Bir erkek
için ne kadar doğru bir tabir olur bilemem ama Özgün Çoban’ı tek bir kelimeyle
özetlemem istense matruşka derdim. Evet, doğru duydunuz. Çünkü konuştukça
sürekli yeni ve enteresan yaşanmışlıklar, yetenekler çıkarıyor bünyesinden. Cebinde
sadece 5 euro’yla Sırbistan’da, hiç tanımadığı insanlardan oluşan bir hippi
grubuyla buluşmaya gitmiş. Ortaokulda en yakın arkadaşlarından biri Sylvia
Plath’in kasvetli betimlemeleri olmuş. Aslında oyunculuktan çok psikiyatr olmayı
istemiş; “Fakat iyi ki olmamışım. İnsanların algılarıyla oynayayım diye
eğlenceli hale getirebilirdim” diyen biri var karşımızda. Özgün Çoban, belki de
hayatımda tanıdığım en şahsına münhasır insanlardan ve en orijinal kafalardan
biri. Hani isimler kişilikleri etkiler derler ya, işte genç oyuncu bunun canlı
kanıtı. Şu sıralar ‘Yüksek Sosyete’de fazlasıyla iyi olmakla meşgul ancak sırf
bu özelliğinden mavinin derinliklerini boylayan Can’a hayat veren Çoban tabii
ki malum soruyu cevapsız bırakıyor: “Can ölmedi, değil mi?”
Kendisiyle
bayramın İstanbullulara hediyesi olan huzur eşliğinde Moda’nın sakin
noktalarından birinde buluştuk. Karşıma oturduğunda biraz önce 1.92 boyu ve
farklı havasıyla bana doğru yürüyen adam gitmiş ve yerine dünyanın en mütevazı
insanlarından biri gelmişti. Zira İstanbul’da oyuncu olmaya dair ilk sözü “Bana
artist ol, cool ol diyorlar. Galiba biraz havalı olmalıyım ama yapamıyorum
sanırım” oluyor. Heyecanı ve çekingenliğinden dalga geçmediğini anlıyorum.
Hayatına dair her doneyi ve özellikle de 23 Eylül’de gösterime girecek ilk
sinema filmi ‘Çok Uzak Fazla Yakın’ı sonsuz bir coşkuyla anlatıyor. Daha
hakkında pek çok şey yazabilirim fakat sözü burada kesmezsem sıra kendisine
gelmeyecek. Bu ismi zihninizin kaptan köşküne yakın bir yerine not edin!
● İki, günlük Ankara dizisinden sonra İstanbul’a
transfer nasıl oldu?
‘Deniz
Yıldızı’na başladığım dönem Devlet Tiyatrosu’nu kazandım. Dizi bittikten sonra
‘Beni Affet’e başladım. O da sona erince sektör burada olduğu için İstanbul’a
taşınmamız gerektiğini düşündüm. Buraya geldiğimde Rezzan Çankır’la tanıştık ve
açıkçası güzel bir yola girdik. Bir senelik boşluğum oldu; hemen bir projeye
atlamak istemedim. Arada bir sinema filmi çektik; ‘Çok Uzak Fazla Yakın’. Sonrasında
da ‘Yüksek Sosyete’ oldu.
● Ankara’da oynadığınız iki dizinin de yapımcısı
Nilgün Sağyaşar’dı. ‘Yüksek Sosyete’ye katılmanızda onun da etkisi olmuştur
herhalde.
Tabii!
Ankara’da oynayıp İstanbul’a geçiş yapınca zaten karşınızdaki tablo belli. Halk
sizi tanıyor çünkü neredeyse 7/24 onların evlerindesiniz. Dolayısıyla sokağa
çıktığınızda prime time kuşağında dizisi olan bir oyuncu kadar tanınıyorsunuz. Ancak
İstanbul’daki yapımcılar sizi tanımıyor maalesef. Oyununuzu bilmiyor ve bilse
bile konu showreel’a geldiğinde günlük dizi görüntüsü göndermenizi
istemiyorlar. Sonuçta ışık olarak farklı günlük dizi. Çalışma disiplini de
başka. Bu durum tabii bir handikapa dönüşüyor. Bir nevi sıfırdan başlamış
oluyorsunuz. Nilgün Sağyaşar ve oğlu Burak Sağyaşar benim karakterimi ve
oyunumu bildikleri için bana gönül rahatlığıyla bu rolü teslim ettiler.
● Can karakterinde sizi en çok cezbeden unsur neydi?
İyi olması
(gülüyor). İlk altı bölümümüzü yöneten Metin Balekoğlu ile de hep dalga konusu
olmuştur bu aramızda. “Abi şimdiye kadar hep kötü adamı oynadın. Bu adam bayağı
iyi” derdi. Açıkçası ilk başlarda çok zorlandım. Çünkü şimdiye kadar hep şunu
duydum: “Hin bak Özgün, daha hin bak” (gülüyor). ‘Yüksek Sosyete’de Can iyi ama
aslında karakterin bir iç çatışması var. Bir yanı “Otur oturduğun yerde,
görevlerini yerine getir” diyor ama diğer yanı da “Kalk gidelim, doğaya kaçalım
ya da denize açılalım” diye onu kendine çekiyor. Bu ikisi arasında çatışma
aslında beni çok cezbetti. Çünkü bir oyuncu çatışmadan zevk alır.
Oynayabileceği, renk katabileceği unsur budur. Ben hep iyi adam rolü oynamak
istemediğimi söylerdim. Çünkü tekdüze gelirdi hep ama aslında bu rolle iyi
adamda da bir sürü çatışma bulabileceğimi öğreniyorum. Şimdiye kadar oynadığım
kötü karakterlerde de hep insani yanını bulmaya çalıştım. Hiç kimse durduk yere
kötü olmaz. Can, daha önce oynadığım karakterlerin öncesi gibi. Onu kötü, daha
hırslı ve tuttuğunu koparan biri haline getirecek o kadar çok dış etmenle karşı
karşıya ama yine de çok iyi ve saf.
● O son yemek sahnesi dış etmenlerin görülmesi
açısından çok iyiydi.
Aşırı
eğlenceli bir sahneydi. Herkes aynı anda konuşuyor ve birbirini yiyordu resmen.
Okurken de çok keyif aldık. “Kestik” dedikleri anda hepimiz gülmeye
başlıyorduk.
● Can’ın o iyi yanını korumasını sağlayan kişi de
Cansu aslında. Hazar Ergüçlü’yle birlikte abi kardeş olarak çok güzel bir
enerji yayıyorsunuz.
Çok teşekkür
ederiz. Gerçekten harika bir ekibin içine düştüm. Hazar, muhteşem aura’sı olan
bir kadın. Enerjisiyle seni rahatlatıyor ve huzurla çalışıyorsun. Tanışıp ilk
sahneyi çektiğimiz andan itibaren güzel bir iletişimimiz oldu onunla. Çok
seviyorum Hazar’ı. Ekipteki herkes harika zaten. Zuhal Olcay hep hayran olduğum
bir kadındı. Şimdi daha çok hayranım ona. Ders gibi zaten onunla oynamak. Bazen
onu sadece izlemek istiyorsunuz. Hakkı Ergök deseniz pırlanta kelimenin tam
anlamıyla. O da hep çapkın, kötü karakterleri oynar (gülüyor). Fakat dünya
tatlısı biri, sohbeti müthiş. Gülşah’la (Çomoğlu) önceden tanışıyoruz zaten.
Ankara transferi o da. Onu duyduğumda çok mutlu olmuştum. Setin ilk günü
tanıdık bir yüzü görmek büyük şans. Engin’le (Öztürk) de okuldan tanışıyoruz.
Ben son sınıftayken, o okula girmişti. Engin da çok tatlıdır, dünyadaki en iyi
adamlardan biri diyebilirim. Paranın ve şöhretin değiştirmediği oyunculardan.
● Engin Öztürk’ün hep çok vakur bir duruşu olmuştur
zaten.
Kesinlikle!
Çok beyefendi bir adam. Biz Ankaralıların huyu bu sanırım, daha doğrusu
Hacettepe mezunlarının galiba. İstanbul’da bize “Biraz artist ol, cool ol”
derler. Fakat yönetmen veya yapımcı karşısında boynu bükük oluruz. Çünkü okulda
hocalarımızın karşısında bacak bacak üstüne bile atamazdık. Hemen “İndir o
bacağını” derlerdi. O yüzden burada bir kavram karmaşası yaşıyoruz. Senden
mesleki olarak çok önde birine saygı duymayı öğrendik. Dolayısıyla öyle biriyle
karşılaşınca efendi tavrımızı takınıyoruz otomatik olarak. Fakat İstanbul’da
çalışmıyor bu galiba. Bir sürü hikâye duyuyorum (gülüyor).
● Tolga Tekin’e de aynısını söylemiştim; ekranda
Ankaralı oyuncular bir şekilde anlaşılıyor zaten hemen. Nereden geliyor bu
durum?
Aynı okuldan
mezunuz Tolga Tekin’le. Bir yandan da Devlet Tiyatrosu geçmişi var ikimizin. Başka
bir disiplinle yetiştiğimiz kesin. İşin mutfağında yetiştik. Kendi üst
sınıflarımızı ve Devlet Tiyatrosu’ndaki büyüklerimizi sahnede izleyerek
büyüdük. Belki bunun biraz etkisi vardır. Ancak olumsuz yönden de etkileri
olmuştur. Mesela dizide bazen kendimi teatral buluyorum. “Televizyonda kaş oynatılmaz” gibi
bir algı söz konusu. Kaş oynatmayan oyuncular, hatta bunun için kaş botoksu
yaptıranlar var. Kaş bu, oynar yani (gülüyor). Neyse ki ben hiç böyle bir
taleple karşılaşmadım şimdiye kadar. Bence her şeyi gerektiği ölçüde olmalı.
● İstanbul’da var olan düzende sizi en çok ne
şaşırtmıştır?
İsmini
vermeyeyim ama bir gün bir yapımcı arkadaş bana eski fotoğrafımı göstererek;
“Saçın bu boya ne zaman gelir?” diye sordu. Herhalde yanlış sordu diye düşünüp
anlamadığımı söyledim, o da soruyu tekrarladı. “Valla arada 1 cm.lik fark var.
O kadar önemli mi? O bir cm’den ötürü alamayacak mıyım rolü?” dedim. “Ya… Öyle
daha iyi olurdu” şeklinde karşılık verince ben de teşekkür edip çıktım. Türk
dizi piyasasında alıştırılmış belli kodlar var maalesef. Başka bir örnek vermem
gerekirse karakterle ilgili görüşmeye gittiğinizde size çok fazla done vermediklerini
de söyleyebilirim. Böyle olunca da kendimi mi beğendirmeye gidiyorum acaba hissiyatından
kurtulamıyorum. Benim en takıldığım nokta bu.
● Başrol kadın ve erkek oyuncu prototipi söz konusu
zaten Türk dizi sektöründe.
İşte bu
biraz rahatsız edici. Biraz iddialı olacak ama lütfen ukalalık olarak da
algılanmasın. Bazen tam benlik roller geliyor. Bir gönderdiğim deneme çekimine
bakıyorum, bir de ekranda izlediğime. Bu anlarda kafam karışmıyor değil. Fakat
sanırım kas istiyorlar (gülüyor). Gerçekten de dediğiniz gibi bir prototip söz
konusu. Kadın cinayetleri ve erkeklerin kadınlara davranış biçimlerini
gördüğümüzde “Anneler, oğullarınızı iyi yetiştirin” diye hep annelere suç
buluruz. Aslında biraz kendimize, sektöre de dönüp suç bulmak lâzım artık. Çünkü
çok havalı erkek stereotipi hâkim. Ve karşılarında da onlara âşık kızlar var.
Çok snob, hayatta kimseye bakmayan erkek tiplerine o kızlar âşık oluyorlar. Artık
daha naif ve içi güzel adamlar mı izlesek? Umarım bu gerçekleşir.
● Günlük diziden sonra haftalık dizide ne gibi
avantaj ve dezavantajlarla karşılaştınız?
Ankara’da
platolarda çekim yapılıyor genelde ve ışıklarımız da neredeyse sabit. Genelde
çok dış çekim yazılmıyor. Bu yüzden de çok hızlı akar iş. O kadar bölümden
sonra neredeyse provasız bile çektiğimiz oluyor. Sabah 9’da başlar, akşam en
geç 6’da bitirirdik. Tam memur gibi. İlk başta haftalık farklı bir disiplin mi
diye düşünüyordum. Hatta ilk bölümlerde kendimi biraz bu yüzden de gerdim
sanırım. ‘Yüksek Sosyete’ bazında konuşacak olursam aralarında bir fark yok
aslında. Sadece birinin ışığı, kamera açısı değişik.
● ‘Yüksek Sosyete’de ilk bölümlerin acemiliği olarak
gördüğünüz bir hata veya komik olay var mı?
İlk bölümde
bir kahvaltı sahnesi çektik. Masaya oturduk ve yüksek sosyete nasıl yemek yer
diye prova yapıyoruz. Mesela zeytinyağına ekmek banar mı? (gülüyor). Olmaz
tabii! Gülşah’la (Çomoğlu) gerildik biraz. Dik oturmaya çalıştık ve önce çatal
bıçağı alıp ne şekilde tutmalıyız, hangi çatalı almalıyız diye düşünürken Metin
Hoca (Balekoğlu) gelip “Rahat oturun. Burası sizin eviniz ve kahvaltı
ediyorsunuz” dedi. Biz de Gülşah’la “Yüksek sosyete olmak çok zor,
anlayamazsınız” şeklinde karşılık verdik. Bayağı gülmüştük o an.
● Gelelim bir diğer heyecanınıza; ‘Çok Uzak Fazla
Yakın’. Film 23 Eylül’de gösterime gireceği için karakteri sizden dinleyelim.
Orada da
Cem’i canlandırıyorum. Bana galiba hep tek heceli karakterler geliyor; Tunç,
Can, Cem (gülüyor). Öncelikle işin heyecan boyutundan bahsetmek istiyorum. Sinema
filmi benim için arşiv niteliği taşıyan bir şey. Bundan 30 yıl sonra “2016
yapımı bir film izleyelim” dediklerinde insanların izleyebilecekleri bir şey
olduğu için benim açımdan çok önemli. Bu yönden Türkan Derya’ya, senaryoya ve
karaktere çok güvendim. Cem, psikolojik derinliği olan bir karakter. Ailesinin
sosyal siyasi bir geçmişi var ve bu nedenle çocukluğundan beri hep gitmek
zorunda kalmış. Yaşadığı ilişkilerde veya bağlı olduğu herhangi bir şeyde
“Nasıl olsa bir gün buradan kovulacağım” diye gitmek zorunda hissediyor kendini.
Çok güçlü bir koruma kalkanına sahip. Aslı ise hayatında çok önemli yere sahip
biri tarafından terk edilmiş ve sürekli birilerinin onu bırakıp gideceğini
sanıyor. ‘Çok Uzak Fazla Yakın’da gerçek bir aşk ve onun etrafında bir gitme
kalma mücadelesi veren iki genç var. Türkan Hoca (Derya) çok güzel işlemiş.
Filmin finalini bile bilmediğim için sizin kadar merak ediyorum şu an.
● Film aslında bir ‘ilk’ler geçidi. Sizin ve Türkan
Derya’nın ilk filmi, Burcu Biricik’in ise ilk başrolü.
Evet, bence
hep beraber film yapmayı öğrendik. Özellikle ben çok şey öğrendim. Türkan Hoca
sinema filmi çekmeyi deneyimledi ve çok da hoşuna gitti. Burcu da sanırım ilk
defa başrol olup karşısındakiyle uzun soluklu ve güçlü iletişim kurduğu bir
karakter çıkardı. Burcu’yla kimyamız çok tuttu. Zaten dünya tatlısı bir kadın.
Çok da iyi bir oyuncu olduğunu düşünüyorum. O yüzden birbirimize sürekli bir
şeyler öğrettik. Her “kestik” denildiğinde Burcu’yla birlikte dönüp Türkan
Hoca’nın gözlerinin içine bakardık küçük bir pırıltı görelim diye. Ve sonunda
çıkan film hepimizin içine sindi. Heyecanla 23 Eylül’ü bekliyoruz.
● İstanbul’daki yapımcılar sizi tanımazken Türkan
Derya’nın seçiminde ne etkili oldu?
Tatlı bir
hikâyesi var onun. Most Production’la başka bir iş için görüşmeye gitmiştik.
Oradan çıktıktan sonra bir telefon geldi. Meğerse görüştüğümüz kişi Türkan
Hoca’yı arayıp beni kastederek “Aradığın adamı buldum” demiş. Biz de apar topar
Türkan Hoca’nın yanına gittik. Ve serüven başladı. Çok enteresandı.
● Türkan Derya’nın ilk filmi ama bir yandan da güçlü
dizi geçmişi olduğu için usta bir yönetmen. Böyle biriyle çalışırken en çok neyde
zorlandınız?
Direkt sahne
üzerinden cevaplayayım. Okulla ilgili bir problem var ve ben kan ter içinde eve
gidiyorum. Sinirimden her yeri dağıtıyor, bir yandan da söyleniyorum. Çok da
zor olmayan, günlük dizide aslında 100 bölüm çektiğim bir sahnedir. Sıcaktan
mıdır artık bilmiyorum; bir türlü yapamıyorum. Türkan Hoca da olması için
mücadele veriyor. Biz yaklaşık 16 tekrar aldık. El kol koordinasyonumu
kaybettim artık. En sonunda ara verdik ve ardından çektik, hem de tek seferde.
Türkan Hoca “Oh be! Sabahtan beri neden meletiyorsun bizi?” dedi. Gerçekten
bilmiyorum. Ve bu sahne filmde kullanılmamış (gülüyor). Bazen oluyor işte.
Sonuçta büyük bir perdedesiniz. Olabildiğince samimi olması gerekiyor her
duygunun. Hayatımda en kolay yaptığım şey ezberdir. O gün repliğimi bile
unuttum. Değişik bir gündü.
● Peki, böyle durumlarda hiç pes etmeye yaklaştığınız
anlar oldu mu?
İddialı olacak
ama yaptığım her işte havlu atmaya çok yaklaşıyorum. Karakter yaratmayı doğum
sürecine benzetirler. Ben bunu yaşıyorum işte. Çok detaycıyımdır. Bir tanesi
diğerine benzemesin derken her projede oyunculuğa yeniden başlıyormuşum gibi
oluyor. Tüm bildiklerimi sıfırlıyorum. Öğrendiğim Her rolde sıfırdan bir
karakter hazırlamanın nasıl olduğunu bulmaya çalışıyorum.
● Yararlandığınız belirli bir teknik var mı?
Psikolojide
Marcia’nın farklı dört kişilik envanteri diye bir şey var. Karakterin bu dört
kimlikten hangisine sahip olduğunu buluyorum. Birebir özel ders de veriyorum bu
konuda. Rolün kimliğini belirlemek son zamanlarda çok işime yarıyor. Çalışmayı
hızlandıran bir yöntem.
● Psikolojiyle ilgileniyor musunuz?
Çocukluktan
beri psikolojiye ilgim var. Hatta psikiyatr olmayı hayal ettiğim uzun bir süreç
olmuştu. Fakat iyi ki olmamışım yoksa “İnsanların algılarıyla oynayayım” diye
eğlenceli hale getirebilirdim (gülüyor). İşte, oynadığım her karaktere böyle
yapıyorum şimdi, bir de sahnedeki öğrencilerime. Ortaokulda Sylvia Plath çok
okudum. Galiba bunun da etkisi var.
● Ortaokul ile Sylvia Plath’i yan yana koyamadım bir
türlü.
Evet,
ekstrem biraz. Onun sayesinde çok sert bir erginlik yaşadım.
● Nasıl bir çocukluk geçirdiniz?
Öncelikle
bir noktaya açıklık getireyim, sanılanın aksine Bitlisli değilim. Her yerde
“Bitlisli oyuncu” diye çıkıyor. Fark etmez kesinlikle ama değilim yani
(gülüyor). Bitlis’te doğdum. Babam askerdi. Dolayısıyla her iki yılda bir farklı
şehirlere gidiyorduk. O yüzden sorulduğunda Türkiyeliyim diyorum. Aslında
dünyalıyım demek daha mantıklı ama bu da kimseyi tatmin etmiyor (gülüyor). Bitlis’ten
sonra sırasıyla Ankara, Reyhanlı, Artvin Borçka, Edirne ve Ankara şeklinde
devam etti yolculuğum. Üç yıl Kıbrıs’ta kaldım, sonra tekrar Ankara’ya döndüm.
Arada ABD ve Estonya’ya gittim. Hayatım boyunca bir yerde iki yıldan fazla
kalmışlığım yoktur; tabii Ankara’da okuduğum dönemi saymazsak.
● İstanbul kalıcı gözüküyor mu şu an?
(Gülüyor).
Hiç belli olmaz, bakalım. ‘Yüksek Sosyete’, şu an gayet güzel gidiyor ve umarım
çok uzun süre de böyle devam eder. Fakat bittikten sonra hemen ardından bir iş
yapmam herhalde. Belki gidip başka bir ülkede yaşarım. Sonra tekrar dönerim
İstanbul’a. Kaldığım yerde duramıyorum. Eşim de bilgisayar oyunları yaptığı
için dünyanın her yerinden mesleğini icra edebilir. Bu da tabii çok büyük bir
avantaj.
● Genelde asker çocuğu denildiğinde otoriter ve sert
bir yetiştirilme şekli düşünülür. Sizde durum nasıldı?
Rahmetli
dünya tatlısı bir adamdı. Askerliğini eve yansıtan bir adam değildi. Hatta
çocukluğumda yaşadığım bir olayı unutamam. Reyhanlı’da tabur komutanıydı ve
taburda da astsubayı ile biz varız sadece. Astsubayın o zaman bebeği vardı.
Benim hiç arkadaşım olmadı bu dönem. Köpeğim, koyunum ve tavşanlarım vardı. Bir
gün evde otururken aşağıda bağırışlar duyduk. Cama çıktığımızda babamla
astsubayın tartıştığını gördük. Aradan çok kısa bir süre geçti ve kapıyı
açtığımızda aralarındaki konuşma şuydu: “Eeee… Akşam çiğköfte mi yapsak?”. O an
şizofren olduklarını düşündüm (gülüyor). İşi gerçekten de resmen kapıda
bırakıyordu. Asker çocuğu olmanın etkisini sürekli taşınmak açısından gördüm.
İlk başlarda zordu biraz. Sonuçta ilk aşklarımı, öğretmenlerimi, arkadaşlarımı
bıraktım hep. Bir süre sonra bu zorluk “Yeni insanlar, heyecanlar, aşklar,
şehirler beni beklesin” mutluluğuna dönüştü. Şimdi gezmek ve değişiklik benim
için büyük bir zevk.
● Sizde karavana atlayıp süresi belirsiz bir
yolculuğa çıkma enerjisi var.
Evet, o son
hippi benim işte (gülüyor). Zaten 2008 yazında Sırbistan’da bir hippi
buluşmasına gittim. Juggling yapmayı çok seviyorum. Aynı zamanda ateşli poi çevirebiliyorum.
Bir ekip kurduk. Aramızda djembe, yan flüt, gitar ve tef çalan vardı. Tüm
Balkanları gezerek ateşli poi çeviriyordum, diğerleri de müzik yapıyorlardı. Bu
şekilde para toplayarak günlük yiyecek harcamamızı çıkardık. Bu arada seyahate
cebimde 5 euroyla çıktım. Döndüğümde de sadece o 5 euro vardı. Sokaklarda uyku
tulumlarıyla yattık. Hayatımda geçirdiğim en güzel, öğretici ve değişik
yazlardan biriydi.
● O zaman hippi kültürüne ilginiz de var. Peki, bu
buluşmayı nasıl buldunuz?
Tabii zaten
hem kültürle ilgileniyorum hem de öyle arkadaşlarım var. Buluşma da gizli bir
ağdan davetle bana ulaştı. Bambaşka bir deneyimdi benim için. O yazdan sonra
bir yol ayrımına geldim zaten; ya hayatım boyunca buluşma buluşma gezip ömrümü
sokaklarda geçirecektim ya da çok sevdiğim mesleği icra edecektim. Aslında
ilkine ruhsal olarak çok müsaidim. Fakat oyunculuk bendeki birçok isteği,
talebi karşılıyor. O yüzden bundan vazgeçemedim. Şimdi her fırsatta eşimle bir
dağa ya da gizli bir koya gidiyor ve çadır kurup kamp yapıyoruz.
● Özgün, gezgin bir ruha sahip olmanın ve aidiyet
duygusuyla çok içli dışlı olmamanın bir dezavantajını gördünüz mü hiç? Sonuçta
bir şeylere bağlanmaya çok müsaidiz kültür açısından.
Gördüm
tabii. Mesela takım da tutmuyorum. Ergenliğimde bir süre galiba “Asiyim ben”
duruşundan ötürü nerelisin veya hangi takımı tutuyorsun diye sorduklarında çok
sinirleniyordum. Çünkü buradan bir yakınlık kurmaya çalışıyorlar. Neden bir
yere ait olduğum için bana yakınlık duyulsun ki? Karşında isimsiz, salt bir
insan duruyor; bir varlık olarak bana yakınlık duyuyorsan duy. Beni bir yerden
sevmeye çalışma. Maalesef Türkiye’de de böyle. Hatta çalıştığımız sektörde de
bu şekilde. Beni bir yerden sevmeye veya sevmemeye çalışıyorlar. Fakat benim
bunun için bir uğraşım yok. En kötüsü de böyle olunca komik duruma düşüyorsun.
Nereli hissediyorsan oralısındır. Ben mesela kendimi Alaska’nın Wrangell
şehrinden hissediyorum. Dünya üzerinde en sevdiğim yer diyebilirim. Gerçekten o
kadar huzurlu ki anlatamam size.
● Alaska demişken yakın zamanda bir röportajınızda
katil balina eğitmeni olmak istediğinizi okudum.
Evet, o çok
enteresan. Beş yaşındayken anneannemlerin yanına Almanya’ya gitmiştim. Orada
televizyonda izlediğim bir belgeselden kaynaklanıyor bu istek. Ben de yapacağım
diye tutturmuştum. Sonuçta balık ve havuz var, tüm gününü orada geçireceksin.
İnsan bundan iyi bir meslek düşünemiyor (gülüyor). Fakat büyüyünce o katil
balinalara yazık diyorsun. Neden havuza hapsetmişler onları diye üzülüyorsun.
● Katil balina eğitmenliği olmasa da Alaska’da bir
balıkçılık geçmişiniz var.
Oldukça kısa
bir geçmiş (gülüyor). Sam Shepard’ın oyunlarında hep Alaska geçer. Akıl
hastanesini temsil eder. Çünkü ABD’de bir dönem AIDS’li, uyuşturucu bağımlıları
ve alkolikleri hep Alaska’ya göndermişler. Aslında bir bakıma
‘ötekileştirilenler’in anavatanı. Dolayısıyla hep bir Alaska sevdam olmuştur.
Ben de kendimi zaman zaman öteki hissetmişimdir. Work and Travel fırsatı
çıkınca hemen Alaska’yı tercih ettim. Çalışma şartları çok zordu, bu nedenle
iki ay kaldım. Sonra otostop çekerek ABD’yi dolaştım. New York ve Seattle’a
gittim.
● Beyaz yakalının üzerine çok düşündüğü, 40 yaş ve
sonrası hayalini siz cesaret isteyen bir şekilde gerçekleştirmişsiniz aslında.
Nereden geliyor bu gözü peklik?
Herkeste
cesaret olmalı zaten. Tamamen sahip olduğunuz yeteneklerle alakalı bu. Mesela
benim yanımda hep poi’lerim olmuştur. Çünkü onlardan para kazanabileceğimi
biliyordum. Bir yandan da hayat ne istiyorsanız onu karşınıza getiriyor
aslında. Ben buna inanıyorum açıkçası. Yeter ki çok istekli olun; yapamayacağınız
hiçbir şey yok. İnsan beyni bir kere müthiş değil mi zaten? Mesela İstanbul’a
geldiğimizde eşimle birlikte hayal ettiğimiz her şeyi yaptık. Onun çalışmak
istediği firmaya çok yakın bir yerde ev tuttuk. 200 kişilik bir görüşme
sonucunda sadece üç kişi işe alındı. Eşim de onlardan biriydi. Bunu çok istedik
çünkü. Tabii sadece istemek yetmez. Sonuçta kendisi ODTÜ’lü bir zeki (gülüyor).
O da ayrı bir durum. İstediğiniz şey için çaba da sarf etmelisiniz.
● Peki, bu kadar serüvenden sonra nasıl oldu da
evlendiniz?
Arkadaşlarım
ve ailem hayatım boyunca evlenmeyeceğimi düşündüler aslında (gülüyor). “Bu
muhtemelen gezecek, bir yerde de sabit kalamadığı için evlenemeyecek”
diyorlardı. Aynı şekilde eşim Ayla’nın da kendisi için öyle düşünen yakın bir
çevresi vardı. Birbirimizin çok yakın arkadaşıyız ve aynı zamanda çok da
aşığız. Bu nedenle her seferinde ilişkimize dışarıdan baktığımda hayran
kalıyorum. Birine âşık olduktan sonra karşılıklı bazı huylarını törpülemeye
veya değiştirmeye çalışırsın. Biz bunu hiç yapmadık birbirimize. Sadece
ilişkimize zarar veriyorsa bazı huylarımızı yonttuk. Değişime de çok açığız.
Birbirimizi beslediğimiz çok şey var. Onunla sohbet etmekten asla sıkılmıyorum.
Aynı şekilde onunla birlikteyken sessiz kalmak da dünyadaki en güzel duygu.
Aynı evin içinde hem iki farklı kişiyiz hem de bir bütünüz. Dışarıdayken
telefonum hiç çalmaz mesela, Ayla beni asla aramaz. Arkadaşlarım ona hayranlık
beslerler zaten. Ben de aynı şekilde ona hiç müdahale etmem. En büyük kavgamız
“Çantanı salonda bırakma demedim mi?” gibi şeyler üzerinedir (gülüyor).
● Yaşamınızda dönüp kendinize öğüt vermek
isteyeceğiniz bir an var mı hiç?
17 yaşıma
dönmek isterdim. En eğlendiğim dönemlerden biri. “Çok fazla empati kurmadan ve
diğer insanları bu kadar önemsemeden yaşa hayatını. Daha çok kendin ol ve
eğlen” derdim.
● Empati kurma hali hayatınızı olumsuz etkilemiş
galiba.
Hem de
nasıl! Sanırım İstanbul’un etkisiyle son dönemlerde biraz törpüledim bu yanımı.
Kendi içimde iyileştirmeye başladım. Öncesinde herkesin en büyük dert ortağı
bendim. En çok ben dinler ve en sık taşın altına elini koyan da bendim. Şimdiyse
“Dur! Kendi hayatın var” demeye başladım. Bu kadar çok empati kurma hali sizden
bir şeyler götürüyor. Her şeyi bir nedene bağlıyor ve kendi hissinizi
yaşayamıyorsunuz. Babamın vefatı da bu yönde beni çok etkilemişti. Kalp
krizinden kaybettik ve maalesef birkaç gün sonra ulaştım ona. Bunun çok büyük
bir haksızlık olduğunu düşünmeye başladım. Öyle ki dünyadaki en büyük
haksızlıklara ben uğruyormuşum gibi tepkiler verdim. Sinirli birine dönüştüm
biraz. Aslında empati ile tam zıt kutbunu yaşadım. Şu an bunun orta yolunu
bulup kendimi iyileştirmeye başladım ve daha dingin bir adam oldum.
● Hayatınızda eksikliğini hissettiğiniz bir özellik
var mı?
Daha havalı
olmak isterdim (gülüyor). İşin şakası tabii… Büyüyoruz ya, aslında her şeyim
yarım, eksik. Büyüdükçe ve deneyimledikçe tamamlanıyoruz.
● Nasıl bir rol sizi sevinçten çıldırtır?
Seri katil
veya çoklu kişilik bozukluğu olan biri olabilir ama bir yandan da sanatçı olur
ya da bir bakmışsın aşçıdır aslında (gülüyor). Çok yönlü olması yeterli benim
için.
● Peki, ‘Yüksek Sosyete’ dışında projeler var mı?
Yeni bir
oyun yönetmek için kolları sıvadım. Sürekli okuyor ve bir dünya yaratmaya
çalışıyorum. Bakalım, yakında çıkar kokusu.
KISA KISA
En son izlediğiniz film?
Heartless
Son zamanlarda sizi en çok etkileyen film?
Oldboy
Keşke sahnede ben de olsaydım dediğiniz tiyatro
oyunu?
Dostlar
Tiyatrosu’nda geçmişte sahnelenen, Samuel Beckett’ın ‘Oyun Sonu’ adlı oyunu.
Bülent Emin Yarar, Genco Erkal, Hikmet Karagöz ve Meral Çetinkaya’nın muhteşem
performansları yönetmen Pierre Chabert’in yarattığı dünya ile birleşince insan
koşarak sahneye çıkmak istiyor (gülüyor).
Yakın zamanda keşfettiğiniz ve sürekli dinlediğiniz
şarkı / müzisyen?
Postmodern
Jukebox’ın bütün şarkıları.
Takip ettiğiniz diziler?
Mr. Robot,
Shameless, American Horror Story.
Kimlerle karşılıklı oynamayı isterdiniz?
Bülent Emin
Yarar; fanıyım zaten.
Hayalini kurduğunuz en büyük çılgınlık?
10 yıl
boyunca aynı şehirde yaşamak (gülüyor).
En güzel yaptığınız yemek?
Tavuk dolma
ve chia pudingi.
Rüya şehriniz?
Cape Town
Kamp yapmaya gidiyorsunuz, hangi ünlü kişiliğin
sizinle birlikte gelmesini isterdiniz?
Tim Burton