“Ey okuyucu,
Tanrı seni uzun önsözlerden korusun.” Bence de; Jorge Luis Borges ne güzel
noktayı koymuş! Tüm kelimelerin, bırakın betimlemeyi, birer tabelaya dönüştüğü günümüzde
birileri veya bir şeyler üzerine konuşmayı seviyoruz. Bakın bana, her hafta
röportaj öncesi ferman niteliğinde ahkâm kesiyorum. Sohbet ettiğim oyuncu
çekimlerde keyifli miydi, nasıl bir karaktere sahip, oyunculuğuyla ilgili neler
düşünüyordum vs. yazayım durayım. Neredeyse yeni bir hobi olarak benimseyeceğim
bu eylemi. Ancak “Bir sonraki kitabına önsöz yazılacak olsa altında kimin
imzası olsun?” sorusunu sorduğum ve karşılığında da Borges’den bu alıntıyı
yapan Emir Çubukçu’ya bu haksızlığı yapmayacağım (Dipnot: Her hafta bunu diyor
ama başarılı olamıyordu.) Çünkü kendine dair betimlemeleri duyduğu an başını
önüne eğip dinleyen ve altyazı olarak “Allahım! Şu an başka bir yere
ışınlansam” mesajı veren Çubukçu için zaten söylenebilecek en güzel
tanımlamayı onu özellikle Karadayı dizisindeki
Osman karakteriyle izleyenler yapmış: “Sahici.” Aslında oyunculuğun en olmazsa
olmaz özelliği ama, izleyici olarak sıkça tanıklık etmediğimiz için kendine ister
istemez kutsallık atfedilen bu sıfatı elde eden biri için daha ne söylenebilir
ki?
Osman, belki de televizyon tarihinin en sahici olmakla birlikte en “sessiz”
unutulmaz karakterlerinden biri oldu. Sessiz diyorum çünkü Emir, üzerine
giydiği rolü günlük hayatın içine kanalize ederek aslında onu beyazcamdan
çıkarıp bizimle çay yudumlar, sohbet eder hale getiriyor. Şimdilerde Show TV’de
ekranlara gelen ve bugünden itibaren Pazar akşamlarına transfer olan Rüya dizisinin bıçkın delikanlısı
İnan’la ona atfedilen bu unvanı devam ettiriyor. Ve karaktere inancın, yaptığın
işe hevesin olduğu sürece oyuncunun karşısına çıkacak tüm rolleri
sırtlanabileceğini de İnan diliyle “aslanlar gibi” gösteriyor. Bununla da
yetinmeyip ilk öykü kitabı Günün O
Belirsiz Vaktinde’de gündelik hayatın trajikomik, olağan hallerini yansıtarak
her son noktasında da bir umut kıvılcımı çakıyor. D22’ye dair projelerine de
girersem baştaki sözümü tutmamış olurum ki şu an bile o yolda ilerliyorum; bu
nedenle sözü özellikle röportajı okurken bence edebiyat muhabbetinde sözlerinin
tükenmemesini isteyeceğiniz Emir Çubukçu’ya bırakıyor; bir sonraki uzun
girizgâhım için yeni sayfayı açıyorum.
![](http://images.ranini.tv/bf91ad0d-deb0-46ef-853f-4613ea61c315.jpg)
● Rüya dizisindeki İnan karakteri tüm savunmasızlığıyla karşına
çıktı. Hangi özelliği, ilk andan seni onun dünyasına dâhil etti?
Klişe olacak
belki ama bir oyuncu için en değerli şeydir bu zamana kadar oynamadığı bir
karaktere hayat vermek. Karadayı ve Bana Sevmeyi Anlat dizilerinde hayat
verdiğim karakterler daha “iyi”, tatlı ve sevgi dolu çocuklardı. Fakat İnan
biraz daha sert, daha kendine ait çizgileri olan, sokak raconunu bilen bir
adam. O anlamda sevdim karakteri ve beni de dünyasına dâhil etti ya da o dâhil
oldu (gülüyor.) Fiziksel olarak da görünüşü farklıydı. Başka bir beden tipi ve
bakışa sahipti. Bu da beni cezbetti tabii.
● İnan’ın en rahat yansıttığını ve en zor oturttuğunu
düşündüğün yanları neler?
O asabi,
ateşli ve saldırgan tarafı kolay çıktı. Zaten oyunculuğun kolay yanıdır öfke ve
siniri gösterme. Büyük duygular daha rahat çıkar. Gündelik duyguları göstermen
ise daha zordur. Mesela aradaki sahnelerde ne yaptığı daha önemli, onlar zaman
alıyor. Sevmediğim bir kalıp kullanacağım ama “karakterin içine girdikçe” her
şey oturmaya başlıyor.
● Rüya’da şu ana kadar oynadığın sahnelerden birinde ufak da
olsa bir değişiklik yapacaksın ve ipler senin elinde. Ne yapardın?
İnan’ı, Alaz’a
(Ulaş Tuna Astepe) karşı biraz daha müdanasız yapardım. Kendimi bu kadar onun
eline vermezdim, biraz şüpheci olabilirdim. Onun da tabii kendince sebepleri
var çünkü ona gebe. Fakat yine de ipler benim elimde olsa ona sorgulamayı
öğretirdim.
● Ekşi Sözlük gibi mecralarda sana dair tüm yorumlarda
tek bir ortak betimleme var: “Sahici”. Bunu büyük harflerle yazsak yeridir.
İnsanın kendine dış bir gözle bakması imkansızdır ama sen bu durumu neye
bağlıyorsun? Karakterle iletişimin nasıl? “Kamera” denilen ana kadar ondan
tamamen izole misin? Yoksa arada dönüp irdeliyor musun?
Söz konusu
diziyse karakter, kamera çalıştığında devreye girer benim için. Tiyatro
bambaşka bir kulvar bu açıdan. Tiyatroda iki üç saat önce o dünyaya girmeye
çalışıyorsun. Orada sürekli bir performans var. Bir sürü bileşen söz konusu ve
her şey senin elinde. “Kestik” veya “kamera” diyen yok ve her şeyi kotarmak
zorundasın. Orada bütünüyle bir performans var. Ancak dizide kamera karşısında
olmak oyuncunun temelde sahip olduklarıyla ilgili bir mesele. Tabii “sahici”
sıfatının atfedilmesi çok güzel bir duygu. Kendimi Google’da aratan veya
bahsettiğin mecralar gibi yerlerde hakkımda yazılanlara bakan biri değilim. O
nedenle bunu duyduğum için mutlu oldum.
● Orada bir duralım, mutlaka kendini
Google’lamışsındır bence (gülüyoruz.)
Bir dönem
arkadaşlarım söylemişti, komik birkaç yorum olmuş. O zaman bakmıştım. İtiraf
edeyim, kitaptan sonra da bakmadım değil (gülüyor.) Ancak gerçekten âdetim
değildir bu. Bir de utangaç yapıya sahibim. Ama o sahiciliği duymak güzel.
Çünkü uğruna didindiğim bir şey bu. Gerçek bir insan, yaşayan ve
karşılaşacağımız biri olsun istiyorum. Karakteri kırıp dökmeye, bükmeye
çalışıyorum. Sağolsun bugüne kadar bu konuda hep rahat insanlarla çalıştım.
Aynı zamanda yazdığımdan olsa gerek hep böyle ekleme, çıkarma durumlarım oluyor
arada. Kendime daha rahat, yakın gelen ve sahici olabileceğine inandığım
doneleri kullanmayı tercih ediyorum.
● Sana bir proje teklif edildi ve senaryoyu
gönderdiler; önce karakter mi, hikâye mi, yoksa yönetmen veya oyuncular mı
gelir senin için?
İlk sırada
yönetmen gelir. Mesela ajansım, “Emir, seni istedikleri bir proje var. Sana
senaryoyu gönderiyoruz” dediklerinde daha onlar noktayı koymadan “Kimler
oynuyor ve kim yönetiyor?” diyorum.
● Bu cevabı duyduğum ilk isim olabilirsin
(gülüyoruz.) Peki, diyelim ki çalışmayı tercih etmediğin bir yönetmen veya
oyuncu var projede ama karakter muazzam.
Muhtemelen
çalışmam. Yapamam çünkü. İstediği kadar iyi olsun canlandıracağım karakteri iyi
oynayamam. Bu arada bahsettiğim durum da oyunculuk anı değil. Setteki düzen,
yaşayışı düşünerek bunu söylüyorum. Çünkü oradaki huzur benim için çok
kıymetli.
● Tüm oyuncuları ve yönetmenleri bilmen zor. Öyle
durumlarda o isimlerle çalışmış insanlara ulaşır mısın mutlaka?
Genelde
biliyorum çoğunluğu ama bilmiyorsam da mutlaka sorarım. Bu arada huzur derken
önemli olan can ciğer kuzu sarması olman değil. O ortamda saygı çerçevesinde
bir sevgi ve de huzurun olması. Bununla birlikte yönetmenin hızlı çalışması
benim için önemli bir kriter. Cemal Şan (Rüya)
bu anlamda çok özel biri. Çok memnunum onunla çalışıyor olmaktan.
● Onun sinema geçmişi de ciddi etkiliyordur seti.
Hem de
nasıl! Düşünsene Dönersen Islık Çal gibi
bir filmin senaryosuna imza atmış, Dilber’in
Sekiz Günü gibi bir filmi yönetmiş kişiden bahsediyoruz. Çok önemli bir
senarist ve yönetmen. Bununla birlikte insana, insan olduğu için kıymet veren
biri. O anlamda çok mutluyum ve inanıyorum ki iş bittiğinde ağabey-kardeş,
arkadaşlık ilişkimiz de uzun süre devam edecek. Bunu çok isterim.
● Rüya’da bir açıdan daha şanslısın. Geçmişte birlikte rol
aldığın Ulaş Tuna Astepe’yle karşılıklı oynuyorsun.
Ulaş’la
okuldan arkadaşız, üniversitede aramızda bir sınıf vardı ama birçok derse
beraber girdik ve 10 senedir de bir şekilde beraberiz Ulaş’la. Önce Karadayı’da, şimdi de Rüya’da bir aradayız. Ulaş, şahane bir
dost benim için.
● Hangi oyuncu ve yönetmenler seni deyim yerindeyse
karakteri okumayacak kıvama getirir?
Karakteri
yine de okurum, önce onu söyleyeyim (gülüyor.) Bu arada sinema çok farklı, o
nedenle orada her zaman ilk sırada karakter gelir. Mesela Cemal Şan ve Uluç
Bayraktar’la çalıştım ama bir fırsatım daha olsa yine çalışırım onlarla. Hiç
çalışmadıklarımdan aklıma ilk gelen Altan Dönmez, onun rejisini merak ediyorum.
Oyuncularda da Kenan Abi’nin (İmirzalıoğlu) bir işi olursa tereddütsüz kabul
ederim. Karadayı ilk dizimdi ve üç
yıl boyunca onunla çalıştım, muazzam bir set ahlâkı ve mizacı var. Kıymetlidir
benim için.
● Artık beni de heyecanlandıran son heyecanına
geçelim; ilk öykü kitabın Günün O
Belirsiz Vaktinde. Kitabını burada, masada görünce sanki uzun zamandır
eline almıyormuşsun gibi inceledin. Bunu ilk kez yaptığın güne dönsek; kitap basıldı
ve yayınevine geldi.
İlk elime
aldığımda biraz belki ukalaca olacak ama “Kitap doğru mu?”, “Tüm öyküler var mı
içinde?”, “Bir eksiği gediği yok, değil mi?” düşüncesiyle inceledim (gülüyor.) Can
Yayınları, üst düzey bir yayın evi olduğu için her aşamasında seni haberdar
ediyorlar son ana kadar. Özellikle de matbaaya gitmeden önce defalarca sana
gönderiyorlar ve üzerine konuşuluyor. Ancak bunların hepsi internet ortamında
gerçekleşiyor. E, insan da gerçek halini görünce haliyle garipsiyor. Ancak çok
uzun sürmedi o duygu.
● Yayın evinden çıktıktan sonra ilk olarak kime
hediye ettin kitabı?
Can
Yayınları’ndan çıktıktan sonra Gezi Pastanesi’ne gittim. Kahvemi getiren garson
arkadaş masada aynı kitaptan 10 adet görünce haliyle sordu kime ait olduğunu.
Ben de “Benim kitabım, size de hediye edeyim” diyerek ona verdim. Sonra da
zaten annem, babam ve kız arkadaşımla paylaştım.
● Günün O
Belirsiz Vaktinde’deki hikâyeleri ne kadar
sürede yazdın? Kitabın çıkma serüveni nasıl bir döneme yayılıyor?
Yazma süreci
uzun tabii; kitap çıkmadan iki ay önce yazdığım da var, 2012 yılında yazdığım
da. Üç yıla yayılan bir süreçte yazdığım yaklaşık 30 öyküden kendimce yayımlanmaya
değer bulduğum 13 tanesini Can Yayınları’na göndermiştim. Kendisi çok kıymetli
bir yazar olan editörüm Faruk Duman’ın ekleme ve çıkarma önerileriyle de
bugünkü halini aldı.
● Yazdıklarını biriktirip kendine saklayanlar eninde
sonunda bir gün “Acaba bunu kitaba mı dönüştürsem?” diye sorgular ya da biri
dürter onları. Senin için hangi durum geçerliydi?
Bahsettiğin
sorgulamayı hiçbir zaman yapmadım, bende işlemedi o (gülüyor.) Beni, kendisi de
çok değerli bir yazar olan Nalan Barbarosoğlu ikna etti. Çok da zor olmadı
(gülüyor.) Bir dosya hazırlamamda bana yardımcı oldu. Sonunda Can Yayınları’yla
birlikte çizgisini beğendiğim bir yayın evine daha gönderdim. “Tabii ki kabul
etmeyecekler” diyordum kendi kendime. Fakat işte şu an burada, hakkında
konuşuyoruz.
● Özellikle kitabın ilk iki hikâyesi Kelebekler ve Afetten Sonra, Jonathan Safran Foer (Her Şey Aydınlandı ve Aşırı
Gürültülü ve İnanılmaz Yakın) tadında bir dokuya sahip bence. Son birkaç
cümlesine kadar yağmur yağarken, noktayı koyduğun son cümle ise yağmurun azalıp
güneşin yüzünü gösterdiği anlar gibi.
Hiç okumadım
ama merak ettiğim bir yazardır Jonathan Safran Foer. Bu arada Kelebekler ve Afetten Sonra, benim de en sevdiğim öykülerdir. Kimileri karanlık
buldu kitabı ama bunu bir özellik olarak söylediler, olumsuz bir eleştiri
olarak değil. Evet, inanılmaz neşeli bir kitap değil tabii. Fakat ben o kadar
karanlık ve depresif bulmuyorum. Yaşama dair umut taşıdığına inanmak istiyorum.
Bu açıdan yaptığın yağmur-güneş benzetmesinin hissedilmesi beni memnun eder. Bir
röportajda daha söylemiştim, kitaba ilk günden sonra neredeyse hiç bakmadım.
Dışarıdan bir göz olamıyorum çünkü. Bu arada yazarken de bir öyküyü yazdıktan
sonra ciddi bir süre ona dönüp bakmam hiç. Bazen bir iki, bazen de altı ay
sonra onun üzerine yeniden çalışmaya başlıyorum. Önce o hikâyeden soğumam
gerekiyor ki böylece başkasının yazdığı bir şeymiş gibi ona bakabileyim.
● Okuduktan sonra “Bunu hangi ruh haliyle yazmışım
acaba? Ben yazmış olamam” dediğin anlar veya o bahsettiğin kısa sürenin
ardından geri döndüğünde 180 derece değiştirdiğin hikâyeler oldu mu?
Neredeyse
hiçbirini başladığım kafayla bitirmedim. Bütün yazdığım öyküler, başladığı
halinden 180 derece değişik fikirlerle bitiyor. Mesela kitabın ilk öyküsü olan Kelebekler’i şaşıracaksın ama iki yıl
önce yazmaya başladım. Baktığında sadece 10 sayfa ama son halini vermek için
yaklaşık 20 kere yazmışımdır herhalde. Sürekli başka bir forma girdi ve en
sonunda gerçekten anlatması gereken noktayı kendi buldu. Baktığında kısa öykü
baştan aşağı vurucu olması gereken bir metin ve ekonomik anlatılması lâzım. Bu
nedenle de ciddi bir çalışma söz konusu. Ancak bununla birlikte Afetten Sonra öyküsünü de Kaz
Dağları’nda oturup üç günde yazdım. Rahmetli Tuncel Kurtiz’in Zeytinbağı
Oteli’ndeydim. Göğün adeta isyan ettiği ve deli gibi yağmurun yağdığı bir kış
günü pencereyi açıp yağmuru izleyerek yazmaya başladım ve iki gün sonra da
bitti. Sonrasında neredeyse hiç oynamadım. Kelebekler’de
de kafamdaki tek şey yaşlı bir çiftin ve ortada gömülmesi gereken bir kedinin
olduğuydu ve çift kediyi bir türlü gömemiyor (gülüyor.) Bunu anlatmak isteyerek
oturdum masa başına.
● O yaşlı çift, yakınen tanık olduğun insanlar mıydı;
yoksa tamamen kurgu, senin hayal gücünün ürünü mü? Zira beni dünyalarına hemen
alıverdi bu çift (gülüyoruz.)
Tamamen
kurguydu. Yaşlılık meselesi, üzerine kafa yorduğum bir konu olmuştur hep.
Genelde çocuklar daha çok etkiler ama benim için bunun tam tersi geçerli.
Yaşlılarla daha iç içeyim. Sokakta yaşlı birinin ne yaptığını izlemeyi daha çok
severim. Yaşlılık fikri bana daha karanlık ve gizemli geliyor. Bu da ilgimi
çekiyor.
● Günün O
Belirsiz Vaktinde’yi göz önünde
bulundurduğunda, “Bu hikâyeler bir kitapta yer almak için yeterli” demeni
sağlayan kriterler nelerdi?
Belki klişe
olacak ama kendimin de okumayı isteyeceğim metinler olmalı. Bu açıdan o kadar
çöpüm var ki anlatamam. Onları da kendime saklıyorum (gülüyor.) Bazıları
güzeldir belki, bilemiyorum. Ancak benim okumak istemeyeceğim şeylerse onlar da
bana ve yazdığım ana kalsın.
● Yazdığın hikâyelerden birinin dünyasına konuk
olacaksın ama bir yandan masa başında onu yazan da sensin. Hangi hikâyeyi
seçerdin?
Komik bir
şey söyleyeyim mi? Can Küreyişi’ndeki
inek olup o yolculuğu onlarla yapmak isterdim. Ruh hayvanı vs. gibi mistik
inançlarım yoktur ama dünyayı bir hayvanın gözünden görüp öyle yaşamayı merak
etmişimdir hep. Yaşlılık meselesine olan ilgimden ötürü Afetten Sonra’daki hikâyeleri anlatan nine de olmak isterdim.
● Bir sonraki kitabına önsöz yazılacak; altında kimin
imzası olsun?
Önsöz
olmasa? Öyle bir hakkım varsa ben onu istiyorum (gülüyor.) Jorge Luis
Borges’nin çok güzel bir sözü vardır: “Ey okuyucu, Tanrı seni uzun önsözlerden
korusun.” Ben de genelde okumam zaten bir kitaptaki önsözü. Ancak sorunu, “Kitabını
kim okusun?” diye değiştirirsek işte ona hemen Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin,
Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin cevabını verebilirim. Mesela bu değerli isimlerin,
benden ikinci kitap olarak ne beklediklerini yazmalarını da çok isterim.
● Keşke şu an onlara sorma şansımız olsa ama karşımda
sen varsın. Sen kendinden ikinci kitap olarak ne bekliyorsun? (Gülüyoruz.) Hep
öykü mü gidiyorsun mesela? Yoksa deneme, roman, senaryo vb. çalışmaların da var
mı?
Ben birkaç
şey arasında bölünüyorum hep. Mesela şu an üç uzun öyküden oluşan bir kitap
tasarlarken bir yandan da iki film senaryosu yazıyorum. Bu arada bir tane roman
olacağını düşündüğüm bir hikâyeye de başladım. Can Yayınları’yla paylaşacağım
ikinci dosya üzerinde de çalışıyorum. Onda yine sadece öykü olacak.
● Gerçek anlamda “yazdım” dediğin ilk metin neydi?
Dün evde
kütüphaneyi toplarken konservatuar zamanı yazdığım bir iki “şiirimsi” dediğim
şeyleri buldum. O kadar kötü ki! (Gülüyor.) “Allahım! İyi ki devam etmemişim
şiir yazmaya” dedim. Bir de onu basarlardı şimdi. Türkiye’de biliyorsun eskisi
gibi değil, artık birçok şey hemen basılıyor. Şiir bambaşka bir dünya ve ben
onu yazmayı hiç mi hiç becerememişim. İşin ilginç yanı şiir okumayı da çok
severim ve kendimce ciddi bir şiir okuru olduğumu söyleyebilirim rahatlıkla. Yerli
yabancı bir sürü isim var sevdiğim ama mümkünse ben yazmaya kalkmayayım. O
şiirlerin olduğu siyah defter mesela masamın üstünde şu an. Bir gün şiir
yazmaya yeltenirsem beni engellesin diye duruyor (gülüyor.)
● Başlarda sormam gereken soruyu sonlarda soruyorum;
neden Günün O Belirsiz Vaktinde?
Tamam, kitabın içindeki bir öykünün adı ama nedir günün o belirsiz vakti senin
için?
Dosyayı
verdiğimde, henüz yeni öykülerin de eklenmediği dönemde benim için en iyi
hikâye oydu. O yüzden onun ismini verdim kitabın adına. Bir de havanın ne tam
aydınlık ne de tam karanlık olduğu sabah ve akşamüstü saatlerini çok severim.
Yaratıcılığı o anlarda bulurum genelde. Yazabilmem için kendimi güçsüz
hissetmem gerekir. Bu bahsettiğim saatlerde de çok kuvvetsiz ve her şeyden
arınmış bir ruh hali içinde olurum. Güçsüzlükten kastım da aslında sıfır
noktasındayımdır hayatın. Her şeye şüpheyle yaklaşırım ve merak ederim. Hayata
dair hiçbir kesin hükmüm yokmuş gibi hissederim. Bu da yazmak için en iyi
atmosfer bence. Uzun zamandır çok erken kalkmaya da alıştım, 6 buçuk 7 gibi
kalkıyorum. Geceleri yazabilen biri değilim. 12’den sonra bende pil bitiyor ve
okumaya geçiyorum. O yüzden günün o belirsiz vakti benimle ilgili aslında.
Kapak da bu nedenle ne aydınlık beyaz ne de gri.
● Kapaktaki maske neyi simgeliyor?
Editörüm
Faruk Duman’ın önerisiydi. Öyküleri okurken her karakterin maskeli hallerinin
gözünün önüne geldiğini belirtti. Hepsinin aslında görünmeyen, sakladıkları bir
yüzü var. Burada “İnsanı insana anlattım ama bazı yanlarını vermedim ki
okuyanlar keşfetsin” gibi bir klişeye kaçmıyorum tabii. İnsanı anlatmak için
yazmadım. Öyle bir iddiam olamaz zaten ve kimsenin de olmaması gerektiğini
düşünüyorum.
● “Ah keşke bir gün şunun hakkında yazabilsem”
dediğin bir konu var mı?
Keşke
doğanın kendine ait fikirlerinden bir şey yazabilsem ama bu da mümkün değil.
Tabiatın kendi aklını, yüreğini kendi diliyle anlatabilsem… Buna yaklaşan
isimler oldu tabii edebiyatımızda. Mesela ilk aklıma gelen örnek Yaşar Kemal. Sadece
doğaya ait seslerle doğayı anlatabilsem bir öyküde. Bence böyle bir dil kesin
olarak var ama biz bilmiyoruz ve öğrenemeyeceğiz de muhtemelen. O nedenle benim
bu hayalim de ütopikliğini koruyacak (gülüyor.)
● Oyunculuk veya yazarlık yapanların bir kısmı
mesleklerini “şizofrenik” sıfatıyla özdeşleştirirler. Her ikisini de icra eden
biri olarak sen bu yaklaşımı nasıl yorumluyorsun?
Oyunculuk
bence hiç de öyle bir iş değil (gülüyor.) Tamamen abartı bana göre. Nesi
şizofrenik olabilir ki? Oyununu oynuyorsun ve ardından karavanda kahve
içiyorsun (gülüyor.) Bana göre yazma eylemi de şizofrenik bir durum değil.
Bilemiyorum; sanki bu sıfatla yaptığımız işe bir kutsallık atfediyoruz ve bu
bana çok yersiz geliyor. Ben kendi yazdığım öyküler için “şizofrenik bir hal”
gibi artistlik yapacaksam Yaşar Kemal, Bilge Karasu veya Sabahattin Ali ne
yapsın? Evet, yazmak veya oynamak bir yetenek ve kıymetli de. Ancak buna ekstra
bir sıfat yüklemeye gerek yok. İlla şizofrenik bir şey arıyorsak bence okurluk
bu açıdan daha önde. Okurluk bana göre yazarlığın en üst seviyesi. Pek çok şeyi
okurken sen yazıyorsun aslında. Kendini bambaşka karakterlerle
özdeşleştiriyorsun orada. Mesela Norveçli Per Petterson, çok sevdiğim bir
yazardır. Onun 60 yaşındaki, Norveç fiyortlarında yaşayan karakterini
düşünürken kendimden bir şeyler buluyorum. Aslında baktığın zaman bu büyük bir
şizofreni ama diğer yandan değil de (gülüyor.) Uzun lafın kısası kendi
yaptıkları işe deli işi, şizofrenik diyenler beni deli ediyor.
● Gönül ister ki bu edebiyat sohbetine spesifik
kitaplar üzerinden de devam edelim ve bitmesin ama malum yeni sezon başlıyor;
bu noktada konuyu D22’ye taşımak gerekir. Bu sezonki projeler neler? Dünyaya Gözlerimden Bak sahnelenmeye
devam edecek mi? Bir de röportajdan önce Hasanpaşa’daki konaktan da
ayrılacağınızı söyledin.
Dünyaya Gözlerimden Bak muhtemelen devam edecek. Şu an
kesin olan tek şey iki üç yeni oyunun daha olacağı. Berkay Ateş’in yazdığı bir
oyunla birlikte bir belgesel oyun projesi var. Serkan Salihoğlu ile bir oyun
sahnelemeyi planlıyoruz. Çalışmayı çok istediğimiz ve de çok kıymet verdiğimiz
usta bir oyuncuyla sürpriz tek kişilik bir projemiz olabilir. Ve tabii ki bu
kişinin adını söylemeyeceğim (gülüyor.) Hasanpaşa’daki konaktan da çıkıyoruz.
Bu yıl biraz mobil olacağız. Sen de biliyorsundur Galata’da bir mekânımız vardı
dört yıl boyunca. Ancak maddi şartlardan ötürü çıkmak zorunda kaldık. Eğer
maddi gücün çok iyi değilse ve tiyatro kendi dönmeye çalışıyorsa o noktada
ciddi zorlanıyorsun. D22’yi kurduğumuzda yeni mezunduk ve hiçbir şeyimiz yoktu.
Ailelerimizin o dönem çok ciddi desteği oldu bize. Daha götürebilirdik aslında
ama o parayı, sanatla derdi olmayan insanlara vermeyi anlamsız bulduk.
● Senin sanatla derdin
nedir? Daha doğrusu sanat, senin için neye aracılık ediyor?
Aslında belirgin bir şeye aracılık etmiyorum. Bir cephe olarak da
görüyorum sanatı. Hayatı anlama, kendini ifade etme ve yaşamı kendi
perspektifinden gösterme yolu. Farklı bir bakış açısı sunuyorsun ve bir tünel
açıyorsun sanat sayesinde. Böyle deyince biraz karışık oldu ama en net tanımı
yapmam gerekirse sanat, nefes alacak bir delik daha açmaktır. Umarım ben de
yazdıklarımla, oynadıklarımla bunu başarabiliyorumdur.
● Tüm ipler senin elinde; bir oyun sahneye koyacaksın
ve A’dan Z’ye her şeyine sen karar vereceksin.
Of, bir sürü
var! Mesela şu saniye aynı anda aklıma 20 tane oyun geliyor. Birkaçını
söyleyeyim; Venedik Taciri’ni ve Matmazel Julie’yi yönetmeyi çok isterim.
Georg Büchner’in Leonce ile Lena oyununda
Leonce veya Valerio karakterini oynasam ne güzel olur. Gorki’nin yazdığı Ayaktakımı Arasında’da Clash olabilirim.
Kafka’nın Yuva adlı bir öyküsü
vardır, çok severim. Onu uyarlayıp yönetmeyi isterim. Bir Brecht oyununda
oynamak da tadından yenmez bir seçenek. Bu liste uzayıp gider, ferman olur
(gülüyor.)
● Tiyatro, televizyon, sinema, yazarlık… Bu dört
alanı düşündüğünde ütopik diyebileceğin bir hayalin var mı?
Bir gün
Michael Haneke’yle beraber bir senaryo yazmak çok isterim. Birlikte ortak bir
şey yazmak anlamında değil bu arada, o yazarken yanında olmak çok keyifli
olurdu. Bir dünya kurarken onu izlemek isterim.
● Yaşlılık meselesinden bahsettiğinde de nedense
aklıma direkt Haneke’nin Amour’u
gelmişti.
Çok da
sevmemiştim o filmi, biliyor musun? Mesela Haneke’nin The White Ribbon’ını (Beyaz
Bant) çok severim. Olağanüstü bir filmdir, hatta izlediğim en iyi beş
filmden biri olarak onu gösterebilirim. Cannes’da Altın Palmiye, Altın
Kürelerde de ‘Yabancı Dilde En İyi Film’ ödülünü kazandı, Oscar’a aday oldu ama
bence yeterli kıymet verilmedi. Mutlaka izlenmeli.
● Haneke dediğinde aslında direkt Funny Games veya The Piano Teacher’la açılır muhabbet.
Benim için o
muhabbetin başlangıcı Beyaz Bant’tır
işte. Savaşın, insanın en küçük noktalarına kadar nüfuz edip onu nasıl
değiştirebileceğine ve bozabileceğine dair müthiş bir alegoridir. Bir köyde
yaşayan çocukların ruhuna, alakaları olmamalarına rağmen savaş ve politikanın
atmosferi nasıl işler, ruhlarını nasıl karartır üzerine muazzam bir başyapıt.
Mesela oradaki çocukları sevmiştim (gülüyor.) Defalarca izledim filmi ve bir o
kadar daha izlerim.
● Oyunculuk hayatının hangi
anında senin için bir meslek seçeneğine dönüştü?
Çok eski, hiç hatırlamıyorum. Küçüklüğümden beri bunu istiyordum ama o
günkü aklımla nedenini inan hatırlamıyorum. Tiyatro oyunu izlemeyi çok severdim,
hatta heyecandan ellerim titrerdi.
● İlk izlediğin oyun neydi?
Küçük Kara Balık’ı saymazsak Ankara Devlet
Tiyatrosu’nun Kuvayi Milliye’siydi.
İstanbul’a gelmişlerdi. Nasıl bir kadroydu anlatamam; Deniz Gökçer, Engin
Şenkan, Cevdet Arıcılar, Tijen Par… Tanrılar vardı sahnede yani. Şimdi bu
noktada diyeceğim şey son derece trajikomik. Bu oyunu izlerken uyumuştum
(gülüyor.) Artık olmayan o muhteşem AKM Büyük Salon’da izlemiştim.
● Oyunculuk, yönetmenlik,
yazarlık… Hepsine veda edecek ve tek bir işinle anılacaksın. Hangisini
seçerdin?
Yazmadığım ama yazmayı düşündüğüm bir roman var, onunla anılmak
isterim. D22, bu hayatta yaptıklarım arasında en çok önem verdiğim ve de en
gurur duyduğum oluşum ama tiyatro, oyunculuk bir noktada geçici. Biz ölünce
olmayacak, o anlamda kalıcı değil. Ancak kitabı, bir fanusun içine koysan 1000
sene durur. Tiyatro oyununa aynı şeyi nasıl yapacaksın? Bu nedenle kafamdaki o
hikâyeyle anılmak beni mutlu eder.
KISA KISA
Son zamanlarda seni en çok
etkileyen film:
Teströl Es Lelekröl (Beden
ve Ruh).
Tüm zamanların en iyi
film:
Ingmar Bergman’ın Persona’sı.
İzlemekten keyif aldığın
ve defalarca izlediğin film:
The White Ribbon (Beyaz
Bant).
Çok abartıldığını
düşündüğün film:
Bütün Hollywood filmleri ama spesifik bir örnek vermem gerekirse ilk
aklıma gelen Black Swan (Siyah Kuğu) oldu
şu an.
Bir filmin dünyasında
yaşayacaksın, bu hangisi olurdu?
White God (Beyaz Tanrı).
Takip ettiğin diziler:
Narcos ve Forbrydelsen. Yakın zamanda The
Young Pope’a başladım. Nicole Kidman ve Reese Witherspoon’un oynadığı Big Little Lies’la da ilgileniyorum, boş
değilim ona (gülüyor.)
Bugüne kadar sana
söylenmiş en büyük spoiler nedir?
O kadar çok söylendi ki acaba hangi birini örnek versem? Anna Karenina’yı ilk kez okuyacağım zaman
Anna’nın sonunu öğrenmiştim. Oyuncu arkadaşım Tuğçe Tanış söyledi sağolsun,
ifşa ediyorum onu buradan.
Senin spoiler verdiğin
oldu mu?
Sürekli (gülüyor.) Şu an hatırlamıyorum ama konservatuardayken aylarca
bir arkadaşımın izlemek için beklediği diziyle ilgili büyük bir spoiler
vermiştim. Ama ağzımdan kaçtı o, isteyerek olmadı ve işin kötü yanı o anlamamış
spoiler verdiğimi ve ben bir de gidip ona bayağı her şeyi açık ettiğimi
söyledim.
Son zamanlarda seni en çok
etkileyen tiyatro oyunu:
Tiyatro BeReZe’nin Macbeth / İki
Kişilik Kabus’u. Çok etkilendim.
Herkese önerdiğin kitap:
O kadar çok ki! İlk aklıma gelen J. M. Coetzee’nin Utanç’ı ile Per Petersson’un kitapları.
Şu an okuduğun kitap:
Henry Bauchau – Çevre Yolu.
Hayatının bundan sonraki
kısmını bir kitabın dünyasında, oradaki bir karakter olarak yaşayacaksın.
Hangisini seçerdin?
Abbas Sayar’ın Yılkı Atı
adlı romanındaki Doru At olmak isterdim.
Son zamanlarda en çok
dinlediğin şarkı ya da müzisyen:
Bu sıralar Laura Marling dinliyorum. Beden ve Ruh filminde de kullanılan, What He Wrote adlı şarkısı şu an favorim.
Gitmeyi en çok istediğin
konser:
Bir Michael Jackson, bir de Ahmet Kaya konserine gitmeyi çok isterdim.
Seyahat etmeyi en çok
istediğin şehir:
Bergen, Norveç.
Hayal şehrin:
Viyana.
En sık kullandığın kelime
/ söz kalıbı:
Ne alakası var?
Bir buluşa sen imza atmış
olsaydın hangisini seçerdin?
Kitap.
Şu ana kadar
bulunamadığına şaşırdığın şey nedir?
İnsanın uçması. Nasıl başaramayız ki?
Bugün yaşayan veya hayatını
kaybetmiş ünlü bir kişilikle (yazar, oyuncu, bilim adamı, siyasetçi vb.)
karşılıklı oturup bir konu üzerine konuşma şansın olsa kimi seçerdin ve ne
üzerine konuşurdun?
Nazım Hikmet’le Türkiye üzerine konuşurdum.
Bugünkü Emir Çubukçu’yu
betimleyecek bir söz (edebi alıntı, kelime, replik, şarkı sözü vb.)
Boşluk (gülüyor.) Şu anda öyle hissediyorum.