Onur Tan: Oyuncu ağladığı zaman değil, izleyici ağladığı zaman dram olur

Onur Tan: Oyuncu ağladığı zaman değil, izleyici ağladığı zaman dram olur
Dizi ve filmlerin kara kutusu kurgu odasında bilgisayar başında saatlerini geçirmiş olsa da Şener Şen’in ustalığından, Kemal Sunal’ın ölümsüz mizahından nemalanmış biri o. Kendi deyimiyle Şen’in onu, “Gözlüklü, ince uzun çocuk” olarak betimlediği, kurgu masasından terfi ettiği reji masasına 2002 yılından bu yana çivilenmiş ve kısa yaz tatili dışında konumunu terk etmeyen bir yönetmen. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ın yönetmeni Onur Tan’dan bahsediyorum. Kendisiyle, “Hocam yeter artık, bu güzel fotoğrafları paylaşarak ağza bal çalıyorsun. Gösterime girsin de izleyelim” dediğim Balkaymak filmi için bir araya geldim. Aslında “yönetmen” titriyle yıldızı barışmayan, çünkü gerek kurgu gerekse reji masasında yıllarını “izleyici” sıfatıyla geçiren biri olduğu için pek röportaj vermeyen biri Onur Tan. Bu da yine Ranini.tv’ye İkinci Bahar dosyasıyla birlikte verdiği ikinci röportaj. 

Yönetmenlik dilinin en belirgin özelliği olan “geniş plan”larıyla ünlenen, izleyiciye sanki daha geniş bir tiyatro sahnesinden oynanan bir oyun seyrettiren ve “Burada Hızır’ı dikizliyor gibiyiz” dedirten Tan, televizyon sektöründe var olan kodlara naif şekilde direnen biri. Nasıl mı? Onun lügatında oyunculuğa, gözyaşına ve karakteri oynayan oyuncunun gerçek hayatta vereceği tepkiler dışında tepki vermesine müsaade yok. Kısacası ajitasyonla birlikte ağlama ve şiddet pornografisi, dikiz aynasında onun tersine düşüyor. Durum böyle olunca son filmi Balkaymak’ı da kendi emekleriyle, bağımsız ruhuyla çekiyor. Ortaya belki de uzun zamandır izleyeceğiniz en saf, umut dolu ve duygu yüklü “hayatın içinden” sahnesi (Beren Gökyıldız ve Ömer Tan göğüslüyor) ve de filmi çıkarken bize de hakkında sohbet etmek ve şafak saymak düşüyor.

 

● Bu röportajı okuyanlar sohbete Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’dan başlamadım diye bana darılabilirler ama yeni filminiz Balkaymak dururken EDHO konusunu biraz bekleteceğim (gülüyoruz.) İlk olarak sete çıkmadan önceki süreçten ve fikir aşamasından bahsedebilir misiniz?
Yaklaşık 2002 yılından beri aralıksız olarak dizi çekmekle meşgulüm. 2005-2006 yıllarında Balkaymak’la ilgili fikirler ortaya çıktı; 2007’de de öyküyü ve senaryoyu yazdım. Her sezon çevremdekiler benden takılmış plak modunda şu cümleyi duyuyorlardı: “Bu yıl çekeceğim artık.” Ancak 15 Haziran’da biten dizi sektörü bizi 15 Ağustos’ta yeniden göreve çağırdığı için arada kalan o bir aylık süre zarfında da ailenizle vakit geçirmek ve tatile çıkmak istiyorsunuz. Bununla birlikte bugüne kadar filmi yapamamış olmamın tek nedeni zamansızlık değildi. Kendi başıma, bağımsız olarak bu işi yapmak ve kimseye de boyun eğmemek istiyordum. Çünkü amacım ne bir sanat filmi yaratmaktı, ne de bir gişe filmi. Kendi içimden geçenleri üç boyutlu olarak beyazperdede görebileceğim bir film çıkarmak istiyordum. 

Balkaymak, her ne kadar bir çocuk filmi gözükse de aslında 7’den 70’e herkesin izleyebileceği bir aile filmiydi fikir aşamasında. Yapımcı ve dağıtımcılarla fikrimi paylaştığımda kıyaslamalar ve benzetmeler yapıldı. Ben de bunun üzerine hepsinden uzaklaştım. Aslında geçmişe dönüp baktığımızda tek bir insanın hayaline hizmet etmenin daha başarılı sonuçlar verdiğini görüyoruz. Öteki türlü herkes çorbaya bir malzeme katmaya çalıştığında ve hayallerini paylaştığında ortaya karmakarışık bir şey çıkıyor. Halbuki ben günümüzün klişe tabirlerini barındırmayan, basit bir çocuk filmi gözükse de içinde cinlerin, perilerin veya şatoların yer almadığı bir film yapmak istedim sadece.
 
● Bu tabloya bakıldığında yapımcı ve dağıtımcıların çoğunluğuna hizmet etmeyen hatta onların hiç hoşlanmayacağı bir film yapmış oluyorsunuz (gülüyoruz.)
Evet, bütün bu saydıklarım yapımcı ve dağıtımcıya ters gelen unsurlar. Dolayısıyla bir yapımcıyla çalışmış olsam, “Onur bu filmi yazamamış” veya “Hadi yazmışsa da çekememiş” durumunda kalacaktım. Ancak bağımsız bir iş olduğu için hayallerimi gerçekleştirebildim. Dram olan sahnelerde oyuncuların ağlamasına müsaade etmedim. Zaten bu, genelde tercih etmediğim bir durumdur. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’da da örneğini görebilirsiniz. Maalesef oyuncular gözyaşı döksün, gözlerine naneli üründen sürülsün, sonra o gözyaşını slowmotion çekelim kafası hâkim.
 
● Ağlamak, oyuncuya göre de iyi oyunculuk kriteri olabiliyor.
Kesinlikle! Sektörde de “Aman, ağlat ki para kazanalım” durumu mevzu bahis. Dolayısıyla aktör başına gelen bütün felaketlere rağmen ne kadar dik ve metanetli durursa, sesini titretmeden başına gelen acıyı kaldırabilirse aslında izleyiciyi o kadar kendine çeker. Bana göre seyircinin asıl istediği de bu. O da kendi hayatında metaneti korumayı ve gerçekle yüzleşmeyi ister. Çünkü hayat çok fazla ağlamamıza müsaade etmiyor. Bu yüzden filmlerimde ya da dizilerimde ağlama sahnesi olsa da hiçbir zaman ajitasyon boyutuna kaçmamış ve hep umuda bağlamışımdır. Balkaymak’ta da bu tatta, izleyicinin yıllar sonra bile aklından çıkmayacağı dört beş sahne var. 

Film şu an montaj aşamasında ve montajı yapan arkadaşlar dâhil olmak üzere filmin konusunu bilmeden tek bir sahneye veya plana bakarak içinde olmayan gözyaşını bulup gözleri dolarak o masanın başından kalkıyorlar. Bu da aslında mutluluk gözyaşından başka bir şey değil. Benim de amacım tam olarak bu duyguyu hissettirmekti ve başardığımı hissediyorum. Maalesef ağlamak artık pornografik hale getirildiği için bundan olabildiğince kaçıyorum. “Türk Sineması’nda bir şeyleri değiştirmek istiyorum” gibi iddialı bir söz sarf etmek istemiyorum ama düzenin içinde ters giden bir şeyler var gerçekten. Yapımcılar ve dağıtımcılar genelde klişeye hitap ediyor ve maalesef pek çok genç yönetmenin işleri de görmezden geliniyor.
 
● Bu bahsettiğiniz sıkıntı yakın zamanda Kapalı Gişe – Türkiye Sinemasında Dağıtım Krizi adlı belgeselde de gözler önüne serilmişti.
Evet ve maalesef orada değinilen her şey sektörün gerçeği. Amaç para kazanmak olduğu için gerek yapımcılar gerekse de dağıtımcılar tutmuş bir filmin versiyonları üzerinden gidiyorlar. Bir türe ait iki film 6-7 milyon gişe rakamını geçince haklı olarak ardından 80 tane karbon kopyası geliyor. Bütün bunların prim yaptığı bir ülkede yapımcıya veya dağıtımcıya gidip, “Ben film yapacağım çocuklar ağlamayacak, kaba tabirle at avrat silah olmayacak, kahkaha attırmak yerine hep tebessüm ettirecek” dediğimde şu cevapla karşılaşıyorum: “Onur, sen sevdiğimiz bir arkadaşımızsın. Haziran veya temmuz ayında 15-20 kopya ile gösterime koyalım.” İşte, ben de bu noktada hemen oralardan uzaklaştım.
 
● Yanlış bilmiyorsam Sertaç Demirtaş’la birlikte bu işe imza attınız, değil mi?
Evet, aslında bu filmi ilk etapta tek başıma yapmak istiyordum. Fakat sonra Big Play Entertainment’ın ortaklarından Sertaç Demirtaş’la tanıştım. O da başka bir film yapmak istiyordu ama ona hayallerimden bahsedince bana çok inandı ve güvendi. Yapımcı titri altında ikimiz birlikte bu işi yaptık. Maddi boyutta sıkıntı yaşamamamızla birlikte kimseye borcumuz olmadığı için aynı rahatlıkla dağıtım için en uygun zamanı bekleyecek şansa sahibiz şu anda. Bizim için ortada gerçekten güzel, naif ve sıcak bir film var ve vizyona girmesi için doğru zamanı bekliyoruz. Zaten Balkaymak’ı yaparken hiçbir zaman 3-4 milyon kişi izlesin durumu içine girmedik ki aslında beklediğimiz rakamlar bunlar. Amacımız para kazanmak değildi, 40-50 yıl sonra bizimle beraber gelecek bir film yapmak istedik.

 

● Filmin oyuncularından biri de büyük oğlunuz Ömer galiba..
Evet (gülüyor.) Senaryo yazım sürecinde devamlı çalışma odama gelip “Baba ne yapıyorsun?” diye sorardı. Ben de film senaryosu yazdığımı söylediğimde bana önce fikirler vermeye başladı. Bu çok garibime gitti başlangıçta. Sonra, “Baba, buradaki çobanı ben oynamak istiyorum” dedi. Dizi veya sinema seti olsun, oyuncular oynamaya başladıklarında “Stop” deyip yanlarına giderek “Lütfen oynamayın” diye ikaz ediyorum. Çünkü bana o noktada doğallıkları, samimiyetleri ve gerçek tepkileri lâzım. Asla teatral bir şey istemiyorum. E, 6-7 yaşındaki bir çocuk da haliyle bu işi kalben ve hissen yapacak. Ömer, bana bunu sundu ve ben de ona güvendim. Ona sahneyi bir defa anlattığımda kendi duygusuyla oynamaya başladı. Belki benim düşündüğümden farklı şeyler yaptı ama bunu tüm doğallığıyla ve samimiyetiyle yaptığı için önünü kesmedim, oturup izledim ben de. 

Sadece Ömer değil, kadrodaki herkes benim oyunculukla ilgili düşüncelerimi bildiği için kimse oynamadı. Herkes kendi olduğu için ortaya da çok güzel bir film çıktı. Yaptığımız iş sinema. Belki bu söyleyeceğim beni birçok kişiden ayıracak ama açıkçası dünyanın en mühim işini yaptığımı düşünmüyorum. Kendime bir iş yapıyorum ve kendimi mutlu etmeye bakıyorum öncelikle. Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı çekerken de Türk halkını memnun etme gibi bir gayem yok. Bu diziyi yazan ve düşünen Raci Şaşmaz. Bahadır Özdener’le birlikte yazıyor. Ben de onların hayallerini, düşüncelerini alıp bunun üzerinden bir mizansen kuruyorum. O mizansenin de doğal hayatın içinden olmasına dikkat ediyorum. İzleyici de Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener’in dünyasını kabul ediyor ve sahipleniyor. Balkaymak’ta ise hedefim kendimi mutlu etmekti, başardım da.
 
● Filmin geçtiği mekân olarak Makedonya’yı tercih etmenizin sebebi neydi?
Makedonya’ya birkaç defa gitmiştim. Gerçekten çok beğendiğim bir atmosferi var. Lazaropole adında bir köye gittim ve objektife yansıyan masalsı bir ortam gördüm. Ve o masalsı atmosferin içine tamamen gerçek, doğal ve samimi bir hikâye koydum. Oysa Ertem Eğilmez ve onun dönemindeki diğer değerli yönetmenlerin yaptığı işleri bir kenara bırakırsak 1970’lerin sonundan bu yana tamamen gerçek atmosferin içine yalandan masal koymaya çalışıldı. Bense bunun tam tersini yapmak istedim.

 
● Balkaymak’ın bir diğer oyuncusu da Beren Gökyıldız. Geçtiğimiz sezon Anne’deki performansıyla izleyiciyi darmaduman etmişti. Ve malum bunu da ağlayarak yaptı. Oyuncuları ağlatmayı sevmediğiniz düşünüldüğünde onunla iletişiminiz nasıldı?
Anne, bence çok iyi başlamıştı. Fakat sonrasında ajitasyona kaçtılar. Bense ekrana baktığımda küçük Beren’deki o samimiyeti gördüm. Gerçekten çok güzel ağladığı için kendi doğalından çıkmaya başladı. Ancak dediğim gibi onun o gerçek, samimi halini görünce filmde mutlaka olmasını istedim. Onunla amca yeğen ilişkisi oldu aramızda. Baba kız demiyorum babası kıskanmasın diye (gülüyor.) Beren ile Ömer’in kimyaları da tuttu. Beren, ilk duygusal sahnesinde yanıma gelip “Onur Amca bu sahnede ağlayabilir miyim?” diye sormuştu. Ben de karşı çıkınca nedenini merak etti. “Çünkü biz çocukların ağlamadığı bir film yapmak istiyoruz. Çok güzel ağlayacağını biliyorum ama bu filmde sen Beren’sin, sahnelerde de Beren gibi düşün” cevabını duyduğunda film boyunca artık gerçek Beren’di o. Hiç unutmuyorum bir sahnede de sahiden gözyaşı dökmeye başladı ve hemen eliyle sildi ağladığı anlaşılmasın diye. O noktada da ben kestim ve ağlamasına izin verdim. Çünkü duygulanan Beren’di, benim yarattığım karakter değil. Gerçekten de muhteşem bir sahne çıktı ortaya. Beren de, Ömer de çocukluğun en temiz, saf ve naif duygularıyla oynadılar.
 
● Ömer ve Beren’in o çocuksu saf halleri, birlikte çalıştığınız oyuncular için de örnek teşkil ediyor olmalı.
Tabii ki! Çünkü onlar orada karakterlerinin duygusuna girmiyorlar; karakterlerinin başından geçenleri sahiplenip kendileri yaşıyormuşçasına duygularını gösteriyorlar. Çok özlü söz sarf ediyormuş gibi oldum ama bence her çocuk bir sanatçı aslında. Hayat onları sınırlamıyor. Kimisi uzaya gitmek, kimisi de dünyayı değiştirmek istiyor. Hepsinin çok parlak ve de naif hayalleri var. Her çocuk sanatçı doğar; sorun, büyüdükçe ne kadar sanatçı kalabildiğimiz.
 
● Filmin adı, Balkaymak nereden geliyor? Turşu limonla mı, sirkeyle mi yapılır tadında bir durum söz konusu galiba (gülüyoruz.)
Evet, öyle bir durum mevcut bizde de. Filmin konusundan bahsedeyim biraz öncelikle. Hikâyenin arka planında Adem ile Havva adlı iki karakterin 16-17 yaşlarındayken yaşadıkları çok büyük aşk var. Savaş çıktığında Adem, köyü terk edip savaşa gitmek zorunda kalıyor ve uzun müddet gelmiyor. Hatta onun öldüğünü söylüyorlar ve Havva da evlendiriliyor. Adem, savaştan geri döndüğünde Havva’nın evlendiğini ve bir oğlu olduğunu görüyor. Köyün diğer ucuna yerleşip hayattan kopuyor tamamen. Derken o da evleniyor ve iki kızı oluyor. Kaderin tecelli etmesi sonucu bu çocuklar birbirlerine âşık oluyorlar. Aradaki düşmanlık onların kaçarak evlenmelerine yol açıyor, bir kızları oluyor sonra. Bu kızı da Beren oynuyor. Hikâyenin başında Beren, teyzesiyle birlikte köye geliyor. Ailesini yitirmiş maalesef. Ancak burada en ufak bir ajitasyon yok. Teyzesi, Almanya’ya gitmesi gerektiği için gelip kendi babasına bırakıyor. Adam hayata küsmüş zaten, çocuklarından da darbe yiyince, “Benim kızım yok ki torunum olsun” durumuna giriyor. Büyükanne de istemiyor çocuğu. Teyze de bir sabah yeğenini bırakıp kaçıyor. 

Dedenin arıları var ve köyün en ünlü balını yapıyor. Büyükannenin de keçiler var, ondan da kaymak geliyor. Ve küçük bir çobanımız var. Onu da oğlum Ömer oynuyor. Çoban, balı ve kaymağı alıp pazarda satıyor. Bu sırada da küçük kızla tanışıyor. Dedenin evine kaymak, büyükannenin evine de bal girmesi yasak. Küçük kız aslında başlangıçta ikisini de sevmemesine rağmen birleşimlerinden doğan lezzeti tadınca gizli gizli cebinde taşımaya başlıyor balı ve kaymağı. Belki çok ileri boyut diyeceksiniz ama bugünkü Türkiye’ye baktığımızda da aynı tabloyu görüyoruz. İnsanlar arasında büyük kutuplaşma var. Dışarıdan bir etken geldiğinde bütün siyasi partiler, insanlar birleşirken; ortalık durulduğunda da güllük gülistanlık yaşamak yerine kavga etmeyi tercih ediyoruz. Balkaymak da aslında bu kavgalar üzerine kurulu olan ve tatlı tebessümlerle ilerleyen bir film.

 

● Malum Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’ı yönettiğiniz için özellikle aşina olmayanlar, salt fragmanlarına denk gelen veya en azından konusunu bilenler en nihayetinde bir mafya dünyasını anlattığı için başta bahsettiğiniz klişelerden bazılarının bu dizide de olduğunu düşünecektir. 
Çok doğru dediniz. Benim evime gelen reyting raporlarına göre Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz izleyicisinin dörtte üçü kadınlar. EDHO’yu izlemeyen herkes onu malum erkek egemen dizilerinin devamı olarak görebilir. EDHO’da belinde silahları olan bir mafya takımı var. Ancak bu erkeklerin her biri kadın ruhunu tanımaya çalışıyor bir yandan da ve hayatın gerçekleriyle yüzleşiyor. Kanepede yatan, sürekli azar yiyip soluğu dışarıda alan adamlar görüyoruz. Bunları absürt komedi şeklinde de vermiyoruz ama. Tamamıyla hayatın içinden gerçek durumlar olarak karşımıza çıkıyor her biri. Bu da haliyle kadın izleyicilerin hoşuna gidiyor. Dolayısıyla ben EDHO’da oyuncuları elimden geldiğince naif ve sağlam oynatıyorum. Bellerindeki silahın haricinde taşıdıkları kalbe uygun olarak konuşuyorlar. Raci Şaşmaz ve Bahadır Özdener, benimle bu projeyi paylaştıklarında da bahsettiğimiz klişelerden oldukça uzak bir hikâye sunmuşlardı bana. Ben de o doğrultuda bir dünya kurdum.
 
● Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz’dan bahsetmişken, rejinizin en belirgin özelliği “gözetleme” kafasında kurduğunuz sahneler. İzleyici olarak sanki masayı, Hızır’ın salonunu, fidanlığı dikizliyormuşuz hissine kapılıyoruz. Planlarınız da genellikle geniş açı hep. Bu duruma zamanında BBG Evi’nin reji ve kurgu ekibinde olmanızın katkısı var mı?
Aslında BBG, hakkında sayfalar dolusu şey anlatabileceğim bir format. Sosyal deney de diyebilirsiniz. Bu soruya cevap verebilmem için BBG’den biraz bahsetmem lâzım. Öncelikle biz BBG’yi gerçekten izledik. O insanlar bizi tanımıyorlardı. Yapımcı olarak aslında peygamber misali başka bir köşede duruyorduk onlar için. İsmimizi biliyorlar ama deyim yerindeyse cismimizi bilmiyorlardı. Bizden korkuyorlardı her an onları diskalifiye edebiliriz diye. Bazı iletişim modelleri sayesinde onlar iki gün içinde ne istersek yaptırabileceğimizi öğrendik. Hatırlarsınız belki, taksi görevleri vardı. Ve eve halktan aldıkları yorumlarla dönüyorlardı. Sonrasında da zaten evde dedikodular dolaşmaya başlıyor ve tartışmalar yaşanıyorlardı. Bunların hiçbirinde müdahalemiz olmadı. 1984 filminin gerçek hayattaki versiyonu gibi oldu BBG. Bu programın ardından yaklaşık 15-20 format daha getirdik ve hepsi de reyting sıralamasında birinci oldu hep. Hepsinin başarısının ardında tek bir neden yatıyordu: Samimiyet.

Hiç unutmuyorum mezun olduğum üniversiteye gittiğimde bana şunu diyen eğitmenlerim oldu: “Onur, biz senden daha güzel şeyler bekliyorduk. Sen niye gidip BBG gibi bir iş yapıyorsun? Onun kadar kötü bir program görmedik ömrü hayatımızda. Keşke bunu yapmasaydın.” Hiçbirine bu şekilde cevap vermek istemedim: “Hocalarım, güzel hocalarım; bugün Türk televizyon tarihini araştırın. En yüksek reytingi alan iş 39 reyting, 63 share ile 05 Eray ve 02 Melih arasındaki kavgadır. Milli maçlardan bile daha yüksektir. Saygıdeğer profesörlerim, bu sahnenin aynısını Al Pacino ve Robert De Niro ile çekseydim yine bu rakamları görür müydük? Bunu düşündünüz mü hiç? Orada tamamen gerçek insan tepkileri vardı. İzleyiciyi hiçbir şekilde aptal yerine koymanın ve “Ama seyirci bunu istiyor” diyerek bir şeylerin arkasına sığınmanın anlamı yok. Onlar, sizden çok daha iyi biliyorlar ne istediklerini. Yönetmen olarak bunu düşündüğünüzde işin sırrına varıyorsunuz zaten. Ben her reji masasına oturduğumda orada izleyiciye dönüşüyorum. Duyguyu veriyorum ve “Bunu oynayın, ben de seyredeyim” diyorum. Benim beğendiğimi izleyici de beğeniyor. İşin aslında bu kadar basit bir mantığı var. O geniş plan, “gözetliyoruz” durumunu bu nedenle hissediyorsunuz. Tiyatro gibi önümdeki oyunu seyrediyorum. Yalan numaralara girmek istemiyorum. Zaten bu yüzden de yönetmen olarak konumlandırmıyorum kendimi. Türk halkı oyuncunun oynadığı role değil, direkt göz bebeklerinin içine bakıyor.
 
● Bu düşünce şekli çok doğru olmakla birlikte herkesi yönetmen de yapar bu durumda (gülüyoruz.)
Zaten öyle değil mi? Siz de bir yönetmensiniz aslında. Önünüzdeki cep telefonuyla bir an çekiyorsunuz ve onu sevgilinize, dostlarınıza izletiyorsunuz. Onlar seyircileriniz, siz de yönetmensiniz. Yönetmenlik verilen diplomayla olmuyor. Bu iş doktorluk, avukatlık veya mühendislik gibi beşeri bilimlere dayalı bir iş değil. Tamamen duygu ve anlatım işi. İstatistiki olarak baktığınızda da benim 2 milyon, Francis Ford Coppola’nın ise 2 milyar izleyicisi var. O zaman Coppola yönetmen, ben değil miyim? Hayır, sizin verdiğiniz payla olmuyor.
 
● Yeni başladığınız projede ilk set günü ve ilk “kamera” denildiği ana kadar nasıl bir süreç yaşıyorsunuz?
O aşamaya kadar senarist ve yapımcıyla mümkün oldukça çok toplantı yapıyorum. Bu toplantıları öyle sadece masa başı düşünmeyin. Tatile de çıkıyoruz, yemeğe veya maça da gidiyoruz. Çünkü yazanın dünyasını çok iyi bilmem lâzım. Neye sinirlenip neye kahkaha atar ya da onu en korkutan şey nedir vs. iç dünyasına hâkim olmam gerekiyor. Ancak bugün bu biraz zor olabiliyor. Çünkü eskiden yapımcılar ve yazarlar tekti. Şimdi baktığınızda neredeyse rakam 15-20’ye çıkıyor. E, her birinin bir şey söyleyip istediğini düşünürsek ve ben de onların hepsini değerlendirmeye kalkarsam iş maalesef çorbaya dönüşüyor. Ancak yine de onların sesi olduğunuz için her şeyi dinlemek zorundasınız.

 

● Bugünkü yönetmenlere baktığımızda çoğunluğun kurgu masası veya görüntü yönetmenliği geçmişi olduğunu görüyoruz. İşin kurgu tarafından yönetmenliğe geçen biri olarak bu iki disiplinden gelip yönetmen olmanın ne gibi farklılıkları var?
Bilindiği üzere filmin üç aşaması vardır; pre-production (prodüksiyon öncesi), prodüksiyon, post production (kurgu). Pre-production, senaristin olduğu kısımdır. Yönetmen, senaristin duygularını en iyi şekilde anlayıp onu post prodüksiyon ileten bir köprüdür. Görüntü yönetmeni de prodüksiyon aşamasında yer alır. İyi bir görüntü yönetmeni, ancak çok çalıştığı yönetmenin kopyası olarak kalır. Ancak post prodüksiyoncu ise… Bunu aşçılık üzerinden anlatayım (gülüyor.) Çok iyi bir toprağınız var ve organik sebze yetiştiriyorsunuz. Ancak bunlar kötü bir aşçının yani post prodüksiyoncunun eline düşerse rezalete dönebilir. Post prodüksiyondan yönetmenliğe geçmiş olmanızın en büyük avantajı aslında iyi bir aşçı olmanızdır. Ve iyi bir aşçı tarlaya gidip kendi meyve sebzesini de yetiştirebilir. Ancak görüntü yönetmeni malzeme yetiştirme kısmında kalıyor. Bu noktada kurguculuk bambaşka bir disiplin. İşi yapan senarist ve kurgucudur. Yönetmenlik ise üçüne de doğru bilgiyi vermekle yükümlüdür.
 
● Sizi kurgu masasında kaldırıp yönetmen olmaya iten an, olay neydi?
Aslında hep yazar olmak istiyordum. Yönetmenlik aklımın ucundan bile geçmiyordu. Fakat hayat beni bir şekilde önce kurgu masasına itti. Hiç unutmuyorum o dönem ofise bilgisayar geldiğinde kimse tabii onda kurgu yapmayı bilmiyordu. Ben de bir sürü kitap okuyup montaj yapar hale geldim. O yıllarda Yavuz Turgul'un Eşkıya'sı  çekildi ve onun montajında çalıştım. Sadece Türkiye’nin değil, Avrupa’nın da bilgisayarda montajlanan ilk filmi olabilir. Kurgu sırasında bir yandan yazıyordum da; 23-25 yaşındayım. O dönem Fatih Ediboğlu’na gösterdiğimde senaryomu çekmek istedi. Ancak başkası yönetti ve dizi yayınlanmadan çöpe gitti. Bunun üzerine başka bir senaryo daha yazdım. Bendeki hayal kırıklığını tahmin edebilirsiniz. Senaryom beğenilince, “Bu sefer ben çekeceğim” diye bastırdım. Ve o gün bugündür, 2002 yılından bu yana aralıksız reji masasındayım.

 
● Ve yine gerçek hayatın tüm renklerini rejisine sığdıran harika bir yönetmenle, Zeynep Günay Tan’la evlendiniz.
Evet (gülüyor.) Zeynep’le (Günay Tan) evlendiğim dönem ben Kurtlar Vadisi’ni yönetiyordum, o da Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin yönetmeniydi. Ve o zaman her iki dizi de kendi gününde birinci oluyor; haftalık sıralamada ise birincilik ve ikinciliği kaptırmıyordu her iki iş de. Bahsettiğiniz gerçek hayatın renklerini sığdırma dışında Zeynep’le tarzlarımız çok farklı olmakla birlikte ikimiz de sette birbirimizin nasıl yönetmenler olduğumuzu bilmiyoruz. Ancak kulaktan dolma bilgilerle az çok fikir sahibiyiz. Çünkü eve geldiğimizde asla setten, dizilerden, televizyondan bahsetmeyiz. Sezonun ilk ve son bölümleri dışında birbirimizin yaptığı işlere de bakmayız ki fırsatımız da olmuyor.
 
● Eşkıya, İkinci Bahar, Balalayka, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar gibi efsane filmlerin kurgusunda yer alırken; Ezo Gelin, Kurtlar Vadisi Pusu, Dila Hanım ve son olarak Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz gibi fenomen işleri de yönettiniz. E, haliyle sayısız usta ve yıldız isimle çalıştınız. İster istemez insan sektöre dair en unutulmaz anınızı merak ediyor.
Bu soruyu hemen cevaplayabilirim çünkü en unutamayacağım anıların başında Kemal Sunal’la olan tanışmam ve sonrasında yaşananlar geliyor. 1989 yılında Ankara’da Veterinerlik Fakültesi’nde öğrenciyken Ulus’ta da Düttürü Dünya çekiliyordu. Bir gün sete gidip tüm süreci izledim ve o gün bu sektörde çalışacağıma karar verdim. Derken  Eşkıya’nın kurgusunu yapıp bitirdikten sonra Şerif Gören ve Ömer Vargı gelip bir film yapacaklarından bahsettiler. Bu sırada içeri rahmetli Kemal Sunal girdi. “Ben bu mesleğe sizin sayenizde başladım” diye ona anlattım Düttürü Dünya’nın setine gittiğim günü. Çok hoşuna gitti. Şerif Gören ve Ömer Vargı’nın konuştuğu film iptal oldu. 

Hiç unutmuyorum 2000’li yılların başıydı. O dönem de paralı askerlik çıkmıştı. Beyoğlu Asya Film’den beni aradılar. Görüşmeye gittiğimde Kemal Sunal’la karşılaştım. “Bak seninle o zaman çalışamadık ama şimdi çalışacağız. Seni çok sevmiştim” dedi. Ben de çok heyecanlandım ve mutlu oldum tabii. Fakat 15 gün paralı askerlik yapacaktım. “Biz Batum’da olacağız, bitirir bitirmez sen de yanımıza gelirsin” dediler. Askerliğimin üçüncü veya dördüncü gününde haberlerde o filmin setine giderken Kemal Sunal’ın rahmetli olduğunu öğrendim ve çok üzüldüm. Geri döndüğümde onunla ilgili bir belgesel yaptık. Hiç yayınlanmadı ama o belgeselin yeri bende çok özeldir. Şu an Gül Hanım’da (Sunal). Beni Balalayka filmine öneren de Kemal Sunal’dı. Hayatımın en kıymetli anılarından biridir bu. Huzur içinde yatsın. Umarım Balkaymak’la onun dönemindeki filmlere bir selam çakarak sadece Kemal Sunal’ın değil, pek çok ölümsüz ustanın ruhunu yad ederiz. 


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER