zamanda Emir Kusturica’nın ölümsüz filmi Çingeneler Zamanı’nın yazarı Duşan Kovaçeviç’in imzasını taşıyan bir eser. Kovaçeviç, aynı zamanda muazzam bir sinemacıdır. Yıllardır Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen, Yetkin Dikinciler ve Bülent Emin Yarar’ın oynadığı Profesyonel’i de beyazperdeye uyarlamıştır. Yazarın zaten yazdığı tüm oyunlar Tiyatroadam’ın kurulduğu günden bu yana derdiyle çok uyuşuyordu. Aynı zamanda çok acı Balkan hikayelerini mizahi bir dille anlatıyor. İntiharın Genel Provası, yıllardır sahnelenmek üzere repertuarımızda olan bir oyundu. Ancak biz biraz daha kalabalık bir ekip olduğumuzdan “Bu, dört kişilik bir oyun; nasıl yapacağız ki?” diyorduk. Bu sezon ilk defa iki oyun yapmaya karar verdik. Biri Kafkas Tebeşir Dairesi’ydi. Hazır onu yapıyorken bunu da mutlaka yapalım dedik ve şu an sahnede seyircilerle buluşuyor.
 
● Oyunda oyun ve de gerçeklik algısı düğüm olmuş durumda. Tiyatroda bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Bildiğiniz üzere oyunda intihar etmek isteyen bir adamımız var ve hikaye de onunla birlikte açılıyor. Yazar aslında bunu direkt söylemese de oyun finalinde şu alt mesaj söz konusu: “Biz oyun boyunca intihar etmek isteyen adamın hikayesini görüyoruz ve onun da sürekli oyun kahramanları tarafından kandırıldığına tanık oluyoruz.” Seyirci de buna hem gülüyor hem de üzülüyor. Oyun sonunda yazar; “Bak, aslında sizi de kandırdılar.” Siz bir hikaye izlemediniz, bambaşka bir kurgunun parçası oldunuz.

 

● Oyun boyunca sorduğunuz bir soru var; size de sormasam olmaz: “Kurt neden ot yemez?”
Çünkü bunu onun adına koyunlar yapar. Kurt da otu yiyeni yer. Sadece Türkiye’yi değil, koca devletleri kurt gibi düşündüğünüzde Ortadoğu da sırtlanlar gibi bir toprak alma kavgası içinde. Büyük devletler komik çocuklar veya kurtlar gibi yağma yapıyorlar, hem de gözlerimizin önünde. Bunu da demokrasi adına yaptıklarını iddia ediyorlar. Aynı bizim oyundaki gibi saçma, absürt bir durum var ortada.
 
● Röportajdan önce en sağlam eleştirmeninizin anneniz olduğundan bahsetmiştiniz.
Peşinen söyleyeyim; bu diziyi çok seviyor. İstanbullu Gelin’e kadar, “Aman canım, oynarsan oyna; ben izlemeyeceğim” derdi. Bu işe yorumları şu şekilde oluyor: “O ceketini biraz düzelt”, “Ayakkabının çamurunu sil.”
 
● Annenizin kulaklarını çınlatmışken; oyunculuğu milat olarak görecek olursak öncesini nasıl özetlersiniz?
Galiba fark edilme çabası; en temelinde bu yatıyor. Ben tek çocuğum. Annem evlendiğinde 15 buçuk yaşındaymış. O, 17’ye girmeden de ben doğuyorum. Anlayacağınız o da çocuk. Beraber oynardık zaten. Benim resimlerimi o yapardı. İlk başta Bolu’da beş yıl iktisat okudum. 54 dersle mezun oluyorsunuz, ben beş senenin sonunda 24 dersten geçmiştim. Beş sene daha okusam bitmezdi (gülüyor.) 1997 yılında İktisat’a başlamadan hemen önce bir arkadaşım sevgilisi gelmeyince biletinin olduğu tiyatro oyununa beni götürmüştü. Ben de perde arasında deli cesaretiyle kulise gidip Yılmaz Gruda’yı bulmuştum. “Hocam ben de tiyatrocu olmak istiyorum” dediğimde, “Tamam evlat; pazartesi gel, bir kumaşına bakalım” cevabını almıştım. İnanın abartmıyorum; o sırada Yılmaz Hoca’nın yanındaki kızı asistanı sanıp ona, “Kaç metre alayım? Nereden bulurum?” diye sormuştum (gülüyor.) “Kumaşlarla gitmem gerekiyor, herhalde onları üstüme atacaklar ve öyle bakacaklar” diye düşünmüştüm. O kadar yabancısıyım. Parça hazırlamam gerektiği söylenildi. Tabii parça nedir, Shakespeare kimdir; en ufak bir fikrim yok. O dönem deyim yerindeyse “tribüncü”, Beşiktaş maçlarını kaçırmayan biriydim. Pazartesiye kadar kendim bir şey yazdım ve oynadım. Yılmaz Hoca, “Sende meddah gırtlağı var, mutlaka bununla devam etmelisin” demişti. Fakat sonrasında malum iktisat bölümünü kazandım.
 
● Yılmaz Gruda’nın o yorumundan sonra keskin bir U dönüşü yapsaydınız.
İşte, söz konusu üniversite ise malum o pek olmuyor. Fakat tiyatro sevdası bir kere girmişti kanıma; Bolu’dayken tiyatro topluluğu kurduk. O dönemde de Bolu’nun bir tiyatrosu yoktu. Bu nedenle üniversite tiyatrosu, şehrin tiyatrosu oldu. Beşinci sınıftayken arkadaşlarım mezun olup şehri terk etmeye başladığında bazı şeyleri fark edebildim ve de İstanbul Devlet Konservatuarı’na girdim. Ailem tabii geçici bir heves olarak gördüğü için onlara, “Hiçbir şeye karışmayacaksınız, ben kendimi okutacağım” demiştim. Hem okuyup hem de çalışmak zorundaydım. İkinci sınıfın başında baktım ki aradaki beş seneyi doldurmak için insan üstü çalışmışım gerçekten. O yıl Bakırköy Belediye Tiyatrosu’na girdim. Üçüncü ve dördüncü sınıftayken BBT’de toplam altı oyunda, konservatuarda ise üç okul oyununda oynuyordum. Zaten okul da bitince Tiyatroadam’ı kurduk. Anlayacağınız tiyatro hep var hayatımda.
 
● İzlenme, görülme isteği nereden geliyor peki?
Annem, benim oyun arkadaşımdı. Fakat bir süre sonra onun başındaki ebeveyn olduğunu fark ettiğin için, “Beni görün, beni sevin. Bakın ben bunu da yapabiliyorum” demeye başlıyorsun. Çocuksu bir isteğin oluyor bu şekilde. Yıldız Kenter Hocam şöyle derdi: “Yüksekte olmayı seçen her oyuncuda başta bir beğenilme, sevilme, fark edilme, alkışlanma ve onaylanma isteği oluyor ama bunu sonra nereye evireceğin çok önemli.” Hayat boyunca bunu dersen eşiğin öbür tarafından uçuruma yuvarlanabilirsin. Fakat “Benim derdimi dinleyin. Aynı dertte miyiz acaba?” demeye başlarsan mesleğin tatlı bir yöne gidebiliyor. İster ego veya kibir deyin, isterseniz nefis; hayat boyu sizi rahat bırakmayan bu duyguyu dizginleyip başka yere eviremediğiniz zaman sizin en büyük düşmanınız oluyor.
 
● Hala en sağlam eleştirmeniniz anneniz mi?
Tabii ki (gülüyor.) Mesela hala bazı yaptıklarımın altında ona beğendirme çabamın olduğunu biliyorum. Bunu onunla da paylaşıyorum. Genelde en ağır eleştiriler ondan geliyor. İntiharın Genel Provası için güzel yorumlarda bulundu. Galiba 2017, annemden yana şanslı olduğum bir yıldı (gülüyor.) Mesela bazen ilk perdeyi birinci sezon, diğerini ise ikinci sezon izler. Bir şeye inanmazsa orada bir durur, hayatta da böyle. İstemediği bir şeyi ona yaptırmak çok zordur. Çayına çok düşkündür; o nedenle bir oyunda “Tamam gel, sana ışık odasında çayını da getireceğim” diyerek ikna etmiştim (gülüyor.)
 
● Sette “kestik” lafını duydunuz, sahnede de ışıkların sönüp alkışların patladığı andayız. Bu anlarda sizi en çok heyecanlandıran, mutlu eden şey nedir? Dizi yayını sırasında atılan tweetler mi, sokaktaki birinin tepkisi mi, o anki alkışlar mı veya sette yönetmenin yorumu mu?
Bazen hepsi birden “en” sıfatını başa alabiliyorum ama ben tüm bunları yaşasam da “Acaba böyle mi olsaydı, yoksa böyle mi?” diye kurcalayan biri olduğum için kafamdaki ses durmuyor. Bazen gerçekten, “Tamam yeter, bırak geç” diyebilmeyi çok istiyorum. Hep aynı örneği veririm; marangoz masayı yapıyor ve masayla ilişkisi o noktada bitiyor. Geçtiğimiz sezon Ivan Ivanoviç Var Mıydı, Yok Muydu? adlı bir oyun sahnelemiştik. Nazım Hikmet’in metnidir. Basit bir memurun dönüşüm hikayesini anlatıyor. Bir temsile bankacı bir grup gelmişti. Oyun bittikten sonra gelip “Resmen şu an gidip kendimizi check edeceğiz. Başladığımız gibi olmadığımızı; ilk zamanlarda bütün müşterilerimiz çıkana kadar onlara yardım ederken sonra yavaş yavaş ‘Sistem bozuk’, ‘Şu an hesap kapama yapıyorum’ diyerek onları başımızdan savdığımızı göreceğiz” demişti. Aynı şekilde bir gün de bir mimar grup gelip, “Aslında bizim ofiste herkesin ayrı odası olacaktı. Sizin oyununuzdan sonra açık ofis planlıyoruz” şeklinde yorumda bulunmuşlardı. İnsanların hayatlarına direkt etki ettiğini görmek veya “O dert bende de var” dediği noktada seyircilerle temas etmek beni mesleki olarak en mutlu eden şey.
 
● Kariyerinizde perde kapanıyor; izleyiciyi ekrandan, beyazperdeden veya tiyatrodan selamlayacaksınız. Nasıl bir rolle, projeyle bunu yapıyor olursunuz?
Öncelikle kendi tiyatro salonumuzun olmasını çok istiyoruz. Bununla birlikte o kadar çok isim var ki burada sayabileceğim. Mesela bir Zeki Demirkubuz filminde oynamayı çok isterim ya da Zeynep Günay Tan’ın çekeceği bir filmin parçası olmayı. Sait Faik Abasıyanık veya Sabahattin Ali öykülerinden oyunlaştırılmış bir metinle sahnede olmak da çok güzel olur. Oyuncu maymun iştahlıdır, tek bir hakkım varsa seçmeyeceğim (gülüyor.) Hepsini istiyorum. Mesela Nuri Bilge Ceylan ile de tanış olayım. Heybeme dolduracağım çok şey olacağı için hiçbirinden geri kalmak istemem.
 


KISA KISA
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Sarmaşık, gerçekten çok etkileyiciydi. Bununla beraber İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin Bir Ayrılık’ını çok beğenmiştim, keza Satıcı’yı da öyle.
 
İzlemekten keyif aldığınız ve defalarca izlediğiniz film:
Bir Ayrılık, Pedro Almodovar’ın yönettiği Konuş Onunla, 21 Gram, Paramparça Aşklar Köpekler ve Peter Sellers’ın The Party’si. Peter Sellers’ı çok beğenirim, boyutlu bir aktör. Her zaman çok komik gelir bana The Party. Aslında çok hüzünlü bir adamdır aynı zamanda.
 
Çok abartıldığını düşündüğünüz film:
Popülist yapılan işlerin birçoğunun abartıldığını düşünüyorum.
 
Takip ettiğiniz diziler:
Bir şeyi devam ettirmeyi çok beceremiyorum. Modern Family’ye bir ara bakıyordum. İstanbullu Gelin’i mutlaka seyrederim.
 
Bugüne kadarki yaşamınızı bir yönetmen çekecek olsa hangisinin dili sizi yansıtırdı?
Hayatımın belli dönemleri var, hepsini başka biri yansıtırdı. Tribüncü, serseri çocuğu Zeki Demirkubuz veya Serdar Akar güzel yansıtabilirdi. Bolu’daki üniversite yıllarını Nuri Bilge Ceylan beyazperdeye aktarabilirdi. Tiyatroyla haşır neşir olduğum dönemi ise Pedro Almodovar’a emanet edebilirdim. Aşk meşk işleri devreye girdiğinde ise Zeynep Günay Tan yönetmen koltuğunda otururdu.
 
Herkese önerdiğiniz kitap:
Sabahattin Ali – Yeni Dünya.
 
Şu an veya son okuduğunuz kitap:
Hasan Ali Toptaş – Kuşlar Yasına Gider. Hem masalsı hem çok gerçek hem de fantastik.
 
Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen / şarkı:
Her tür müziği dinlerim ama bu sıralar Müslüm Gürses’in Kaç Kadeh Kırıldı’sı feci dilime dolandı. Bazen sabahları karavanda ekibi, “Sabah sabah yine mi? Yapma abi bunu” derken buluyorum (gülüyor.)
 
En çok seyahat etmek istediğiniz şehir / ülke:
Brugge’a gitmeyi çok isterim. Seyahat etmeyi çok severim. Deniz kenarı olan yerler beni çok cezbediyor. Deniz tutkum zaten; dalgıcım aynı zamanda. Balık tutmayı da çok seviyorum.
 
En sevdiğiniz şehir / ülke
Hepsinin başka izleri var. Seyahat etmeyi çok severim. Deniz kenarı olan yerler beni çok cezbediyor. Deniz tutku, dalgıcım aynı zamanda.
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu’nun Muhsin Bey’in Son Hamlet’i. Onların yaptıkları bütün işleri çok beğeniyorum. Tehlikeli Oyunlar ve Karşılaşmalar’ı da çok sevmiştim.
 
En sık kullandığınız kelime / söz kalıbı:
Son zamanlarda kendimi hep “aynen” kelimesini yazarken görüyorum.
 
Bir buluşa imza atmış olsaydınız, bu ne olurdu?
Sevgi makinesi.
 
Hayatta olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşacaksınız. Kimi ve hangi konuyu seçerdiniz?
Atatürk’ten tüm hikayesini dinlemeyi çok isterdim. Keza Süleyman Seba’yla oturup konuşmayı da. Sabahattin Ali’ye, “Neden bu kadar inat ettin? Nasıl yılmadın?” diye sorardım. Sait Faik Abasıyanık’la balık tutmayı çok isterdim. Ertem Eğilmez’le tanış olmak da çok güzel olurdu.
 
Bugünkü Fatih Koyunoğlu’nu betimleyen söz (replik, edebi alıntı, şarkı sözü, minibüs arkası sözü vs.)
Hatalıysam arayın!
 
 
  

 

BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER