Cem Davran: Bu topraklarda yaşayıp şiir veya roman yazamayana yeteneksiz derim

Cem Davran: Bu topraklarda yaşayıp şiir veya roman yazamayana yeteneksiz derim
Fotoğraflar: Emre Yunusoğlu * Mekân: Leyla Gencer Opera ve Sanat Merkezi
"Cem Davran’la röportaja gidiyorum" cümlesini kime sarf ettiysem herkesten aynı tepkiyi aldım: “Cem Davran mı? Niye ki? Televizyona bir iş mi hazırlıyor?”. Son soruya cevabım “hayır” olmakla birlikte diğer iki soruya benim de cevabım yoktu. Yedi sezondur kapalı gişe oynadıkları Alevli Günler oyunu, üzerime tılsımdan bir koza örmüştü. En son ne zaman bu kadar gülmüştüm hatırlamıyorum bile. Ve oyun bitince ilk söylediğim, “Sahnede izlediğimiz Cem Davran mıydı? Hani benim Ruhsar dizisiyle tanıştığım, bilimum televizyon programında izlediğim adam. Nasıl bir oyunculuktur, nasıl bir yorumlamadır o öyle? Kamu spotu gibi herkese yayarım ben bu oyunu” olmuştu. Zaten sonrasında da kendimi Cem Davran’la röportaj yaparken bulmuştum.

Röportajın bitiminde ses kayıt cihazında gördüğüm rakam, cevap veremediğim soruları da yanıtlamıştı: 1s 47d 33s. Tam 107 dakika; ortalama bir sinema filmi uzunluğunda. Bu sinema filminin makinisti Cem Davran, beni çocukluğundan beri tuttuğu ve de sakladığı notlarında kalan anılarda mini bir yolculuğa çıkardı. Ve bu 107 dakika boyunca fark ettim ki Cem Davran’la sohbet etmeniz için belli bir nedene ihtiyacınız yok. O, zamansız isimlerden. Darülbedayi’den girip (Şehir Tiyatroları) iki yıl önce başını çok ağrıtan “Çocuğu anne büyütür” açıklamasının perde arkasına, aşkına karşılık bulamadığında gençken yaktığı notlarından neden uzun süredir ekranda olmadığına kadar her konuya uzandık. “Ben bir hikâyeyim” diyen Cem Davran’ın ağzından bu hikâyenin yüzde birlik bölümünü koparmışımdır ancak. Umarım geri kalanı, Kafa Dergisi’nin Şubat sayısındaki yazısı Palyaço’nun Günlüğü (1)’in giriş cümlesinde bahsettiği “o kalın kitap”ta hayat bulur. Ve benim girişini, Cem Davran’ın ise gelişme ve sonucunu yazdığı bu yüzde birlik hikâye gittikçe yayılır. 

 

● Sohbete, yakın zamanda attığınız bir tweet’ten yola çıkarak başlayalım; “Abi dizi yapmayacak mısın? Sizinle büyüdük Cem Bey!”. Yanlış hatırlamıyorsam en son Babam Sınıfta Kaldı ile ekrandaydınız, değil mi?
Prime time bazında en son işim Babam Sınıfta Kaldı’ydı. Onun hemen arkasından Hayat Yokuşu adlı bir dizi yaptım. Ramazan’da gündüz kuşağında, TRT 1’de yayınlandı ve sanırım 25-26 bölüm sürdü. Yaklaşık üç yıldır da televizyon işi yapmıyorum. Tiyatro yoğunluğuyla birlikte açıkçası ekranda olmamayı bilinçli olarak seçtiğim bir dönem bu. Baktığınızda, televizyona 500 bölüme yakın iş yapmışımdır hayatım boyunca. Bunun içinde talk şov da var, yarışma programı da, dizi de. Fakat bugün televizyondan uzak kalmamın ana teorik, duygusal sebebi aile komedisi denen türün var olmaması. Geçmişte yaptığım işlerin önemli bir kısmı bu türdeki yapımlardı. İşin hüzünlü tarafı da vardı, çoluk çocuğun sevinç çığlıkları attığı taraf da. Böyle işler yapınca mutlu oluyorum. Televizyonda bence gündelik hayata değmeyen, yapay bir dönem yaşanıyor. Fakat bu değişecektir. Bugün eğer Bizimkiler gibi bir dizi yapılabilirse her şey yerine oturacaktır. Ancak baktığınızda Ruhsar bile bugün yapılamaz. Şevval’le (Sam), Çocuğun Var Derdin Var adlı bir dizi yapmıştık. 66 bölüm sürdü. Bugünü o işi koyun ekrana, bir iki bölüm sonra bitirirler. Aile, çocuklar, sofra; bunlar da ekranda yer bulmalı. Mesela bu aralar sakallıyım diye hep sakallı işler geliyor bana (gülüyor.) Ben de girmedim o topa. Fakat şimdi Bizimkiler tadında iki hikâye var; bakalım, ikisine de yakın duruyorum. Birini seçeceğim.
 
● Sizin yedi gün boyunca ekranda olduğunuz bir dönem de oldu yanlış hatırlamıyorsam.
Olmaz mı? O dönem bir yandan günlük dizide rol almıştım. Diğer yandan da türkü yarışması, dekorasyon programı gibi işler vardı. Açıkçası “izleyiciler sizi özledi” durumuna pek inanmıyorum. Mesajlar geliyor ya da yolda görünce, “Cem Bey dizi yapmayacak mısınız?” diye soruyorlar ama onlar da anlık karşılaşmalardan doğan durumlar. “Biz sizinle büyüdük Cem Bey” sözünü sempatik karşılıyorum ama çok da kayda değer bulmuyorum. Bugün Türkiye’ye baktığınızda izleyici, birlikte hareket eden bir kitle değil. İzleyici, yönlendirilen bir kalabalık. Ortada bir ticaret var ve izleyici de o yönlendiriyor. Bugün diziler bir başlıyor, neredeyse bölüm bitene kadar emekliliğin gelecek. Oturup iki saat boyunca ana karakterin ağlamasını izliyor. Bir kadın oyuncu var, ismini vermeyeyim. Sürekli dizilerde oynuyor. Dizisi bitmiyor yani (gülüyor.) Kendisi sürekli ağlıyor. Yolda görsem “Kızım fiziksel ya da ruhsal bir etkisi olmuyor mu?” diye soracağım. Kimse sürekli ağlamaz ki hayatta.
 
● Ağlamanın, iyi oyunculuk kriteri olduğu bir dönemdeyiz.
Bravo! Ne güzel söyledin. Maalesef genç çocukları öyle kandırdılar. Herkes ağlayınca oyuncu oldum sanıyor. Bence bu, sahte bir dönem ve yakında bitecek. Bu arada ekranda şu an bence 10 numara işler de var. Onları da yabana atmayayım. Ancak tıpkı eski Ertem Eğilmez filmleri gibi içinde hüzün saklı komedi veya komedi saklı hüzün olsa tadından yenmez. Televizyon oraya dönmek zorunda zaten. Öyle ya da böyle bu toplum, televizyon karşısında çok vakit geçiriyor ve bu kadar içlerini karartmamak lâzım. Direnmemiz gerekiyor. Hayat ne kadar trajikomikse, diziye de yansımalı bu. Herkese bir şeye alıştırdılar, oyuncuları bile. Herkes ağlıyor. Her acıda da ağlanmaz. Bazen öyle şeyler vardır ki hayatta, gözünden yaş gelmez ama en büyük acıdır. İşte, bu dönem bu yönde evrilecek. İnanıyor ve hissediyorum bunu.
 
● Ekrandaki bu dönemi toplumun hangi özelliklerine bağlıyorsunuz?
Şu an 53 yaşındayım. Bu ülkenin hem sanatsal hem de toplumsal olarak epey bir zamanını hatırlıyorum. Bilinçli olarak 15 yaşından itibaren hatırladığımı düşünsek, 38 yıldır gördüğüm en enteresan dönem. Sapla saman karışmış durumda. Duyguların artı eksi hiçbir ayarı yok. Müthiş bir ayarsızlık var. Herkes hatadan, kötülükten bahsetmeye kurgulamış kendini. Kötülüğün bu kadar çok konuşulduğu bir dönem hatırlamıyorum. Kastettiğim ideolojik, siyasi bir şey değil; tamamen insani bir şey.
 
● En basitinden bir araya gelindiğinde ilk olarak hava durumu konuşuluyorsa, ikinci konu da hastalık oluyor.
Aynen! Ben de dâhil hepimizi alıştırdılar. Bir şeyi bu kadar çok konuşup dillendirirsen zaten onu var edersin. Bu da bir enerji meselesi. Fakat her ne olursa olsun umudum iyi insanlardan yana. Onları koruyup kollayabilmenin, şnorkel vazifesi görerek onlara nefes alacakları alan tanımanın bir yolu da tiyatro. Ben de bir dem de olsa onlara nefes olsun diye tiyatro yapıyorum. Bu ülkede hâlâ çok iyi insanlar var. Ancak yolda görünce benim boynuma sarılarak, “Ay, o çocuklu diziniz yok muydu?” deyip eve gittiğinde herkesin birbirini öldürdüğü işten gözünü ayırmayanlar da var. İşte, felsefedeki “dilemma” da tam olarak bu. Maalesef korkunç bir ikilem yaşıyoruz.
 
● Bu ikileme ve bugünün yaşantısına aslında Bezirgân adlı oyununuzla da ışık tutuyorsunuz. Fakat oyun, aslında Molière’in ‘Tartuffe’ünün uyarlaması.
Oyun çıkışlarında izleyenler, “Ne güzel, bayıldık. Bugünü nasıl ustaca anlatmışsınız.” diyor. Halbuki bilmiyorlar ki oyunun yazım tarihi 1664. “Bugünü ne kadar iyi anlatıyor” dememiz müthiş bir trajedi aslında. Demek ki 17’nci yüzyıldaki şeyleri yaşıyoruz. Dört sezondur bu oyunu sahneye koyuyoruz ve bu yorumlar beni hâlâ şaşırtıyor.
 
● İki tiyatro oyunu dışında uzun bir süredir de Kafa dergisine yazıyorsunuz. Şubat sayısında Palyaço’nun Günlüğü başlığı altında çocukluk anılarınızı paylaşmaya başladınız. Nereden geliyor bu isim; Palyaço’nun Günlüğü?
İki yıldır aslında zaten kendi çocukluk hikâyelerimi yazıyorum. Palyaço’nun Günlüğü ise benim çocukken aldığım notlara verdiğim başlık. Bu ay Kafa’da okuduğunuz her bir anı, birebir gerçek notlar. Aslında üç dört ay önce niyet etmiştim ama sonra ürküp korktum milletin diline düşerim diye (gülüyor.) Şubat ayında da yazdım en sonunda. Yıllardır aldığım notları paylaşıyorum. Kimini 10, kimini ise 38 yaşındayken yazmışım. Onların hepsinin tarihi var ama paylaşmadım ki herkes hangi tarih tahmin etsin.
 
● Sabah yazıyı okurken, ailenizden Askeri Lise sınavlarında boş kağıt verdiğinizi uzun süre sakladığınızı gördüm. Ne zaman söyleyebildiniz?
(Gülüyor.) Liseyi bitirdiğimde söyledim. Fakat düşündüğüm kadar büyük şok yaşamadılar. Babam, “Ben senin istemediğini tahmin ediyordum” dedi. Benimle aynı dönem liseye girip şu an emekli tuğamiral olan bir arkadaşım var (gülüyor.) Şimdi bu anıları okurken başkalarının tebessüm ettiğini düşününce Candaş Tolga Işık’a teşekkür ediyorum. Kafa dergisi meselesinde beni o ikna etti. Aslında sadece bir yazı verecektim. Sonra müthiş tepkiler geldi ve devam ettim. Bakalım, günün birinde Palyaço’nun Günlüğü’nü tek kişilik tiyatro oyununa dönüştürmek istiyorum. Ancak tüm notlarımı da paylaşamam. Benim sırrım yoktur, aslında paylaşırım ama bence beni takip edenler henüz hazır değil.

 

● Anılara kayda alma alışkanlığınız nereden geliyor?
Bilmem. Babam hep, “Bu, tuhaf bir çocuk” derdi. Çocukluğumdan beri tiyatroda olmam da bunun kanıtı aslında. 12 yaşında girdim Şehir Tiyatroları’na.
 
● Şehir Tiyatroları’nın galiba en genç yönetim kurulu üyesiydiniz, değil mi?
Evet, 16 yaşında özel yetenek maddesinden direkt profesyonel, kadrolu sanatçı oldum. İki yıl önce de en üst kademeden emekli oldum. Hayatımın çoğu Şehir Tiyatroları’nda geçti. O kadar önemli üstatlarla tiyatroda vakit geçirince çocuk da tabii ki mutlaka yazıyor. Kültürel sanatsal bir dünyanın merkezindesin, atomun çekirdeğindesin, Darülbedayi’desin (Şehir Tiyatroları). Düşünmeyen, yazmayan ve hayatı irdelemeyen bir çocuk olma ihtimalin yok. Öyle notlarım var ki o yıllara ait. Gülistan Güzey’le ilgili hatırlarımı yazsam toplumun çoğu anlamaz maalesef. Ancak onu bilen anlar ve de okuduğunda “Allah” der. Kendimi bildim bileli yazıyorum işte. Bir dönemim vardır, o dönem terk edildiğim için yazdığım notları yaktım (gülüyor.) 17-18 yaşlarındaydım. Çok pişman olmuştum yaktım diye. Sonra hatırladıklarımı yeniden not almıştım. Hatta Palyaço’nun Günlüğü (1)’de küçük bir tüyosu var; şu un fabrikası olayı (gülüyor.)
 
● Şaka yapıyorsunuz! Orada enteresan bir karşılaştırmanız var. Un fabrikasının sahibinin oğlu, kızı spor otomobiliyle etkilerken siz de, “Olsun, bende şiir çok nasıl olsa” diyorsunuz. Spor otomobilin karşısına şiiri koyuyorsunuz.
Tabii! E, aşk acısı yaşadıkça şiir yazdım. 1000’e yakın şiirim var gün yüzü görmemiş.
 
● Bir yanda şiirler, diğer yanda hatıralar; Palyaço’nun Günlüğü’nde de bahsettiğiniz o kalın kitap ne zaman çıkacak?
Kafa dergisindeki öykülerden bir kısmını kitaba dönüştürmek isteyen yayın evleri oldu. Hatta yakın zamanda Zafer (Algöz) yaptı onu; Haşırt Dı Bilekbord. Bence gayet de güzel olmuş. Ancak ben o topa girmedim, çekindim. Kitap evi yöneticisi arkadaşlarımdan biri, “Sen onların kitap olmasını istemiyorsan, bari bize roman yaz” dedi. Fakat ben çok korkuyorum bir kitabımın çıkmasından. Bir aktörün, kitabının olması iyi bir şey mi; bilemiyorum.
 
● Siz korkuyorsunuz ama aktör kitap bırakmasa bile ardından onun otobiyografisinin yazılması çok güçlü ihtimal. Bir şekilde bir kitap olabilir yani sizden izler taşıyan.
Doğru diyorsun ama açıkçası kendimi hazır hissetmiyorum. Sürekli yazan insanlar var. Onlar acaba nasıl hissediyor diye düşünüyorum.
 
● Ne zaman, hayatınızda ne olduğunda kendinizi hazır hissedeceksiniz sizce?
Bir bilsem! (Gülüyor). Hiç bilmiyorum açıkçası. “Benim bir kitabım çıktı” cümlesine hazır değilim. Zafer’e de özenerek bakıyorum. Türkiye’nin en önemli oyuncularından biri ve harika bir iş çıkardı. Gördüğüm herkese öneriyorum kitabını. O daha çok hatıralarını yazdı. Ancak ben hayatımda karşılaştığım, yaşadığım şeyleri hikâye tadında yazıyorum. Kafa, şu an Türkiye’de en çok satan dergi. İnternet edisyonu olmamasına rağmen muazzam bir rakamda. Bir derginin bu dönemde bu kadar satması muazzam. 15-16 kişilik gencecik, pırıl pırıl bir editoryal ekip var Kafa’nın ardında. Deli gibi çalışıyorlar. Tek bir kelimemiz, virgülümüz için sabahlara kadar uğraşıyorlar. Belki biraz daha zaman geçtikten sonra onların kontrol ve desteğiyle bir kitaba dönüştürebilirim içimdekileri, hissettiklerimi.
 
● Sizi Ruhsar’la özdeşleştiren kuşak için tabiri caizse matruşka gibisiniz. Yazar kimliğiniz de var ama bunu ön planda tutmuyorsunuz. Aforizma kıvamında sözleriniz var halbuki.
Bunu bana söyleyen ikinci kişisin bugün. Benim hayatım farklı gelişti biraz. Bir abim, “Kendinle ilgili olumlu şeyleri anlatırken muhtemelen ilk etapta 50 kişiyi doğrayacaksın” der. Benim hayatım, pek çok kişinin alıştığı tipler gibi olmadı. 27 yıllık evli bir adamım. İki çocuk büyüttüm; biri 25, diğeri de 20 yaşında. Pazar sabahı kahvaltılarından çok hoşlanırım. Şimdiki aklım olsa kesinlikle minimum dört beş çocuk yapardım. Hayattaki en büyük pişmanlığımdır ikiden fazla çocuk yapmamak. Ben çok gelenekçi bir karakterim. Bunun da bir bedeli oldu, oluyor hatta bizim sektörde. Az önce halk, kitleler dedik. Kitleler, “Cem Bey size bayılıyoruz. Sizinle büyüdük. Size hayranız” der ama arıza yana dikkat eder. Ben arıza bir karakter olmadım, düzgün bir hayatım oldu. Parametrelerim farklıydı. Yıldıray Şahinler, Erkan Can, Bahtiyar Engin ve ben; biz küçük bir grubuz. Birbirini en az tanıyan 30 yıldır tanıyordur. Ben bunu seviyorum işte. Çok fazla pazarlama işini sevmem açıkçası.
 
● Pazarlamayı geçtim, dışavurum bile Kafa dergisiyle olmuştur herhalde.
Bir edebiyat söyleşisinde şöyle bir soruyla karşılaştım: “Yazılarınız harika, bayılıyoruz. Ama sizden dürüst bir cevap bekliyoruz. Gerçekten o yazıları siz mi yazıyorsunuz?”. Kafasında nasıl canlandırdıysa artık, benimle yazıları yazanı bir arada görememiş, oturtamamış kafasında (gülüyor.) Ben de hatta “Haklısın, ben yazmıyorum. Çocukluğum yazıyor” demiştim. Zaten bu kirlenmişlikle yazabilmem mümkün değil. Allah’tan çocukluğum var. O söylüyor, ben yazıyorum.
 
● Hem çocukluğunuzu hem de kariyerinizi düşünürsek sanki 53 yaşında değil de, 70’lerinde biriyle konuşuyor gibiyim. Neler neler sığdırmışsınız bugüne kadar hayatınıza.
Sokaktaki insanların tepkileriyle fark ediyorum ben de bu durumu. Bazen bakıyorum biri gelip, “Siz bana antipatik gelirdiniz hep ama tiyatroda izledikten sonra bir numaralı fanınız oldum” diye yorum yaparken, diğeri “Kahpe Bizans, hayatımın filmi” diyor. “Ben sizi ilk defa Yusuf ile Kenan’da izlemiştim” diye yorum yapan da var ki Yusuf ile Kenan, 1979 yapımı. Benim ilk başrol filmim, Ömer Kavur’un ise ikinci filmi. Türk Sineması’nın motto filmi, ’80 öncesi ve sonrasını anlatır. Ben o filmde Yusuf’tum. Geçenlerde 30’lu yaşlarında biri bana mesaj atmış. Şehir Tiyatroları’nın çıkardığı Muhsin Ertuğrul kitabını bulmuş; “Onu karıştırdım. Neredeyse Şehir Tiyatroları’ndan çıkan her oyunda ya asistan, ya oyuncu, ya yönetmen yardımcısı ya da ışıkçıymışsınız. Her yerde varsınız” diyor. Bunların tamamına bakınca anladım ki ben bir hikâyeyim. Ve hikâyeler anlatılmak üzere yazıldığı için ben de bunları elbet bir gün paylaşacağım. Bir kitlenin kahramanı değilim, bu mahallenin çocuğuyum. Her tarafta bir dokunuşum var. Aşk Meydan Savaşı, türkü yarışması, Şaşıfelek Çıkmazı, Balalayka, Melekler ve Kumarbazlar, Bir Ses Böler Geceyi, Ve Panayır Köyden Gider… Her biri, benim hayatımın hikâyesi.
 
● “Her birinin yeri ayrı” diyeceksiniz ama yine de sorayım. Bu saydıklarınızdan hangisiyle tanınmak daha çok hoşunuza gidiyor?
Geçenlerde bir gazeteci arkadaş, “Yıllar önce anneannem getirmişti beni. Çılgın Sonbahar adlı bir oyunda oynuyordunuz.” dedi. O dönem Şehir Tiyatroları’nda oynarken özel tiyatrolarda da konuk oyuncu olarak yer alıyordum özel izinle. Hem Şehir hem de Dormen Tiyatrosu’nda oynuyordum. Nevra Abla’yla (Serezli) oynadığımız oyundu Çılgın Sonbahar. Hadi bunu geçtim, yakın geçmişte Nedim Saban’ın 35’inci sanat yılı, 50’nci doğum günü vardı. Kenter Tiyatrosu’nda bir etkinlik yaptı. Sahneye çıkıp hayatını anlatırken şöyle bir anekdot paylaştı: “Ben küçüktüm. Anneannem, babaannem ve ben Harbiye’de bir oyun izlemeye gittik. Baktım Cem Davran diye bir çocuk. O oynayabiliyorsa, ben de oynayabilirim dedim” diye bir itirafta bulundu. 50 yaşında adamın anlattığına bak. Şimdi, hangi biri diğerinin önüne geçebilir ki? Geçenlerde bir arkadaşımla şöhret üzerine konuşuyorduk. Ona şunu söyledim; “Tanınmak şöyle bir şeydir: Doğalgaz arızalandı, aradın. ‘Merhaba ben Cem Davran’ dedin. Karşıdaki de ‘Oooo… Cem Bey” dedi. Tamamdır, işte tanınmak budur. Yoksa yolda “Siz şu karakteri mi oynuyorsunuz? Size hayranız” demek değildir tanınmak.
 
● Başlı başına bir hikâye olduğunuzdan bahsettiniz. Genelde kalabalık bir sofradayken de hep o anılar, küçük öyküler ortaya çıkar. O sofrada yer aldığınızda, genelde sizden hangi anınızı anlatmanızı isterler?
Masadakilerin karakterine göre değişiyor. Öyle bir masaya oturuyorsun ki “Sevda Demirel’in Hande Ataizi’ne tokat attığı ‘Ne dedin sen?’ olayını anlatsana” diyen de oluyor, Ömer Kavur’u veya Şehir Tiyatroları’nı soran da. Aslında öyle kalabalık sofralarda konuşan ve hikâye anlatan bir adamım. Aslında ben sofralarda konuşan adamımdır. Ancak son yıllarda biraz daha dinlemeyi tercih ediyorum. Oyunculukta da böyle bir süreç vardır. Bir süre oynarsın, bir süre de izlersin. Son rol aldığım film Ve Panayır Köyden Gider’de bir repliğim vardır; “Keşke üç hayatım olsaydı. Birinde oynardım, birinde izlerdim, birinde de yaşardım.” İşte, şu an biraz daha dinleme, izleme dönemimdeyim. Zaten Google’dan adımı aradığında çıkan bilgilerin yüzde 20’si yanlış olsa da, yüzde 80’i doğru. Dolayısıyla bir süre anlatmamaya karar verdim. Bu nedenle tiyatro yapmak çok iyi geliyor, oynuyorum “Ne hayatlar yaşadım kod adım Leyla, benden ne anladıysan o kadarıyla” misali.
 
● Sahneye çıktığınızda hangi hikâye gün yüzüne çıkıyor?
Çocukluğuma dair hikâyeler. Zaten tiyatroyla da çocuk yaşta tanışmıştım. Düşünün, benim dönemimde Tepebaşı Dram Tiyatrosu, Beyoğlu Yeni Komedi Tiyatrosu vardı. Babama yalvarırdım beni tiyatroya götürsün diye ve aynı oyuna beş aldı defa giderdim.
 
● Bu tiyatro tutkusu nereden geliyor?
Babam, benim doğumumdan önce Türk Sineması’nda prodüksiyon amiriydi. 1960’ların başında rahmetli Muhsin Ertuğrul ve Behzat Butak onu çok seviyorlardı. O dönem Muhsin Ertuğrul sineması hâkim zaten. “Darülbedayi’ye alalım seni” diyorlar ve babamı Darülbedayi’ye aksesuar şefi olarak alıyorlar. Babam, 50 yıla yakın bu görevi yaptı ve emeklilik formunu da ben imzaladım. Çünkü yöneticiydim o dönem Şehir Tiyatroları’nda. Bu, benim için en büyük onur kaynağıdır. Hâlâ da saklarım bu belgeyi. İşte, tiyatro tutkum da böyle bir babanın çocuğu olmaktan kaynaklanıyor olsa gerek. Düşünsenize Agah Hün bir anda kapıyı açıp içeri giriyor. Suna Pekuysal’la göz göze geliyorsun. Çıldırırdım resmen. Çocukluğum, tiyatro dekorunun arkasını merak etmekle geçti. Gece yattığımda bile kulisteki, sahnedeki hayatı düşünürdüm hep. Seneler sonra Suna Abla’yla başrol oynadım. Bugün benim yaşımda olup benim çalıştığım insanlarla çalışan insan sayısı neredeyse sıfırdır. Toplasan 80-85 yıllık hikâye çıkar benden.

 

● İşte, bu yüzden o kalın kitap çıksın lütfen (gülüyoruz.) Sizi sahnede gördüğünde babanızın ilk tepkisi ne olmuştu?
Babam beni hep hayran olduğu, çok değerli aktörlere benzetirdi hep. “Gazanfer Özcan’la ritminiz benziyor” derdi. Yıllar önce Allah rahmet eylesin, Gazanfer Abi beni oyunda izlemeye geldi. “Bana sürekli, ‘Gazanfer, aynı senin ritmine benzer ritme sahip bir oyuncu var. Gel, izle dediler ve ben de öyle geldim’” dedi. Babam doğru görüyormuş yani. Babam benim tiyatrodan vazgeçmeyeceğimi biliyordu. Fakat ondaki veriler, bilgiler tiyatrocuların çok zor bir hayat sürdüğü üzerineydi. Ondan endişe ediyordu bir tek. Ben evlenirken eşime, “Çok iyidir, pırıl pırıldı. Ama çok tuhaftır. Allah yardımcın olsun” demiş (gülüyor.) Sürekli yazan, tiyatroyla nefes alan ve hayal kurmaktan hiç vazgeçmeyen biriydim ve hâlâ da öyleyim. Ne kadar şanslıyım ki hayallerimin neredeyse tamamı gerçek oldu. Şu an sıfırdan hayal kuruyorum.
 
● Bugün neyin hayalini kuruyorsunuz?
Kuruyordum diyeyim çünkü yine gerçek oluyor. Yukarıdaki seviyor beni galiba. Kendime ait bir tiyatro salonumun olmasını hayal ediyordum. Şu an inşaat aşamasında. Oynamak istediğim oyunlar var ama onlara ömrüm yetmeyecek, orası aşikâr. Ancak ömrümüm yettiği kadarını oynayacağım. Böyle bir hayat varken sosyal medyada referandumdan dolayı dönen “evet”, “hayır” muhabbetlerinden çok sıkılıyorum ya da milletçiliğe dair söylemlerden. Bölge fanatiği veya toprak milliyetçisi değilim ama Türkiye gerçekten çok enteresan bir ülke. O kadar güzel bir coğrafyadayız ki bu topraklarda yaşayıp şiir veya roman yazamayana yeteneksiz derim. Burası öyle bir bölge ki pergelin sivri ucu resmen. Türkiye’nin yüzde 98’ine gitmişimdir. Her tarafından sanat, kültür fışkıran bir ülkede yaşıyoruz. Elbette bir sürü şey oluyor, sular durulmuyor. Durgun bir su mu, kaynayan bir yer mi? Kaynayan bir yer benim de tercihim. Fakat o kadar karanlık ki ortalık. Sahte bir karanlık var ortalıkta. Ben tüm bu yaşananlardan bağımsız olarak üretmeye çalışan bir adamım.
 
● “Bu topraklarda yaşayıp şiir veya roman yazamayana yeteneksiz derim”, iddialı bir söz.
Kimse kusura bakmasın. Anadolu’yu gezip de düşünsel bir yolculuğa çıkamıyorsan, o zaman hakikaten biraz ot kıvamına yakınsındır demek. Âşık Veysel’in ne yazdığını anlatsınlar bana. Âşık Veysel, yüzyılların büyük ozanı, düşün adamı, beyin insanı. Bir insanın ömrü sadece Âşık Veysel okuyarak geçebilir. Neşet Ertaş’ın çıktığı o bozkıra git de bir düşün. Düşünmeden yaşayan bir toplumuz. Fakat ben kesinlikle umutlu olanlardanım. Her anlamda umutluyum.
 
● O umudu koruyarak zoru başarıyorsunuz aslında.
Zor mu, kolay mı bilmiyorum ama gerçekten böyle hissediyorum. Son zamanlarda gençleri çok kırıyorlar, taraf seçtiriyorlar. Bu tuzağa düşmeyin! Kimse taraf seçmek zorunda değil. Taraf kim? Ben, insanlığın tarafındayım. Çocuklarıma da söylüyorum, “Bunu kim söylüyorsa yanından uzaklaş”. En büyük terör taraf olmak. Yüz bin tane taraf var zaten. Neyin dayatmasıdır bu? Erkan Can’ın bir lafı vardır, “Kırmadan dökmeden tiyatro yapıyoruz biz.” Bezirgân oyununu izlesen şaşırırsın. “Sizin başınıza bir şey gelmiyor mu?” diyorlar. Hayır, gelmiyor. Tam tersine insanlar çok seviyorlar. Çünkü biz özen gösteriyoruz insanların kutsallarına, ruhlarına, duygularına. Bu nedenle genel bakınca umutluyum. Bence her şey güzel olacak.
 
● Video çekerek kararlarını belirten ünlü isimler hakkında ne düşünüyorsunuz? Siyaset ile sanat nerede buluşup, nerede ayrışmalı sizce?
Yaşamak politik bir iştir, orası kesin! Ancak bana bilmem ne partisinin il başkanı muamelesi yapan herkese en ağır sözlerimi söylerim, söyledim de. Ben, herhangi birinin piyonu değilim. “Rengini söyle”, “oyunu söyle”; tüm bunları saçma buluyorum. Herkes gider bu topraktan, bana bir ben kalırım. Böyle bir terör var mı? Ben tiyatro yapıyorum, gel oyunumu izle. Ne dediğimi anlamaya çalış. Ya da yazılarımı oku. Sana kim baskı yapıyorsa, uzaklaş! Bu hayatta oğullarıma bile verdiğim tek öğüt var; “Zaman geçiyor, biriktir ve oku!”. Öğrencilerime de hep şunu söylerim: “Biri size oyunculuk anlatıyorsa bilin ki hayatı anlatıyordur. Biri size hayattan bahsediyorsa bilin ki oyunculuğu anlatıyordur. İyi bir oyuncu mu olmak istiyorsun? Önce iyi bir insan ol.” Bu kadar! Gerisi gündelik şeyler. Kendinize düşünsel bir alan yaratın mutlaka. Telefonun başında 300 saat geçirmeyin. İnsanoğlu uçağı icat etti insanlar bir yerden başka bir yere çabuk gitsin, sevenler kavuşsun, hastalıklar çabuk iyileşsin diye. Fakat aynı uçak bomba da atıyor. Uyduları keşfettik. Uydular, tele takılan uçurtmaları kurtarmaya yarıyorsa güzel ama o uydu, bombayı atacak yeri belirliyorsa kötü. Nasıl kullandığına bağlı. Şu an ameliyatlarda kullanılan narkoz malzemesi, II. Dünya Savaşı döneminde işkencede kullanılırmış. Teknoloji de aynen böyle bir şey. O yüzden düşünsel alana kayın.
 
● Umut ve iyilik; söylediğiniz her şey bu ikisine çıkıyor. Hiç hataya düştüğünüz, umutsuzluğa kapıldığınız veya kendinize kızdığınız bir an olmuyor mu?
Var, olmaz mı? Sosyal olarak en büyük hatam üç dört çocuk yapmamaktı.  
 
● Genç kuşağa baktığınızda tam tersi söz konusu. “Bu dünyaya çocuk getirilir mi?” sorusu hâkim.
Bence çok saçma ve çok yanlış. Son derece arkaik bir düşünce ve bence yaşamsal karşılığı hiç yok. Cevabını bulamadığın sorular varsa doğaya bak, en büyük cevabı o veriyor. Öğretilerde de böyle. Aforizmik bilginin yanında bilmem kaç yıllık bilgi var ve o diyor ki; “Doğuracaksınız”. İki yıl önce Twitter’a, “Çocuğu anne büyütür” yazmıştım. 300 bin kişi üstüme gelmişti.
 
● O dönem bayağı linç edildiniz, hatırlıyorum.
Tabii hatta birkaç köşe yazarı da bu topa girmişlerdi. Yahu Türkiye’de feminizmin yaşamasını sağlayan üç beş kişiden biri benim arkadaşım. O bile “Adam haklı” dedi. Bir, kimin söylediğine bak; iki, ne söylediğini anlamaya çalış. Olayın çıktığı yer de şu; benim eşimin de aralarında olduğu, hepsi üniversite mezunu beş altı kadın aralarında “Çocuğu anne büyütür” mevzusunu konuşuyorlar. Bundan ibaret. Almanya’da kadın çocuk doğurduktan sonra üç yıl boyunca ücretli izinleri devam ediyor. “İşe gelmeyip çocuğunla ilgilenebilirsin” diyorlar. Akılsız mı bu adamlar? Yine Almanya’da çocuğu down sendromlu olan bir anne, işini bırakmak zorunda kalmış. Ancak maaşı yıllardır devam ediyor. Doğaya bak arkadaş, çocuk annenin. “Tarih dişi mi, erkek mi?” diye sorgulanır. İngilizce “history” olduğu için erkek anlamına gelen “his” kelimesinden ötürü erkek olduğunu söylerler. Palavra bence. Yaşam, tarih dişi bir şey. Babalık sosyal bir statü, sonradan kazanıyorsun. Annelik ise doğal, evrensel bir şey. Ben bunu bu dille anlatıyorum ama Uğur Mumcu, yıllar önce başka bir dille anlattı ve onun söylediği oldu. İnternetten açıp okuyabilir herkes. Böyle gelenekçi şeyler söyleyince bir kitle hemen beni sahipleniyor. Aman, beni kimse sahiplenmesin. Bugünün diliyle geçmişin geleneksel bilgilerini sahnede harmanlamayı seviyorum, o ayrı.
 
● Bugünle gelenekleri harmanlayamadığınız bir konu var mı?
Din. Tim Burton’ın Big Fish’i, hayatımın filmidir. Ewan McGregor’un sevdiği kız sirkte çalışıyor. Sirkin müdürü de Danny DeVito. Ewan McGregor, kız orada diye sirkte çalışmak ister ve Danny DeVito’ya yalvarır; “N’olur beni işe alın. Her şeyi yaparım, her konu hakkında konuşurum ama din hariç” der. Danny DeVito anlamaz. Ewan McGregor da, “Babam ortalık yerde din hakkında konuşma, kimi inciteceğini bilemezsin” derdi. İşte, ben de aynen öyle düşünüyorum. Çağımızın en büyük elektrik hattı din bence.
 
● Röportajın başlarında Ve Panayır Köyden Gider filmdeki bir repliğinizden bahsettiniz; “Keşke üç hayatım olsaydı. Birinde oynardım, birinde izlerdim, birinde de yaşardım.” İzlemeye gelsek, sizi kimin canlandırmasını ve bu hikâyeyi kimin anlatmasını isterdiniz?
Bendeki karşılığı bambaşka açıkçası. Malum usta bir oyuncu vefat ettiğinde tiyatroda bir tören düzenleniyor. Naaşı sahneye konuluyor ve konuşmalar oluyor. Ben unutulmak isterim. Benim hikâyemi kimse anlatmasın. Çocuklarıma da böyle bir yük bırakmak istemiyorum. İstanbul Halk Tiyatrosu’ndaki arkadaşlarıma da söyledim; “Ben ölünce sakın tören yapmayın” diye. Benim tercihim Engin Cezzar’ın seçimi. Gülriz Sururi, bir ilân verdi gazeteye; “Bu dünyadaki yolculuğu bitti. Veda etti, güle güle.” Budur, bitti. Başladığı gibi bitsin. 3 Mart 1964 yılında, Kasımpaşa’da dedemin evinde doğmuşum. Bu şekilde başlayan hikâyem aynı sadelikte bitsin.
 
● Biz oyunculuğa geri dönelim (gülüyoruz.) Genç kuşaktan beğendiğiniz isimler kimler?
Çok yetenekli gençler var. Mesela İstanbul Halk Tiyatrosu’nda hem Alevli Günler hem de Bezirgân’da Selin Yeninci’yle karşılıklı oynuyorum. Selin, çok yetenekli, çok iyi bir oyuncu ve en önemlisi çok iyi bir çırak. O bana bir şey sorduğunda can havliyle anlatmaya çalışıyorum. Hoca öğretirse, usta hem öğretir hem de gösterir.
Ekrandaki isimlere gelirsek, Beren Saat’i çok kıymetli buluyorum. Fakat benden ona abi tavsiyesi, tiyatro yapması şart. Tiyatro antrenmandır. Oyunculuk zaten bitmeyen bir süreç. Öğrendikçe bilmediklerin çoğalır ve gittikçe acemileşirsin. Usta gibi başlar, acemi gibi bitirirsin. Yaşça bize yakın ama Cengiz Bozkurt’un komedi ritmini çok seviyorum. Onunla bir oyunda çalışmamız lâzım. Kenan İmirzalıoğlu’nu çok beğenirim. Onun da bence mutlaka tiyatro eğitimi alması lâzım. Ezgi Mola’yı seviyorum. Çok sempatik aynı zamanda. Ritmi olan bir karaktere sahip.
 
● İyi bir oyuncu tanımı nedir sizin için?
Enerjisi ve duygusu yüksek olan, iyi insandır benim için iyi bir oyuncu. Öğrenme ve yapma eylemleri sonsuzluğa uzanan kişidir. Bir ömür yetmiyor. Bu yönden Şener Abi’yi (Şen) anlamam açıkçası. Son birkaç yıldır ne yaptı? Neden uzun süredir ekranda veya beyazperdede yok? Elbette onun teorik sebepleri vardır ama sen eylemiyorken oyunculuğun nerede gelişiyor? Nerede çoğalıyorsun, biriktiriyorsun? Dünyaca ünlü yıldızlar 70 yaşında workshoplara katılıyor. Oyunculuk yapıldıkça mesleğin oluyor. “6 yıldır film, dizi veya tiyatro yapmıyorum.”; e, sen doktor olsan altı yılın ardından nasıl ameliyat yapacaksın? Yapıyorsan oyuncusun. Tabii ki bunlar benim bilgilerim, öğretilerim. Her görüşe de saygı duyarım.
 
● Kendi hikâyenizde son cümleyi söylemeden önce hangi rolü canlandırmak istersiniz?
Yıllardır düşündüğüm bir hikâye var kafamda. Tarihi bir karakter, o kimliği oynamak istiyorum. Bunun dışında da yok. Çünkü oyunculuk açısından da hayallerim gerçek oldu hep. Kim bilir belki de trajedim bu benim.
 
● O zaman hikâyenizin son cümlesini alayım…
Bir gün beni mutlaka unutun.

 

KISA KISA
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film:
Çekeli iki yıl oldu, artık uzaklaştım ve o kişi değilim. Bu nedenle kendi filmimi söyleyeceğim: Ve Panayır Köyden Gider
 
Tüm zamanların en iyi filmi:
Big Fish.
 
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen tiyatro oyunu:
Şehir Tiyatroları’nın 12.Gece’si.
 
Çevrenizdekilere önermekten sıkılmadığınız kitap:
Gabriel Garcia Marquez – Yüzyıllık Yalnızlık.
 
Son zamanlarda en çok dinlediğiniz müzisyen / şarkı:
Kibariye – Sil Baştan. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük cazcısıdır. Üstüne tanımam. Varsa çıksın, herkesle tartışırım. 3000 kez usanmadan dinleyebilirim. Deli bir yorum bence.
 
Söylemeyi en çok sevdiğiniz şarkı:
Cem Karaca – Resimdeki Gözyaşları.
 
Hayal şehriniz:
İstanbul, asla sekmez. Üç milyon kez dünyaya geleyim, yine İstanbul’da doğmak isterim. Şairlerin “âşık olunacak kadın” demeleri boşuna değilmiş.
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER