Bir of çekse karşıki dağlar yıkılır... Fakat tıpkı Ömer
Hayyam’ın dediği gibi bir derdi var ki bin dermana değişmez. O dert insana
dair, hayata dair, aşka dair olunca acısıyla tatlısıyla yaşamak varken kim
zaten o dermana ihtiyaç duyar ki? İşte, ‘Poyraz Karayel’in hüzünlü, isyankâr,
sistem karşıtı, âşıkla maşuk edebiyatını yeniden yazan, sazın tellerinden çıkan
güzel melodi gibi kelimelerle o tınıyı yakalayan ‘dede’si Zülfikar böyle bir
tablo içinde anti-kahraman olarak geçiyor izleyicinin karşısına. Tıpkı ona
hayat veren ve onunla yer yer rolleri değişen Celil Nalçakan gibi. İtiraf
edeyim set programının yoğunluğunda yaklaşık bir ay boyunca gün ayarlamaya
çalıştık ve her seferinde ‘’Umarım bugün olur’’ derken kendini duyurmayı
başaran iç sesim de ‘’Olmasın lütfen’’ deyip duruyordu. Çünkü uzun zamandır
onun gibi cebindeki değil de kalbindeki oyunculukla izleyicinin ruhuna dokunan
bir oyuncu izlememiştim ekranda.
Belindeki silah kadar, düşünceleri ve
kelimeleri de silahı belleyen, göz kaş mimikleriyle içindeki haşarı ve kırılgan
çocuğu oynaması için dışarı çıkmasına izin veren bir karaktere hayat veren bir
oyuncudan söz ediyoruz. Sosyal medyadaki paylaşımlarıyla pek çok kişinin rakı
sofrasındaki o bitmesini istemediğin en leziz mezeye dönüşüyor, sesiyle
duyguları harekete geçiriyor. İşte, böyle bir kişiyle ve her hafta gıptayla
izlediğim bir oyuncuyla röportaj yapma fikri korku duygumun hakim olmasına yol
açtı.
Fakat Bağdat Caddesi’nde buluştuğumuz gün karşımda tabiri caizse "cillop" gibi, kalbi güzel ama biraz darmadağın, kendinden emin, sözünü
sakınmayan, samimi, korkusuz ve doğal bir adam buldum. Durum böyle olunca ‘’Bu
sohbetin bir de rakı masası versiyonu olsa...’’ demekten alıkoyamadım kendimi.
Tabii o korku kırıntıları kalınca bu söz de içten söylenen pek çok şeyden
birine dönüştü. Hoş böyle bir ortam olsaydı sözü Celil’e olduğu kadar
Zülfikar’a da bırakırdım. Çünkü bu iki adam da neden yalnız oldukları konusunda
dertliler fakat bu röportajı okuyan Poyraz Karayel’cilerin "Ben de be dedem!" veya "Hayır, dedem yalnız değilsin; biz varız" serzenişlerini duymamak da
mümkün değil. Sefer’inin de çekip gittiği şu dertli dönemde, sevgili Poyraz
Karayel’ci sözü daha fazla uzatmayıp serzenişte bulunduğun adam(lar)la seni baş
başa bırakayım. Ben de o sırada röportajda Celil Nalçakan’ın Sefer’in delici
vedasının çok küçük da olsa ipucunu vermesine rağmen neden tahmin yürütmediğim
konusunda kendime kızayım.
Geçer dedem bunlar da geçer...
● Her hafta çarşamba
Zülfikar kostümüyle izliyoruz seni. Peki, bu kostümün en sevdiğin kısım
hangisi?
Öncelikle hem Zülfikar hem de Sefer için bu tür rollerin
çok tesadüf etmediğini söyleyebilirim. Okuldan mezun olduğunda fiziğine, yüzüne
göre sana bir rol biçiyorlar. Mesela ben de 8 yıldır ya mafya babasının adamını
ya polisi veya ağayı oynuyorum. Sonuçta İskandinavya’dan gelen birini
oynayamayacağım aşikâr (Gülüyor). Zülfikar’a gelirsek, onun rengi vardı. Benim
cebimdeki oyunculukla oynayabileceğim bir rol değildi. Böyle önemli ve deyim
yerindeyse ‘ağır’ rolleri oynayabilmen için kalbindeki oyunculuğu çıkarman
gerekiyor. Bir de baktığında sorumluluk gerektiren bir rol. Çünkü belli
kültürel kimlik kodlarını taşıyor ve gerçek hayatta bu kodlara sahip kişilerin
zarar görmemesi için sen de önemli bir sorumluluk üstleniyorsun. Hatta özel
hayatına bile bu yüzden dikkat etmeye başlıyorsun.
● Peki, Zülfikar
sende bu açıdan herhangi bir değişiklik yarattı mı?
Sonuçta her oyuncu rolüne kendinden bir şey katar ama
bazen sana öyle bir rol gelir ki çok da değişiklik yapman gerekmez. Hatta sen
ondan bir şeyler almaya başlarsın. Sonra asgari müşterekte buluşursunuz. Mesela
Zülfikar’ın kullandığı lafları ben de özel hayatımda kullanmaya başladım. Aynı
şekilde benim özel hayatımda kullandığım sözleri de Zülfikar kullanmaya
başladı.
● Mesela o meşhur
‘Dedem’i kullanır mısın? Eskinin ‘müdür’ü bugünün ‘dedem’i oldu neredeyse.
‘Dedem’, bize Ali İl’in armağanıdır. Bir gün
konservatuarda arkadaşlarıyla birlikte otururken aralarındaki üşengeç
dostlarına "Dedem hadi’’ demişler. Ağır hareket ettiği için yaşlılık esprisi
yapmışlar. Bize de anlattıktan sonra ‘Poyraz Karayel’ sözlüğüne girdi ve güzel
de oldu.
● Zülfikar’la ilgili
bugüne kadar aldığın en ilginç yorum nedir?
Çok net hatırlamıyorum fakat ranini, bir keresinde
Zülfikar, Sefer ve Taş Kafa için ‘zarif abiler’ yorumu yapmıştı. Hatta
‘İçeriden bildiriyorum: Zülfikar, Sefer, Taş Kafa... Zarif abiler’ yazısındaki
tüm yorumlar çok hoşluma gitmişti. Açıkçası geri kalanına şaşırmıyorum. Bunu
lütfen kimse ukalalık olarak algılamasın ama sonuçta o adamla ben yaşıyorum
zaten. Ve Zülfikar’la ilgili en güzel tespitleri de senaristimiz Ethem (Özışık)
ve yönetmenimiz Çağrı (Vila Lostuvalı) yapabilir. Tabii ki bir de ben
(Gülüyor). Biz yaşıyor ve yaşatıyoruz onu.
● ‘Poyraz
Karayel’deki ataerkil yapı, bir kadının gözünden anlatılıyor. Fakat yönetmen
koltuğundaki Çağrı’nın cinsiyet kodları yok. Bundan arınmış ve izleyiciye
aktardığı detaylarla Ethem Özışık’ın o akıl labirentini ekrana yansıtıyor. Bu durum
sette sizlere nasıl yansıyor?
Mesleğe başladığım günden bu yana çok iyi yönetmenlerle
çalıştım. En büyük avantajım da kariyerime Gül Oğuz’la başlamak oldu. Necip
Fazıl Kısakürek’in ‘Bir Adam Yaratmak’ adlı bir romanı vardır. İşte, deyim
yerindeyse Gül Hanım da bunu yaptı. O yüzden çok şanslıyım. Akabinde Çağan
Irmak’la çalıştım ve yine bu talihim devam etti. Sonraki işimde yönetmen
koltuğunda Sadullah Celen oturuyordu ve ondan bir işin nasıl hızlı ve güzel
çekilebileceğini gördüm. Derken Çağrı’yla tanıştım. Yönetmen kimliğini bir
kenara bırakacak olursam onunla arkadaşın seçilebilen kardeş olduğunu anladım.
O, bizim hayalimizde yaşattığımız veya normal hayatta gördüğümüz kadınlara çok
benzemez. Senin yorumunun da nedeni bu. Çağrı’nın içinde bir erkek de vardır.
Biraz kaba bir tabir olacak belki ama eğer bir kavganın ortasında bulursam
kendimi Çağrı’yı ararım. Çünkü o öyle bir kadın. Bence ‘Poyraz Karayel’in de bu
kadar sevilmesinin nedeni hikâyenin merkezindeki illegal suç örgütünün yapılan
tüm haksızlıkların karşısında durması. Bu durum Bahri’yi, Sefer’i, beni veya
Taş Kafa’yı süper kahraman yapmaz. Bizim farklı yöntemlerimiz var. Fakat
haksızlıklara tahammül edememe durumu bu örgütü sempatik kılıyor. İşte, Çağrı
da böyle. Kendisi benim çok uzun süredir arkadaşım, kardeşim hatta. Fakat bir
gün birine haksızlık yaparsam bana ilk kızacak kişi de odur.
● Zaten Zülfikar da
küresel sermayeyle birlikte o haksızlığa da karşı ve bunu sıklıkla dile
getiriyor. Onunla karşı karşıya gelsen hangi konuda dertleşmek isterdin?
Çok güzel soruymuş. Niye bu kadar yalnız olduğumuzu
konuşurdum herhalde.
● Nasıl bir cevap
alırdın peki?
‘’Allah dağına göre kar verir dedem’’ derdi.
● O seninle neyi
dertleşirdi?
Röportaj yayınlandığında seyirci izlemiş olur mu bilemem
ama 46’ncı ve 47’nci bölümde gizli bu sorunun cevabı.
● İkinci Poyraz ve
Ayşegül devri olduğu gibi senin de Meltem’den Önce, Meltem’den Sonra dönemin
var.
Şunu hemen söyleyeyim; Sezar’ın hakkı Sezar’a. Hare Sürel
benim zaten hayranlık duyduğum, gerçekten kusursuz bir oyuncu. Şöyle düşün; sen
Messi’sin ve o takımda Xavi veya Iniesta yoksa sen de Messi olamazsın. Sana pas
veren olmazsa gol de atamazsın. Mesleki olarak hayatımın bugüne kadar en güzel
gollük paslarını Nejat İşler’den, Görkem Kanbolat Arslan’dan ve Hare’den aldım.
O yüzden bazen Zülfikar’a imreniyorum. O kadar güzel bir ilişki yaşıyorlar ki
ve o kadar beş benzemezler ki... Ve çok aynılar! Meltem Tunceli’de, Zülfikar
İstanbul’da doğmuş olabilirdi. Emin ol o zaman yeniden buluşurlardı.
● İşin güzel yanı âşık
Zülfikar kendinden ödün vermiyor Meltem’in karşısında.
Zaten Meltem kendinden ödün veren, değişen bir adama âşık
olmaz. Farkındaysan birbirlerine bir sıfat arıyorlar: Dedem, başkan, müdür,
muhtar...
● Zülfikar’da,
gözlem dışında nelerden beslendin? İnsan hikâyeleri toplamayı sever misin?
Biri anlatırsa dinlerim ama çok meraklı bir yönüm yoktur.
Kimseye hikâyesini sormam. Anlatmaya değer hikâyeleri varsa zaten anlatırlar.
Her insan kendinin başrolüdür sonuçta. Herkesin hikâyesi kendine güzel.
Zülfikar’ı yaratma aşamasında belli bir sistematiğim olmadı. ‘’Şunlardan
beslendim’’ şeklinde kesin yorumlarda bulunamam.
● Biri senin
hikâyeni sorsa ne anlatırsın? Hayatının hangi dönemi olur?
Sana bir şey itiraf edeyim mi? Bunun standart ve sıradan
bir röportaj olacağını düşünerek kardeşime "1000 kere sorulmuş soruları
1001’inci kez cevaplamaya gidiyorum’’ dedim. Fakat daha 1000 kere sorulan bir
soru gelmedi ki! (Gülüyor). Hazırlıklı olduğum yerlerden sormuyorsun hiç. O
yüzden bunun cevabını düşüneyim biraz.
● O zaman
oyunculukla ilgili kolay bir soru sorayım. Oyunculukta ruhunu en çok besleyen
unsur nedir?
Geçenlerde bir muhabir ‘’Oyuncu olmasan ne olurdun?’’
diye sordu. Ben de "Beşiktaş’ta malzemeci olurdum’’ dedim. Gerçekten isterdim.
Bu hayatta herkesin bir vazifesi var. Herkes bir iş yapmak durumunda. Oyunculuk
olmasaydı biri ölür müydü; ölmezdi. Fakat bir beyin cerrahının ameliyata daha
mutlu girmesini sağlayabilirim. Bu da bir kişinin hayatını etkileyebilir.
Sonuçta biri bu işi yapmak zorunda. Nalbur da olabilirdim ve çok da
şaşırmazdım. Paye biçmiyorum hiçbir mesleğe. Sarayda yaşadığımızı düşün, herkes
kral olsa yemeği kim yapacak? Bize de tabiri caizse bu sarayın soytarısı olma,
insanları güldürme kısmı düşmüş. İşte, oyunculukta ruhumu en çok da bu durum
besliyor.
Yazı devam ediyor...