Röportaj biter
ve ses kayıt cihazının kırmızı ışığı söner. Bu eylemin hemen sonrasında şimdilerde
Siyah İnci’nin Vural’ı olarak
karşımıza çıkan Berk Hakman’dan şu cümle gelir: “O kadar karışık konuştuk ki
bunu nasıl toparlayacaksın?”. Belki ukalaca ama bu soruya cevabım salisesinde
hazırdı: “Sizinle bu denli karmaşık, her şeyden konuşacağımız ve de daldan dala
atlayacağımız bir sohbet yapacağımı biliyordum. O nedenle esas bunu toparlamak
kolay olacak.” Türkiye’de saykodelik rock kültürünü oluşturan Erkin Koray’ın Yeraltı Dörtlüsü grubunun üyesi bir baba
ve sinema tutkunu bir ağabeye sahip; Seher
Vakti’nin Davut’undan Es Es’in
Tercan’ına, Hatırla Sevgili’nin Deniz’inden
Suskunlar’ın Gurur’una sayısız unutulmaz
karaktere imza atmış, Tepenin Ardı’ndaki
Zafer ile en ahkam kesen sinefili bile mıh gibi koltuğa çivilemiş, müzikle iç
içe biri mevzu bahis olduğu için aksi türlü bir sohbet beklemiyordum.
Hele bir
de kendisinin geçtiğimiz sezon Oyun Atölyesi’nde sahnelenen Aşk Delisi oyununun temsillerinden
birine Mor ve Ötesi’nin Re şarkısı
eşliğinde hazırlandığını duymuş ve de yazın Instagram’da hunharca paylaştığı
İskandinav coğrafyası fotoğraflarıyla büyülenmişsem bu röportajı belli bir çatı
altına oturtmak hayli güç olacaktı. “Söz uçar,
yazı kalır” derler ama birazdan okuyacağınız sohbetin baş kahramanı, bu
röportaja yansıyamayan, Berk Hakman’ın gözlerinde ve de jestlerinde tanık
olduğum heyecan. Her ne kadar piyasaya dair bir nebze pesimist konuşsa ve
karamsar bir haleti ruhiye içinde olsa da sönmesi güç heyecanı var olduğu sürece
biraz önce saydığım, hayatın farklı renklerindeki adamlara daha nicesi eklenir.
O zamana kadar buyurunuz, “karışık kaset” dönemine yetişip onu yaşamış iki
insanın sohbetine!

● Son dönemde diziler başlamadan karakter analiz
kartları yayınlanıyor. Rollere neredeyse Freudyen bakış açısıyla bakacağız.
Bunu biraz değiştirsek; Siyah İnci’de
canlandırdığınız Vural’ı bir şehre, müzik türüne, renge, yazara benzetecek
olsanız bunlar neler olurdu?
İlk sorudan
ters köşeye yatırırım diyorsunuz. Vural’dan bir halt olmaz (gülüyor.) Şaka bir
yana Vural’a böyle bakmamıştım. Bunu düşüneceğim ama. Bakıldığında Vural karakterini
o kadar da katmanlara ayırma veya onun derinliklerine inme gereği duymuyorum
açıkçası. Sonuçta bu işi Türkiye’de yapıyoruz ve roller yol ayrımına geldiğinde
ilk başta bir tarafı seçse de, dizi ilerledikçe onun tam zıttı tarafı da tercih
ediyor. E, böyle durumda da bu kadar didiklemenin ne anlamı var ki?
● Bu durumda sizde karakteri değerlendirme süreci
nasıl işliyor?
Benim kendi
çalışabileceğim, yaratabileceğim yeni bir alan var mı diye bakıyorum. Daha
önceki yaptığım işten jestler, duruş, ses veya başka açıdan onu nasıl
ayırabilirim üzerine düşünüyorum. Aslında hem benim hem de karakterin nefes
alabileceği bir kanal arıyorum.
● Vural’da çalışılacak alan hangisiydi? Onu geçmişte
canlandırdığınız diğer karakterlerden ayıran özelliği, yeniliği neydi?
Dürüst cevap
vermem gerekirse Vural’ın bana sağladığı yeni bir oyun alanı yoktu. Daha ağır
karakterler üzerine çalışmıştım geçmişte. Vural’ın birtakım psikolojik
rahatsızlıkları var biliyorsunuz. Orada bir kanal yakalayabilirim diye
düşündüm. “Karakteri okur okumaz ona âşık oldum” hissiyatı bana uğramadı.
Açıkçası biraz matematiksel yaklaştım bu projeye. Tolgahan’ın (Sayışman),
Hande’nin (Erçel) ve Hüseyin Abi’nin (Avni Danyal) kadroda yer alması etkili
oldu mesela. Bunlar bir dizinin matematik olarak işleyebilmesi için güzel
doneler. İşin senaryo boyutunda kendi yaratabileceğim şeyler daha azdı. İlk
defa dış etmenler ağır bastı bir işi seçerken. Açıkçası var olan koşulları göz
önünde bulundurursak yakın gelecekte senaryosuna âşık olacağım bir işle
karşılaşacağımı da düşünmüyorum. Bunun için önce düzenin bir tepetaklak olup
değişmesi lâzım.
● Koşulların dayatması sonucu maalesef senaryosal
sıkıntılar yaşanıyor. Bunun haricinde işin yazım boyutunda ne gibi sıkıntılar
hâkim televizyon piyasasında?
Herkes
farklı bir açıdan ele alıyor karakteri. Dizi başlamadan önce okuma provası ve
de toplantılar oluyor. Bu aşamalarda fikir birliği sağlanırken, sete çıkıldığında
senaristin söylediği bir done, yönetmen tarafından bambaşka bir şekilde ele
alınabiliyor. Yurt dışında gerçek bir bütünlükle çıkıyor herkes sahaya.
Bizdeyse “haftaya şu olur” şeklinde işe çıkılıyor. Kolay çözümlere
kaçabiliyoruz. Yönetmen ile senarist birbirinden bihaber. Türkiye’deki en büyük
sıkıntı bu bence.
● Türk dizilerinde “kötü adam” figürlerinden dizi
başladığında o karakterden nefret ederken, dizinin ortasında bir bakmışız adam
o kadar tatlı, iyi niyetli ki kendisini neredeyse pembe panjurlu evin içine
yerleştireceğiz.
(Gülüyor.) İnsanlar
salt iyi veya salt kötü değil ancak maalesef çoğu senaristimiz bunu yazmayı
bilmiyor. Kötü adam stereotipi yazılıyor; Vural, Ahmet veya Mehmet değil. Şu an
izlediğimiz tüm kötü adam tiplemelerini yayınlanan herhangi bir diziye
koyabilirsiniz. Orijinal bir şey yazmak ciddi çaba ister. Açıkçası ben de onu
beklemiyorum çünkü hangi ülkede olduğumu biliyorum. Yazılsa da oynasak keşke…
Umarım günün birinde beni şaşırtırlar ve ben mahcup olurum.
Misal Suskunlar’ı yaptık, efsane oldu ama
17’nci bölümde itibaren bambaşka bir Suskunlar
çıktı ve sonra da zaten dizi yayından kalktı. Karakter davranışına göre
senaryo değiştiriyorlar bizde. “Aaaa bu hareketi çok beğenildi, bunun üzerinden
yürüyelim” kafası hâkim. E, iki ay önce ona gidilmiyordu ama. İskeleti niye
bozuyorsun? Eğer gerçekten güzel bir iskeletin varsa onu bozamazlar.
“Yorumlama” kavramı kesinlikle bu ülkede oturmayan bir kavram. Çehov’un bir
oyununu alıp onu yorumlarsın ama hiçbir şey değiştirmezsin temelinde. Çünkü
baştan sona bir eserdir o. Tüm bu nedenlerden ötürü artık televizyonda seçim
yaparken matematiksel yaklaşıyorum olaya.
● Her dizi öncesi “Yine aynı terane, acaba yol
yakınken televizyondan çekilsem mi?” ikilemini yaşamıyor musunuz?
Başıma
gelecekleri bilerek giriyorum o işe. Gerçekçi olacaksın. Büyük umutlarla
girmeyeceksin. Her an her şeyin değişebileceğini bileceksin. Türkiye’de
beklentiye girersen sektörde sıkıntı yaşarsın. Oyuncular olarak bizler,
televizyon piyasasında en son halkayız. Yukarılarda bir şeyler dönüyor ve binbir
aşamadan geçtikten sonra ancak yazılabilen bir senaryo veriliyor bize. Sonra da
oynuyoruz. Bize laf düşmüyor tabii ki. Oyuncu dramaturjiyi ne bilsin? Susup
otursun orada. Sette bir şey sorduğunda açıp yapımla konuştuklarını duydum.
Orada oyuncular, yönetmen, yönetmen yardımcısı vs. varken mizanseni de neden
yapıma sorasın ki? Bu nedenle pesimist olacak belki ama televizyon piyasası
açısından bu ülkeden bir şey beklemem.
● Dijital ortamda yayınlanan diziler bile bir umut
kaynağı olmadı mı sizin için? Özellikle yakın zamanda Youtube’dan BluTV’ye
transfer olan Sıfır Bir “Bir Zamanlar
Adana’da”, bence umut verici.
Olmaz olur
mu! Ancak dijitaldeki diziler sadece küçük fokurdamalar, tencerenin kaynaması
lâzım. “Dizi süreleri kısalsın”, “Bütçeler düşsün” deniliyor. Bu piyasayı
çeviren 50-60 oyuncu var bence. Gerçek aktör olarak lanse edebileceğimiz
isimlerden bahsediyorum. Onlar bir çekilse piyasa biter. Bütün bu oyuncular,
biz yüksek ücretlerden vazgeçeceğiz. Aksi takdirde şu an söylenilse bile kimse
hiçbir şeyden ödün vermez.
Bununla
birlikte sansürün olmaması ve gerçek hayattaki bazı pratiklerin oradaki
senaryolarda olması harika bir durum. İçki içmek, argo konuşmak, cinsellik… Umarım
bunları televizyonda da yapabileceğimiz günleri görebiliriz. Ancak şu anki kafa
biçimiyle çok zor. “Bu olmaz” lafından kurtulacağımız işler internettekiler.
Şimdi talep olması lâzım onlara. O talep oluşana kadar da dizide rol almayı oyuncuyu
çalıştıran güzel bir egzersiz olarak görüyorum. En nihayetinde The Godfather’ı çekmiyoruz. Geçmişte Suskunlar ve Hatırla Sevgili için heyecanlandım ama hiçbir zaman “okuduk,
çektik, oturduk sonucu bekliyoruz” heyecanı oluşmuyor bende. Dünyaları
yarattığımızı sanıyoruz bazen. Bakalım umarım bu ruh halinden de vazgeçeriz.
● Geçmişe, babanızın vaktinde üyesi olduğu, Erkin
Koray’ın efsanevi Yeraltı Dörtlüsü adlı
müzik grubunun varlık gösterdiği yıllara ve 1980’lere, 1990’lara uzanalım.
Bugün sadece popüler kültürden bahsederken, o dönem insanlar bir alt kültürün
parçasıydı. Yeraltı Dörtlüsü de malum
saykodelik rock müziğini ve de kültürünü Türkiye’ye tanıtan grupların başında
geliyor. Bu açıdan siz de bir alt kültürün içinde büyüdünüz. O dönemden bugüne
olan evrilmeyi nasıl yorumluyorsunuz?
Bence
Türkiye yine aynı Türkiye. Edebiyatçı da olsan, müzisyen de olsan farklı şeyler
yapmak istediğin zaman seni sadece 3-5 kişi anlar. Alternatif işler yapmaya
çalışanlar hep az bilinen insanlar olacak.
● Eskiden Zihni, Akmar kültürü gibi kültürler vardı.
Sevdiğimiz grubun CD’si çıktığı an soluğu oralarda alırdık.
Değil mi?
Acaba şu an gidiyorlar mıdır hâlâ? Belki biz gitmediğimiz için bu kültürlerin
tamamen yok olduğunu düşünüyoruz. Özellikle Akmar’dan çıkmazdım ben. Yeni
CD’ler senin de dediğin gibi ilk oraya gelirdi. Adapazarı’ndan trene atlayıp
Akmar’dan CD alarak gece tekrar Adapazarı’na döndüğümü biliyorum. Hatırlıyorum
o dönemde Adapazarı’nda sadece D&R vardı ve oraya da tüm albümler
gelmiyordu. Zihni’ye de bütün albümler gelirdi, sahibi Amazon’un web sitesinde
her şeyi sipariş ederdi. Biz de oradan çıkmazdık. Şimdi böyle çocuklar var mı
bilmiyorum. Hoş, vardır tabii ama sayılarının az olması yüksek ihtimal.
● Karışık kaset diye bir kavram vardı. Yabancı
şarkılardan oluşan 20 isimlik liste çıkarıp 90’lık kaset doldurturduk. Müzik,
en güçlü ve kolay flört aracıydı (gülüyoruz.)
Ben
arkadaşlarıma özene bezene kasetler hazırlardım. Dünyadaki en güzel eylemdi. Şarkıların
sıralamasını sen belirliyorsun DJ modunda (gülüyor.) Çok hoşuma giderdi.
Hoşlandığın kişi Pink Floyd, Oasis, The Beatles seviyorsa dünyalar senin
olurdu. Şimdiyse birbirimizin sevdiği şarkıları bile bilmiyoruzdur. Keşfetmiyoruz
eskisi kadar. Hamburgerinden topuklu ayakkabına, dizüstü bilgisayarından
otomobiline her şeyin eve gelirken neden keşfedesin ki? Ama teşekkür ediyorum,
bu sorularla beni o müziğin güzel olduğu döneme götürdün.
● Müzikle bu kadar iç içe biri olarak hayatınızın
hangi anında direksiyonu oyunculuğa kırdınız?
Oyunculuk
isteği bende çok sonradan oluştu. Dediğin gibi müzik, aile fertlerinden biri
gibiydi benim için. Ağabeyim de meraklıdır; onunla plaklar dinlerdik, gitar
çalardık. Kafamda bir müzik grubu kurup kapağı yırtma fikri vardı hep. Rock’n
roll hikâyeleriyle büyüyorsun sonuçta. Başka bir derdimiz yoktu lisedeyken. Sonra
üniversite işleri girince araya yavaştan onun bir hayal olduğunu anladım. Akdeniz
Üniversitesi Turizm İşletmeciliği bölümünde okurken tiyatroya bulaştım. Ve
tiyatro bana unuttuğum, eski bazı şeyleri hatırlattı. Çocukluğumda evimizde
babamın bir sürü kitap vardı; arada gidip Shakespeare’in oyunlarını
karıştırıyordum. Tabii o yaşlarda okuyorsun ama bir şey anlamıyorsun. Üniversite
yıllarında katıldığım tiyatro kulübü bana okuduklarımı hatırlattı. E, zaten
müzikle de uğraşıyordum. O da bir sahne sanatı. Tüm bunlar birleşince üçüncü sınıfta
bıraktım turizm işletmeciliğini. Derdim yine de müzik olsa da tiyatro bölümü sınavlarını
araştırdım ve Mimar Sinan Üniversitesi Devlet Konservatuarı oyunculuk bölümüne
adım attım.
● Shakespeare’in oyunları gibi hayata bakış açını
değiştiren, seni asıl istediğine yönlendiren başka metinler, filmler veya müzisyenler
var mı?
Müzik için
direkt The Beatles derim. Edebiyat için de Albert Camus, Stefan Zweig ve
Tolstoy’u söyleyebilirim ilk etapta. Oğuz Atay ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da es
geçmeyeyim. Onlarla ufak yaşlarda tanıştığında dünyanın aslında senin gördüğün
gibi olmadığını anlıyorsun. Mesela ben ergenlik yıllarımda futbol hastasıydım,
fanatiklik derecesinde. Aynı zamanda futbol da oynardım. 18-19 yaşında bu
saydığım isimler hayatıma girince “Bu neyin fanatikliği? Ne yapıyorsun?” demeye
başladım. Kafa başka yerlere gidiyor. Sinemada da Stanley Kubrick, Roman
Polanski, Krzysztof Kieslowski, Ingmar Bergman’ın yeri ayrıdır benim için. Bu
dünyaya girdikten sonra sıyrılamıyorsun artık.
● Sizinle ilgili tüm yorumlara baktığımda çoğunluk
biri etrafında kümelenmiş: “Karşısında kamera yokmuş gibi oynayan aktör.”
Ne denilmek
istediğini anlıyorum ama neden böyle bir tanım kullanıyoruz bilmiyorum. Başka
oyunculara da söylenir bu. Kamera orada sonuçta, nereye yok? (Gülüyor.) Evet,
kameraya oynamamayı, rol kesmemeyi yapabiliyorsan güzel. Hayal gücü
egzersizidir o. Ben kamera varmış yokmuş önemsemem. Bir insan var orada. Çok
ayrı yerlere koymuyorum. Tiyatro ve sinema ya da dizi oyunculuğunu da ayırırlar
hep mesela. Tamam, tiyatroda oyunun stiline göre biraz farklı oynarsın. Ancak
bence iç hazırlık bakımından ikisi arasında hiçbir fark yok. Sadece daha yüksek
sesle konuşuyorsun tiyatroda en arkadaki de duysun diye. Neden tiyatroda ayrı,
sinemada ayrı çalışıyorsun ki? Sinema filmi veya dizide de kamerayla birlikte
100 kişi var karşında, set ekibine oynuyorsun. O da canlı. Bunu hissettiğin çok
oluyor. Hiç unutmam Hatırla Sevgili’nin
sezon finalini çekiyoruz, canlandırdığım Deniz karakterini bıçaklayacaklar. Çok
kalabalıktık o gün ve set de Karaköy Bankalar Caddesi’ndeydi. Bir iki kamera
yakınımdan alacak beni. En zor sahnelerden biriydi. Oynarken bir anda bütün
setin karşıma geçip çekmek yerine beni izlediğini hissettim. Şimdi bunun ne
farkı var tiyatrodan? Aslında tiyatrodasın orada da. Gerçek bir duygu veriyorsan
setten de biri gelip sana “Abi n’aptın sen öyle?” diyebiliyor.
● Hayatın her alanını ayrımlarla dolduruyoruz zaten
(gülüyoruz.) Bir başka yorumdan devam edeceğim; “Bu adama zeki, aristokrat ve
kibar bir seri katili oynatmazsa yapımcılar… İki elim yakalarında olsun.”
2012 yılı,
Ekşi Sözlük (gülüyor.) Benim de hoşuma gitmişti. Valla rol yok, oynayamıyoruz
(gülüyor.) Şaka bir yana benden önce bu ülkede o kadar iyi oyuncular var ki
kimse adını bilmez. Bazıları hâlâ evinde oturuyor. Çoğu benim arkadaşım
Hacettepe’den, Çukurova’dan. Kamera karşısına geçsin öyle bir oynar ki seni
tepetaklak eder. Ancak maalesef bazılarına imkan tanınmıyor, bazıları da dizi
piyasasını pek tercih etmiyor.
● Esra Bezen Bilgin de onlardan biri değil mi? Bizim Hikâye dizisinin kadrosuna
katıldığını duyduğumda sevinç çığlığı atmadığım kalmıştır herhalde.
Katılıyorum
bu dediğine, Esra bence Türkiye’nin en iyi kadın oyuncularındandır. Onun bütün
filmlerde, dizilerde oynaması lâzım. Belki kendi tercihidir sahnede olmak ama
eminim ki çok büyük talepler de yoktur. Esra bizden bir üst kuşaktan. Mesela o
anlamda biz daha şanslıyız. Bizim küçüklüğümüzde başladı diziler. Zamansal bir
mesele bu aynı zamanda. 15-20 yıl sonra ne olacak bakalım? Bazı oyuncular
zirvelerini 40 yaşından sonra yaşıyorlar. 1980’lerde de dizi çekiliyordu ama
3-5 tane. O dönemde sosyal medya yoktu, izleyicilerin iyi oyunculardan haberi
yoktu. Zaten jenerik akarken kim bakıyor ki? Bununla birlikte benim duyduğum ve
gördüğüm kadarıyla Türkiye’de audition sistemi de çok acayip. Yurtdışında olan
asıl audition. Bizde senden önce yönetmen ve yapımcı alıp oynamış o rolü zaten.
Utanmasa senin yerine geçecek. Kimi çağırdığından bile bihaber. Bilinçaltında
yatan şey şu zaten: “Biz yarattık, oyuncuyu da biz yarattık. Bu proje de
bizim.” Üç cümle yaz desen cümle kuramazsın ama bana. Gel Rus sineması
muhabbeti yapalım desem ağzını açamazsın. Fakat Türkiye gerçeği bu. Sanat
konusunda karışığız biraz.
● Sanat demişken The
Square filmiyle ilgili yorumunuza denk geldim: “Sanat sepet işlerinden ne
anlayıp anlamadığımız, daha doğrusu böyle bir zorunluluğumuzun olup olmadığı;
ikiyüzlülük, hayatta kimleri ne kadar ipleyip iplemediğimiz, sınıflar arası
boşluklar ve bir sürü şey üzerine muhteşem bir kara komedi.” Sizin için sanatın
tanımı nedir ya da neye hizmet eder? Anlamaya çalışmak zorunlu mudur?
Bence hiçbir
şekilde bir şeyi anlamak zorunda değilsin. Bunu sadece ben değil; Orhan Veli
Kanık, Paul Auster, Cemal Süreya’nın metinleri, şiirleri de söylüyor. Aldığın
haz ve keyfi tarif edemezsin. Odur sanat bence. Ve onu yapana da bunu
anlattıramazsın. Bir sürü cevabı o da bilmiyordur. Güzelliği de bu gizeminden gelir.
Tamamen bireysel algın ve kendi birikiminle ilgilidir.
● Size göre neden hep tanımlama veya anlamlandırma
gereği duyarız peki? Mesela artık genel bir kalıba dönüştü. Doğada veya sokakta
anlamlandıramadığımız bir şey gördüğümüzde “Tam bienallik” diyoruz. Neyden
kaynaklanıyor bu?
Kültürsüzlüğümüzden.
“Bienal nedir?” de, onu bilmez (gülüyor.)
● Yakın geçmişte izlediğiniz filmlerden devam edeyim.
Perfetti Sconosciuti (Perfect
Strangers) filminde kadın erkek ilişkileri teknolojik araçlarla özetlenmişti: “Erkekler
PC gibi; ucuz, sürekli virüs bulaşıyor ve aynı anda tek bir işi yapabiliyorlar.
Kadınlar ise MAC gibi; sezgileri kuvvetli, hızlı ve zarif.” Bugünün kadın-erkek
ilişkilerini başka bir metafor üzerinden yorumlamanızı istesem…
Çok güzel
filmdi bu arada (gülüyor.) Açıkçası şu an herhangi bir metafor bulamam ama
akıllı telefonlar her şeyimizi aldı götürdü. İşin kötü yanı onlarsız da
yapamıyoruz. Her gün üretilen aplikasyonların haddi hesabı yok. Bu bombardımana
dayanmak çok zor ve bir bedeli olacak mutlaka.
● Söz yazdığınızı duydum. Bir albümde toplama
düşünceniz var mı?
Evet, bir
şeyler var bakalım. Açıkçası son iki senedir oyunculuğa dair soğumalar başladı
bende. Güzel işler çekiliyor ama sen olamıyorsun bazen. O zaman da başka
şeylere kanalize etmek istiyorsun kendini. Ben de müziğe başvuruyorum o
noktada. Sözleri albümde toplama düşüncem var ama bunu ticari bir kaygıyla
değil de, bu dünyaya bir şey bırakmak adına yapmak istiyorum. Benden ufak bir
hatıra olacak.
● Söz dışında deneme, hikâye, senaryo gibi başka
yazın alanlarında kalem oynatıyor musunuz?
Yıllar önce
senaryo yazmayı denedim ama yeteneğimin olmadığını anladım. Bende sözler ve
müzik var sadece. Bazı yerlerde “müzisyen” olarak da anılıyorum. Asla
müzisyenim diyemem. Bilmiyorum, günün birinde o albüm çıkar diye umuyorum. O
güne kadar daha da soğumadığım sürece oyunculuğa devam.
● Okul’un Ersin’inden Es
Es’in Tercan’ına, Hatırla Sevgili’nin
Deniz’inden Suskunlar’ın Gurur’una…
Bu karakterlere baktığımda hepsinin hafızalarımızdaki yeri oldukça güçlü. Sizin
hafızanızı tazelesek, bu isimler bugün karşınıza çıksa onları nasıl
karşılarsınız?
Okul’daki Ersin’le karşılaşmayayım mümkünse, ayağımın altına
alırdım onu (gülüyor.) Suskunlar’daki
Gurur’la belki bir yerlerde karşılaşıyoruzdur hâlâ. Ekranda gördüğümüzün
birebir aynısı olmasa da vardır öyleleri. Korkarsın öyle adamlardan. Gurur
karşıma çıksa susar otururum herhalde (gülüyor.) Tehlikeli adam. Hatırla Sevgili’deki Deniz’le güzel bir
arkadaşlık kurarsın. Müzisyen, solcu, 1960’larda doğmuş ve Rolling Stones’la
geçmiş gençliği. Mis gibi! Es Es’deki
Tercan da sakat adam. Onun hayatına çok fazla bulaşmazsan sempatisini
kazanabilirsin. Rus tiyatro oyuncusu ve usta yönetmen Stanislavski’nin yazdığı
oyunculuk kitaplarından birinde kötülük tasarlayan karakterlerle ilgili bir sözü
vardır: “Eğer kötü adamı canlandırıyorsanız önce onu arkadaşınız olarak görün.
Tatlı ve hoş taraflarını keşfedin.” Ben iğrenç biri olsam da dışarıda ait
olduğum bir toplum var ve onlar için mükemmel ya da iyi bir insan olabilirim. İşte,
beni oynayacak kişinin o toplumdaki o iyi halimi hayal gücünde canlandırması
gerekiyor. Bu bence çok önemli bir egzersiz. Oyuncunun senin o yüzünü görmesi
lâzım, o zaman yarattığı karakter orijinal olur. Inglourious Basterds’da Christoph Waltz gibi bir gerçek var. Adam
Nazi generalini oynuyor. Baktığında şeytani bir karakter ama ben o adamla
arkadaş olmak isterim. Adam sanattan anlıyor, altı dil biliyor, gurme, muazzam
bir müzik zevkine sahip ve şarkı söylüyor. Ancak bir yandan da yamyam. İşte,
bana bunu hissettirdiği için o mükemmel bir performanstır. Çok boyutlu
oyunculuk budur.
● Bizde genelde böyle bir yaklaşım yerine Freudyen
açılımlar yapılıyor ve karakter oturana kadar bir bakıyoruz dizi yayından
kalkmış.
Dünyanın en
değişik insanını canlandırmıyoruz. Niye o kadar “empati” diye tutturuyoruz
bilmiyorum. Ve evet, anlama noktasında hepimiz birer Freud’uz. Çok doğru bu
söylediğiniz. Egosantrik bir şey olarak görmeyin yaptığımız işi. Oldukça basit
mantığı. Kaçak’ta her bölüm birini
öldüren bir mafya adamını canlandırıyordum. Fakat karşımdakini öldürmeden önce
ona değişik sorular soruyordum. O dönemde bazen sokakta karşılaştığım insanlar;
“Ertan Abi ne tatlısın! Sana hastayım. Ne güzel sorular soruyorsun” derdi.
İşte, o zamanlar bu küçük ipucu aklıma gelirdi. Ertan karakterine çalışma
biçimimde bu yansımayı görüyordum biraz.
KISA KISA
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Blade Runner 2049. Başyapıtın devamını çekmek başka
bir iştir ve bu gerçekten çok iyiydi. Bir de Ruben Östlund’un The Square’ini söyleyebilirim.
Tüm zamanların en iyi filmi:
The Godfather, Taxi Driver, Space Odyssey 2001… Liste uzayıp gider ve
fermana dönüşür (gülüyor.) Bunlar sadece ilk aklıma gelenler.
İzlemekten keyif aldığınız ve defalarca izlediğiniz
film:
Taxi Driver ve The Godfather. Martin Scorsese ile Roman Polanski’nin filmlerini
defalarca izlemişimdir. Keza Ingmar Bergman ve Kieslowski de öyle. Uzun
zamandır izleyemiyorum bu filmleri. Yaş ortalaması açısından çok erken dönemde
izlemiştim ve başka bir psikolojideydim. Şimdi oralara girmek istemiyorum,
korkuyorum galiba biraz. Baktığında zor filmler psikolojik açıdan. 26-27 yaşına
kadar evden çıkmadan film izlerdim. Ya da tüm gün oturup bir albüm dinlerdim.
Bazı şeylerden soğumaya başladım şimdi. Pesimistliğim arttı galiba.
Takip ettiğiniz diziler:
O kültür,
alışkanlık bana uğramadı (gülüyor.) Geçmişte 2-3 dizi izledim, o dönemde de
toplu DVD’lerini almıştım. Breaking Bad,
True Detective, Taboo, Narcos ve BBC’de Coupling
vardı. Çok güldüğümü hatırlıyorum.
Herkese önerdiğiniz kitap:
Dr. Bedri
Ruhselman’ın Ruh ve Kainat’ı ile
Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu.
Şu an veya en son okuduğunuz kitap:
Kevin
Dutton’un Olağan Psikopatlar: Ermişler,
Casuslar ve Seri Katillerden Hayat Dersleri’ni okudum. Siyah İnci’deki Vural karakterinin bakışları, duruşları açısından
da faydalı oldu. Bir de Stefan Zweig’ın Buluşmalar’ını
okuyorum.
Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen /
şarkı:
Bazı günler
garip bir şekilde tekrar ederek Mor ve Ötesi’nin eski şarkılarını dinliyorum.
Seyahat etmeyi en çok istediğiniz şehir / ülke:
Kuzey
Avrupa’nın gitmediğim yerlerini söyleyebilirim; bir de Güney Amerika.
Bir buluşa imza atmış olsaydınız neyi seçerdiniz?
Elektrikle
ilgili bir şey olurdu. Tesla’yı da çok severim. Hayatını araştırmıştım. Uzay
fiziğiyle ilgili de bir şey olabilir. Gezegenlerin kütle çekim kuvvetleri, uzay
ve zaman, galaksiler vs. gibi uzay fiziğine dair konular hakkında okumayı
seviyorum.
Hayatta olan veya hayatını kaybetmiş ünlü bir
kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, yönetmen, futbolcu vs.) karşılıklı
oturup bir konu üzerine konuşacaksın. Kimi ve hangi konuyu seçerdin?
Rus aktör ve
yönetmen Konstantin Stanislavski, The Beatles grubunun tüm üyeleri, Stefan
Zweig, Albert Camus, Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Hollandalı filozof
Spinoza, Atatürk ve Doktor Bedri Ruhselman. Bedri Ruhselman, neo-spiritüalizmin
kurucusu. Her şeyi başlatan kişi Türkiye’de. Bu ekipteki her bir isimle kendi
alanlarında konuşmak isterdim.
Bugünkü Berk Hakman’ı betimleyen söz (Edebi alıntı,
şarkı sözü, minibüs arkası sözü, replik vb.):
Bugünkü Berk
Hakman’ı betimlemese de şununla yetinebilirim: “Hayatımın kusurlu yanlarını saklamak zorunda oluşum bana soğuk bir
hava veriyordu. Bu soğukluğu da erdemle karıştırıyorlardı.” – Albert Camus, Yabancı.