● Öfkeli misinizdir?
Çok öfkeliyim.
Hayat sadece para kazanmaktan, işini yaptığın koşullardan, kendi ailenle ilgili
yaşadığın sorunlardan veya mutluluklardan ibaret değil. Daha geniş, daha büyük
bir bütünün parçası bunlar sadece. O bütünü görmeye başladıkça, anladıkça ve
kavradıkça insanın mutlu olması bir erteleme senfonisine dönüşüyor. Yani sadece
bazı sevinçleri, mutlulukları erteliyorsun, özlüyorsun ama yaşayamıyorsun. Bütün
bunlar bazılarını içine döndürür, bazısını da depresif veya öfkeli yapar. Ben
de bastırmaya çalıştığım bir öfkeyle uğraşıyorum. Oyunculuğumda, yazdıklarımda,
insan ilişkilerinde maalesef o öfke ön sıralarda görünüyor. Bir yandan onu geri
itmeye çalışmak; öfkeyle ve problemlerle başa çıkmak zorunda kalan bir bireyim.
● Aslında sakin mizaçlı gözüküyorsunuz. Ve bence o
öfke değil de, sanki içinizde kalmaya pek niyetli olmayan hırçın bir çocuk.
Onun çıkmaması
daha iyi (gülüyor). Mümkünse kimseyle tanışmamalı, görüşmemeli. Güzel söyledin.
Edip Cansever’in dizeleri geldi aklıma; “Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,
hiçbir yere gitmiyor.” Bazen tutamıyorum onu, kafasını kaldırmaya çalışıyor.
Didişerek yaşıyoruz onunla. Kalabalık biriyim yani.
● Bu tablo karşısında şu an işinizi geçmişteki gibi
aynı tutku ve heyecanla yapabiliyor musunuz?
Oyunculuk tutkulu
değilsen yapılabilecek bir iş değil bence. Öyle sadece bilgiyle, birikimle ve
deneyimle olabilecek bir şey değil. İyi şeyler yapabilirsiniz ama onu çok
istikrarlı şekilde sürdürebilmek için tutku gerekiyor. Her iş, meslek dalı için
bu geçerli. Zaten televizyon fiziksel koşulları ağır bir sektör. Sinema ve
tiyatro daha konforlu çünkü senin yaptığın işe zaman tanıyacak koşullar var.
Sanmıyorum ki Cem Karcı’nın veya Mahinur Ergun’un rüyasındaki dram bu olsun.
● Sizce gelecek beş yılda bu koşullarda bir değişiklik olur
mu?
Beş yıl sonra
televizyonun olup olmayacağından emin değilim. Bir enstrüman olarak televizyon
kalacak mı bilmiyorum ama drama ölümsüzdür. Mecra, şekil, form değiştirerek
devam edecek. Beş yıl önce 90 dakikaya itirazımız vardı, oradan geldiğimiz
nokta 140 dakika. Bir gelişme yok, aksine her gün gerileme var. İnsan üstü
çabalarla bu iş yapılıyor. Bizlerle, yönetmenlerle röportaj yapıyorsun. Senden
ricam lütfen bir dahaki sefere bir ışıkçıyla veya reji asistanıyla röportaj
yapıp onların söyleyeceklerini dinle. Umarım beş yıl sonra bu şekilde bir iş
yapma biçimi kalmaz. Herkesin zapladığı bir çağda 140 dakikalık iş çok
alaturka. Bu kara düzenle bir yere varılamayacağını umarım anlamış oluruz.
Reklamveren, kanallar, RTÜK, reklam aralıkları vb. her konu konuşulmalı. Aksi
takdirde çarpık düzeni revize etmeye çalışıyoruz. Bu tepemize çökecek ve
çöktüğünde başta televizyonun kendisi olmak üzere hepimiz altında kalacağız.
● Böyle bir düzende “üst üste dram yapmam”, “seri
katili oynamam” gibi söylemler de oluyor.
Oyuncuların, yüzü
tanınan isimlerin işin yapılma biçimi ve sonuçlarının değerlendirilmesindeki
kriterler yüzünden tuhaf bir yaşam şekline zorlandıklarını, sürüklendiklerini
ben de düşünüyorum. Oyuncu cümleleri değil bunlar. Tecavüzcüyü oynayan tecavüze
mi eğilimlidir? Böyle bir rol karşısında “bu bir karakter midir, değil midir?”,
“bunun anlaşılır sebepleri var mıdır, yok mudur?”; bu tür soruları sorarsın.
Mesnetsiz yapılan şeyler zuldür, ben de oynamam. Fakat oynadığın karakter ne
kadar büyük bir günah işlemiş olursa olsun onun sebepleri üzerine derinlikli
bir şey çekiliyorsa o zaman eyvallah. Öteki ahlak komiserliğine dönüşüyor.
Dramada ahlak komiserliği olmaz. Bana hep şu soruluyor: “Abi sen baba
oynuyorsun hep, bu nasıl bir duygu?” Yahu ben baba karakterini oynamıyorum,
benim oynadığım karakterlerin çoğu aynı zamanda bir baba. O nedenle senin
söylediğin cümleler benim cümlem olamaz, bunları sarf edene de hayırlı olsun. O
hayata bakışla ilgili bir problem. Hayata kasıtlı ve objektif olmayan bir
yerden bakan kişilerden bu tür şeyler duyabilirsin. İyi yazılmış bir senaryoda
her şeyi oynarsın. Ben oynamayı da tercih ederim.
● Oyunculukla birlikte güçlü bir kaleminiz de var.
Hatta aforizmalarınız da meşhur. OT Dergisi’nde yazmaya devam ediyor musunuz?
Bazı aylarda
yazılarım olmuyor ama hep derginin içindeyim. Bazen kafam izin vermiyor. Canım
çok sıkkın, üzgün veya öfkeli olduğumda yazmak, öfkeyi kusmak olacağı için
tercih etmiyorum. Kilis’te insanlar ateş altında yaşıyorlar, ülkenin bu yanında
böyle bir şey yokmuş gibi yaşıyoruz. Çocuklar, kadınlar tecavüze uğruyor. Sokaklarda
vuruluyorlar, bıçaklanıyorlar. Gazetecilerin yaptığı iş casusluktan tutun da
vatan hainliğine kadar çeşitli ithamlarla anılıyor. Arkadaşlarımız işsiz
kalıyorlar. Yurttaşlık kriterleri çok subjektifleşti. Taraftarlıkla
vatandaşlık, yurttaşlık karışmaya başladı. Türkiye tribünlere bölündü. Bir
tribünde olmamak bertaraf edilme gerekçesi haline geldi. Bütün bunlar insanda
sinir, üzüntü ve moral bozukluğu yapıyor. Ben paşa gönül kriterleriyle yazan
biriyim. Arkadaşlarım da buna anlayış gösteriyorlar.
"Mottonun fazlası zarar, hayat mottoyu kaldırmıyor."
● Hepimiz siyasi holiganlara dönüştük.
Ben dönüşmemek
için çaba sarf ediyorum, o da insanı geriyor. Çünkü bu kadar gerilimin,
kamplaşmanın, taraftar olmanın yersiz şekilde kutsandığı bir ortamda birey
olmak son derece büyük bir mücadele ve sabır gerektiriyor. Bazen tükeniyor
insan. Fakat sonra bir yerde bir çocuk gülüyor veya bir kedi hiç olmayacak bir
yere tünüyor; sen de gülümsemeye başlıyorsun. Yağmur yağarken bir anda güneş
çıkıyor ve Avatar’daki gibi tekrar hayata bağlanıyorsun. Hayat ağacı bir yerden
yakalıyor seni.
● 18 yaşında bir kızınız var. Bu tablo karşısında
bir de onu düşünmeniz gerekiyor. Pek çok kişi çocuk yapmakta bile karamsar,
tereddütlü.
Annenizin genç
olduğu zaman anneanneniz de aynı şeyi düşünüyordu. Bir insanın hayatı 70-80
yıl; bu bir ülkenin ömründe göz açıp kapama sürecidir. Dolayısıyla bu evrende
kendimizi çok da fazla ciddiye almanın kibir olduğunu unutmayalım. Her zaman
çocuk sahibi olunur. Çünkü çocukları dikkat ve özenle yetiştiriyorsanız sistem
değil, siz yetiştirmiş olursunuz. Ben kızımla bir otorite ilişkisiyle birlikte
arkadaş gibi ilerliyorum. Şahane sert bir annesi var, gayet iyi yürütüyor. Ayşe
için kaygılanıyorum, evet. Kendim ve başkalarının çocukları için kaygılandığım
gibi. Ancak hayat zaten kolay değildir. Ayşe de bilgisi ve donanımıyla genç
yaşta okumaya, düşünmeye başlayan biri olarak kendi yolunu bulacak. Bu dünya
kimseye gül bahçesi vaat etmiyor.
● Anladığım kadarıyla siz iyi polissiniz. Peki, hiç
“Ben yapmıştım, sen yapma” dediğiniz anlar olmuyor mu?
Çok sıkışmadıkça
bunu yapmamaya çalışıyorum. Çünkü benim onları yaptığım dönemle bu dönem
farklı. Okul, ekol sahibi olma konusundaki fikirleri bile farklı. Biz eğitimin
bu kadar berbat olduğundan emin değildik. Onlar eminler. Kendi yöntemlerine
göre okullarını da kendileriyle birlikte büyütüyorlar. Koşulların bu kadar
değişken, hızlı olduğu, bilginin ayağınıza geldiği ve sizin ayıkladığınız bir
dönemde insanın genç birisine bunu demesinin objektif bir değeri yok. Çocuklar
da nezaketen “he… he…” deyip gülüyorlar. E, kimseyi kendine güldürmeyeceksin.
Çok bariz durumlarda uyaracaksın tabii. Fakat annelik babalık bazı hadiselerin
önünü almaktan ziyade hadiseler olduğu zaman pansuman yapmak üzere çocuğunun
yanında olmaktır benim için.
● Harika aforizmalarınız var. Peki, hayat mottonuzu
tarif edecek bir söz var mı?
Gerçekten bu
biçime inanmıyorum. Benim hayat bakışımı temsil etsin diye onu bir cümleye
sığdıramam. Hatasıyla güzelliğiyle kendi hayatımın başrolünü oynuyorum. Bunu
mümkün olduğu kadar etrafı kırıp dökmeden yapmaya çalışıyorum ki olmuyor.
Neticede masumiyetimi, samimiyetimi kaybetmemeye çabalıyorum. Aforizmaları çok
severim. Bu aslında hayatla bir şakalaşma biçimidir. Harika bir aforizma
üretirsiniz, biri altına “ne saçma” yazar. Doğrudur, evet. Hayat da böyledir.
Mottonun fazlası zarar, hayat mottoyu kaldırmıyor.