Televizyon
Makinesi’ ve ‘Disko Kralı’ programlarının yayınlandığı yıllarda pek çok kişi
için uykusuzluğun nedeniydi Gürgen Öz. Murat Akkoyunlu’yla birlikte yeri geldi
piyanist şantör oldular, yeri geldi ‘borsacı broker’ olarak arzı endam ettiler.
O dönem doğaçlamanın kitabını yazdıklarını söylesem yanlış olmaz. Tabii bu
skeçlerle güldürürken ufaktan mizahı kullanarak sistem eleştirisi de yaptılar.
‘’Komedi doğası itibariyle eleştirel unsurları olan, daha özgür, serbest ve
neşeli bir disiplin. Bütün bu dinamikleri çıkardığınızda geriye hareket komedisi
ile aşırı karikatürleştirilmiş tiplemeler ve bel altı esprilerle güldüren bir
komiklik kalıyor’’ diyen Öz, ekran yolculuğu uzun olan birkaç dizinin ardından
tam da bu nedenle dört yıl televizyondan uzaklaştı. Tabii bu uzaklaşmada şov
dünyasının onu kendi istediği forma dönüştürme çabasının payı da büyük.
Fakat o bu
süre zarfında boş durmayıp ‘Romantik Komedi 2’ ve ‘Zaman Makinesi 1973’
filmlerinde rol aldığı gibi bir de ‘Nevrotik’ adlı dört hikâyeden oluşan bir
kitap yazdı. Ve şimdiyse Fox Türkiye’de yayınlanan ‘N’olur Ayrılalım’da reyting
uğruna her şeyi mübah gören biraz narsist, biraz da dişli program yönetmeni
Turgay Atalay’a hayat veriyor(du). Geçmiş zaman eki kullanıyorum çünkü maalesef
dizideki Atalay’ın mücadele verdiği reyting savaşından ‘N’olur Ayrılalım’
mağlup çıktı. Ekranda büründüğü karakterlerle birlikte taşıdığı heyecanını
röportajda da çıkaran ve rolünü gözleri parıldayarak anlatan Öz, umarım bir bu
kadar daha ara vermez. Kendisini eylülde beyazperdede ‘Müthiş Bir Film’ ile
görecek olsak da küçük ekranda da her hafta izlemeye alışmış ve özlemişiz. Bu
arada kariyerine tiyatroyla başlayan oyuncunun ufak bir sürprizi var ve o da
röportajda gizli!
● ‘N’olur Ayrılalım’ sizi televizyona döndürmeyi
nasıl başardı?
Öncelikle
yola çıkış fikriyle beni heyecanlandırdı. Şov dünyasını anlatan ve oyun içinde
oyun, dizi içinde dizi şeklinde katmanlı yapıya sahip bir iş. Bu anlamda
senaryonun matematiğini ve akışını sevdim. Senaristler de Turgay Atalay
karakterini beni düşünerek yazdıklarını belirttiler. Bu bir iltifattır benim
için; çok mutlu oldum. Yapımcı olarak Sinegraf’ın imzası var. ‘Sakarya Fırat’
dizisine konuk olduğum dönem Osman Sınav’la da çok güzel bir hukukumuz
oluşmuştu.
● Turgay Atalay aslında sağlam bir sistem eleştirisi.
Sadece dizi değil, şov dünyasında da aktif olarak çalışmış biri olarak siz
nasıl yorumluyorsunuz?
Kesinlikle!
Turgay Atalay, şov dünyası ve medyanın nasıl düşündüğüne, işlediğine dair başlı
başına sembol bir karakter. Dolaylı anlamda eleştirel bir yönü olduğu için
benim açımdan bir kat daha zevkli oldu onu canlandırmak. Çünkü bu karakterin
düşünce tarzı ve yapmak istediği her şey emin olun ki gerçek. Ayrıca Turgay
Atalay’dan önce dizi aslında çok gerçek bir noktaya dayanıyor. Dünya çok
küçüldü ve globalleşti. Artık her şey anında sosyal medya ve basında. Alıcı
gördüğü her veriyi tüketip yenisini istiyor. Benim karakterim de bütün bunların
sembolü. Kapital olarak başaracakları dışında hiçbir şey önemli değil onun
için. Zeki ve narsist. Ancak kesinlikle kendisinin kötü olduğunu düşünmüyor ki
öyle de değil. Çünkü sadece işini yapıyor. Hümanist düşünse o işi yapamaz
zaten. Joker gibi bir karakter Turgay. Plastiğini ve mimiklerini sürekli o
şekilde kullanıyor. Dişi ve de dişli bir rol. Onu yaratırken televizyon
dünyasından esinlendiğim çok kişi oldu. Bu sektörde çalışırken Turgay
Atalay’dan daha sert ve vahşilerini gördüm. Ve kavgam da oldu bu kişilerle.
● Peki, televizyona neden bu kadar uzun süre ara
verdiniz?
Aslında
bunun birkaç nedeni var. İlki komedinin Türkiye’de değişmiş olması. Şimdi
ağırlıklı olarak dramalar var. Eskiden çeşitlilik fazlaydı. Benim çok aktif
olduğum dönemde, 2000’lerin ortalarında sit-com türünde ya da daha değişik
komedi dizileri olurdu. Hayat daha açık fikirliydi. Bunlar kayboldu ortadan
maalesef. Komedi doğası itibariyle eleştirel unsurları olan, daha özgür,
serbest ve neşeli bir disiplin. Bütün bu dinamikleri çıkardığınızda geriye
hareket komedisi ile aşırı karikatürleştirilmiş tiplemeler ve bel altı
esprilerle güldüren bir komiklik kalıyor. Maalesef sadece televizyon değil,
özellikle sinemada da komedi bu yöne kaydı. Bel altı espri ve küfürlerin olması
yani bir nevi kabalığın prim yapması komediyi 1980’lerdeki arabesk dönemine
döndürdü. Bu sırada bir seçim yapmam gerekiyordu ve ara vermeyi tercih ettim.
Bir süre Berlin’de yaşadım, kitap yazdım, dinlendim. Arada güzel sinema
filmlerim oldu. ‘Romantik Komedi 2’, gişede iyi bir başarı yakaladı. Benim
kreatif anlamda da çok emeğimin olduğu ‘Zaman Makinesi 1973’, Vancouver Film
Festivali’nin açılış kısmına kabul edildi. İzleyicinin çok sevdiği, bağımsız
Avrupa filmleri tadında bir iş oldu. Bu filmde Aram Gülyüz’le çalışmış olmak
harika bir deneyimdi. Fakat ne yazık ki filmi festivale gönderemediler. Şimdi
de eylülde gösterime girecek ‘Muhteşem Bir Film’in heyecanı var.
● Aslında siz İngiliz komedileri tadında işler
aramışsınız.
Evet,
İngiliz komedisinin bir gerçekliği ve elle tutulur hikâyesi vardır. Orada da
bel altı espri, argo yok mu? Var ama bir temele dayanır orada duyduklarınız.
Ben de izleyicinin komedi namına böyle şeyler görmesini istiyorum. Birilerinin
de bunun peşinden koşması gerekiyor. Maalesef şu an yaygın olan komedi
izleyicinin zihnini zehirliyor. Peki, bunlar olmasın mı? Hayır, olsun ve olmalı
da. Çünkü bu, dünyada da yaygın bir tür. Ancak komedinin DNA’sının bozulmadığı
işlerle dengelenmeli terazi.
● Oyunculukla birlikte kalem de oynatıyorsunuz. Siz
hiç bir komedi dizisi yazmayı düşündünüz mü?
Bir iki defa
düşündüm ama benim adapte olabileceğim bir sistem değil bu. Gerçekten çok zor.
Dizi süreleri 100 dakikayı geçiyor. Yani her hafta bir sinema filmi
yazıyorsunuz. Komedi tenis maçı gibidir; çok hızlıdır. Matematiği ve
zamanlamaları başkadır. Öncelikle komedi dizilerinin süresi 60 dakika olmalı.
Yoksa matematiğini zaten bozmuş oluyorsunuz. Bu anlamda senaristlere hayret
ediyorum. Çok zor bir iş başarıyorlar. Dram yazanlar da keza öyle. Dünyadaki en
popüler örneğe, ‘Game of Thrones’a bakın. 45 dakikaya tonlarca sekans
sığdırıyorlar. Her krallığın farklı karakterleri ve her karakterin ayrı bir
hikâyesi var. 45 dakikada siz aksiyon, entrika, aşk ve duygusal sahneler
izliyorsunuz. İşin lezzeti de buradan geliyor işte. Derslerde de 45 dakikadan
sonra zil çalar. Beynin işleyişi bu yönde. Sistem olarak zaten her şey çok uzun
ve fazla. Dizi dünyasında senaryo yazan, bunu çeken ve oynayan bence muazzam
ekipler var. Eğer süreler 45-60 dakikaya inerse bence daha zengin, kaliteli
işler çıkar.
● Televizyondaki diğer işlere bakabiliyor musunuz?
Çok uzun
süredir televizyon izlemiyordum. Dizi yapmadığım için bağım kopmuştu. Zaten
gündem o kadar yorucu ki bir süre sonra televizyonla bağınız kalmıyor. Fakat
bence Türkiye’de dizi sektörü çok ileri gitti. Pek çok yapım yurtdışına
satılıyor. Kapasite çok yükseldi.
● Peki, hem dizi hem de sinema filmi açısından
Türkiye’de karşılaştığınız en büyük handikap nedir?
Bu topraklar
hikâye dolu. Fakat bunların karşılığını göremiyoruz. Özellikle sinemada komedi
türü düşünüldüğünde maalesef hep suni ve kaba işlerle karşılaşıyoruz. Biz hâlâ
durum komedisi meselesini tam oturtamadık. Biz hep XXL menü arıyoruz. Doz aşımı
yapmadan, lezzetli bir şekilde gülümsetebilmek de önemli. Bunu deneyen güzel
ekipler var ama yeterli derecede ve doğru şekilde arkalarında durulmuyor.
Ayrıca izleyici buna alıştırılmıyor. Bence üretim ve yaratıcılık anlamında
problemlerimiz var. Özgün, buralı ama estetik ve evrensel işler
yaratabilmeliyiz.
● Size göre son yıllarda komedi türü açısından
Türkiye’den çıkan en güzel iş nedir?
Bence
Batesmotelpro’nun işleri. Ekibin başlarından biri olan Tansu Tunçel’i
Zonguldak’ta TED Koleji’nde okuduğum yıllardan tanıyorum. Dönemlerimiz
farklıydı. Hatta Batesmotelpro ilk çıktığında da Tansu’yu ilk
hatırlayamamıştım, sonra anımsadık birbirimizi. Bence son derece zekice ve yaratıcı
işler çıkarıyorlar. Özgür fikirler sunuyorlar. Kreatif, provokatif ve
farklılar. Mizahları özgün. Onlar gibi 10-15 ekip olsa gerçekten durum bambaşka
olurdu. Demek ki başarabiliyoruz.
● Biraz da eylülde gösterime girecek ‘Müthiş Bir
Film’den bahsedelim.
‘Müthiş Bir
Film’, gerçekten keyif aldığım bir proje oldu. Senaryodan karaktere, kostümden
esprilere kadar birçok kısmıyla ilgilendim. Herkes bu şekilde çalıştı filmde.
Yönetmenimiz Emir Khalilzadeh çok iyi bir iş çıkarttı. Seyirci, konusu olan, kaliteli
ve estetik bir dönem komedisi izleyecek. Bir hikâyesi var. Komediyle birlikte
dram ve aksiyon da seyirciyi bekliyor. Filmlerini tamamlamaya çalışan iki
kafadarın içinde düştükleri absürt durumları izleyeceğiz. Murat Eken, Gaye
Gürsel, Şahika Koldemir, Cemal Hünal ve Demet Gül gibi keyifli oyunculardan
oluşan, güzel bir kadro var filmde. 23 Eylül’de vizyonda olacak.
● ‘Nevrotik’in ardından ikinci romanın da yolda
olduğunu duydum.
Evet,
‘Karanlık Köy’ adında bir roman geliyor. ‘Nevrotik’, dört hikâyeden oluşuyordu
ve psikolojik türdeydi. Malum ülke olarak anormal şeyler yaşıyoruz. Bunu bir
toplumun kaldırması mümkün değil. Nevroz yaşıyor ve haliyle nevrotikleşiyoruz.
Her şeyin şirazesi kaymış durumda. O kadar içindeyiz ki tüm bu olayların ama
farkında değiliz. Neden bu haldeyiz peki? ‘Nevrotik’, bu soru üzerine kafa
patlatan bir kitaptı. ‘Karanlık Köy’, Trabzon’da geçen psikolojik gerilim
türünde bir roman. Trabzon’da dağların içinde, bugüne kadar hiç keşfedilmemiş
ve terk edilmiş eski bir Rum köyünü çekmeye giden iki belgeselcinin hikâyesi.
Fakat karanlık köyü bir metafor olarak düşünün. Türkiye’de yüzleşemediğimiz ne
kadar şey varsa onları da didikleyen bir roman. Bazen ben de bu ülkede yaşarken
karanlık bir köyün içindeymişim gibi geliyor.
● ‘Nevrotik’te şu soruyu sormuştunuz: ‘’Kendimizi ne
kadar tanıyoruz ya da kendimiz sandığımız aslında bize işlenmiş kurallar,
inançlar ve davranışlar bütünü mü?’’. Bu soruyu sizin yanıtlamanızı istesem...
Türkiye’de
herkes birey olmak ve özgür hareket etmek istiyor ama bir türlü o noktaya
gelemiyoruz. Çünkü birey olmanın getirdiği farklılıklar maalesef kabul görmüyor
ve bastırılıyor. İki uçta gidip gelen kişiler olduk. Türkiye’de yaşam tam
olarak bu; bir yandan kabul görme çabası, diğer yanda özgürleşme arzusu. Başkaları
için yaşayan bir toplumuz. ‘’Kim ne düşünür?’’, ‘’Nasıl dersem ayıp olmaz?’’
gibi sorulara kafa patlatıyoruz. Bu açıdan kendimiz sandığımız şey bize
işlenmiş kodlar aslında. Ve bunlar da çok güçlü Türkiye’de.
● Peki, bu tablo karşısında hayattaki en büyük
kavganız nedir?
Geçtiğimiz
dört beş yıl çok kavga verdim. Daha özgürleşmek ve olgunlaşmak için çok
çabaladım. Çünkü ben de kolay bir adam değildim. Bir noktada kendimden
yorulduğumu bile söyleyebilirim. O dönem her şeyi bırakmak istedim, biliyor musunuz?
Şov dünyasının beni dönüştürmesine izin vermek istemedim. Kendimi ve
başkalarını üzdüğümü gördüm. Şu an kendimle çok barışığım.
● Tam da bahsettiğiniz bu dönemde mi Berlin’e
gittiniz?
Evet. Hâlâ
da Berlin’le bağım kopmadı. Sıklıkla gidiyorum. Çünkü bana göre sanat ve
yaratıcılık denildiğinde Avrupa’nın başkenti. Londra ve Paris, Berlin’e nazaran
daha pahalı. Bu nedenle de Berlin’de özgür ruhlu, yaratıcı, sadece kendi
özgünlüğünü ve sanatını ortaya koyan insanları görürsünüz. İletişim çok yüksek.
Bu da sizi fazlasıyla besliyor. Burada sıkıştığım veya köreldiğim her an
mutlaka Berlin’e gidiyorum.
● Geçmişe dönsek ve çocukluğunuz dersem; zihninizde
ilk olarak ne canlanır?
Fonda güzel
müzikler, her yerin kitaplarla dolu olduğu bir ev. Ve sanatı, özgürlüğü ve
özgünlüğü destekleyen; bunları nefes alma kanalları yapmış ailem. Fakat ilk
olarak direk kitaplar geliyor aklıma. Onlarla çok mutlu yaşayabilirim.
Berlin’de bir bisiklet ve kitapla yaşadım. Sadelik o kadar özgürleştirici ve
yaratıcı ki öyle yaşayabildiğinizi gördüğünüzde her şey değişiyor. Artık geri
dönmek istemiyorsunuz. Benim en iyi arkadaşlarımdır kitaplar. Ablam da yazar
hatta; Yaprak Öz. Bu anlamda çok sade, mütevazı ve küçük şeylerden zevk almayı
bilen bir ailede büyüdüm.
● Hayatınızın 20’li ve 30’lu yaşlarını bir kitapla
özetleyecek olsanız hangileri olurdu?
20’li
yaşlarımı Karen Horny’nin ‘Çağımızın Nevrotik Kişiliği’ adlı kitabı; 30’larımı
da Jean Paul Sartre’ın ‘Varoluşçuluk’u özetlerdi.
● Son zamanlarda sizi en çok etkileyen roman hangisi?
Italo
Svevo’nun ‘Zeno’nun Bilinci’ adlı romanı. Bir adamın bilincini okuyorsunuz
tamamen. Beni gerçekten çok etkilemişti. Kazuo Ishiguro’nun ‘Beni Asla
Bırakma’sı da keza öyle. Bitirdiğimde ağlıyordum. Varoluş, bilinç, acımasızlık
ve seçimler üzerine muazzam bir roman. Ütopik aynı zamanda. Film uyarlamasını
da izlemiştim; çok güzeldi. Tam bir İngiliz sadeliğinde uyarlamışlardı onu.
● Peki, edebi karakterlerden biri karşınızda ve tek
bir soru sorma hakkınız var. Kime, ne sorardınız?
Sorularınız
lezzetli olduğu kadar zor da (gülüyor). Galiba Mephisto’ya ‘’Neden mutsuzsun?’’
diye sorardım.
● Son zamanlarda sizi en çok hangi film etkiledi?
‘Sarmaşık’ı
izledim ve ‘’Evet, biz de yapabiliyoruz işte’’ dedim. Hem bağımsız bir sanat
filmi hem de çok sağlam bir psikolojik gerilim. Estetiği, atmosferi, söylediği
söz; kısacası her şeyiyle bayıldım.
● Bu sektöre dair bugüne kadar aldığınız en vurucu
yorum nedir?
Konservatuardayken
hocamız Zeliha Berksoy bize hem ‘’Ne olursa olsun; yaratıcılıktan ve kaliteden
asla ödün vermeyin’’ derdi. Beni en çok zorlayan da bu prensibi benimsemek
oldu. Özellikle de komedi yaparken. Alanım zaten çok dar. Her şey küfür
kıyamet. O nedenle bunu sağlamak benim için çok güç Türkiye’de.
● Yazarlık ve oyunculuk
dışında bilmediğimiz bir yeteneğiniz var mı?
Yetenek değil de, ilgi alanı söyleyebilirim; mimarlık.
● Dünyada sizi en çok
etkileyen yapı nedir?
Özellikle eski Sovyet modernizmine ilgim var. Bugün dünyaya
baktığınızda bu akım yeniden yaygınlaştı. Fütüristik, uzay çağını andıran bir
mimariden bahsediyoruz. Bazen sadece bina görmek için yurt dışına gidiyorum.
Saatlerce fotoğraf çekiyorum. Hatta instagram hesabım bina fotoğrafı dolu.
● Film ve romandan sonra
sırada ne var?
Yeni bir sinema filmi dışında, Ferhan Şensoy’un bir oyununu yıllar
sonra tekrar sahneye uyarlayacağız. Bu bir ilk olacak. Oyunu Zeliha Berksoy
yönetecek. Provalar yakında başlıyor. İşte, bu beni çok heyecanlandırıyor.