Celil Nalçakan: Zülfikar’la karşılıklı otursak neden yalnız olduğumuzu konuşurdum

Celil Nalçakan: Zülfikar’la karşılıklı otursak neden yalnız olduğumuzu konuşurdum
Bir of çekse karşıki dağlar yıkılır... Fakat tıpkı Ömer Hayyam’ın dediği gibi bir derdi var ki bin dermana değişmez. O dert insana dair, hayata dair, aşka dair olunca acısıyla tatlısıyla yaşamak varken kim zaten o dermana ihtiyaç duyar ki? İşte, ‘Poyraz Karayel’in hüzünlü, isyankâr, sistem karşıtı, âşıkla maşuk edebiyatını yeniden yazan, sazın tellerinden çıkan güzel melodi gibi kelimelerle o tınıyı yakalayan ‘dede’si Zülfikar böyle bir tablo içinde anti-kahraman olarak geçiyor izleyicinin karşısına. Tıpkı ona hayat veren ve onunla yer yer rolleri değişen Celil Nalçakan gibi. İtiraf edeyim set programının yoğunluğunda yaklaşık bir ay boyunca gün ayarlamaya çalıştık ve her seferinde ‘’Umarım bugün olur’’ derken kendini duyurmayı başaran iç sesim de ‘’Olmasın lütfen’’ deyip duruyordu. Çünkü uzun zamandır onun gibi cebindeki değil de kalbindeki oyunculukla izleyicinin ruhuna dokunan bir oyuncu izlememiştim ekranda.

Belindeki silah kadar, düşünceleri ve kelimeleri de silahı belleyen, göz kaş mimikleriyle içindeki haşarı ve kırılgan çocuğu oynaması için dışarı çıkmasına izin veren bir karaktere hayat veren bir oyuncudan söz ediyoruz. Sosyal medyadaki paylaşımlarıyla pek çok kişinin rakı sofrasındaki o bitmesini istemediğin en leziz mezeye dönüşüyor, sesiyle duyguları harekete geçiriyor. İşte, böyle bir kişiyle ve her hafta gıptayla izlediğim bir oyuncuyla röportaj yapma fikri korku duygumun hakim olmasına yol açtı.

Fakat Bağdat Caddesi’nde buluştuğumuz gün karşımda tabiri caizse "cillop" gibi, kalbi güzel ama biraz darmadağın, kendinden emin, sözünü sakınmayan, samimi, korkusuz ve doğal bir adam buldum. Durum böyle olunca ‘’Bu sohbetin bir de rakı masası versiyonu olsa...’’ demekten alıkoyamadım kendimi. Tabii o korku kırıntıları kalınca bu söz de içten söylenen pek çok şeyden birine dönüştü. Hoş böyle bir ortam olsaydı sözü Celil’e olduğu kadar Zülfikar’a da bırakırdım. Çünkü bu iki adam da neden yalnız oldukları konusunda dertliler fakat bu röportajı okuyan Poyraz Karayel’cilerin "Ben de be dedem!" veya "Hayır, dedem yalnız değilsin; biz varız" serzenişlerini duymamak da mümkün değil. Sefer’inin de çekip gittiği şu dertli dönemde, sevgili Poyraz Karayel’ci sözü daha fazla uzatmayıp serzenişte bulunduğun adam(lar)la seni baş başa bırakayım. Ben de o sırada röportajda Celil Nalçakan’ın Sefer’in delici vedasının çok küçük da olsa ipucunu vermesine rağmen neden tahmin yürütmediğim konusunda kendime kızayım.

Bu arada ‘’Umarım bir gün onun kaleminin yanından geçerim’’ dediğim ranini’nin ‘İçeriden bildiriyorum: Zülfikar, Sefer, Taş Kafa... Zarif Abiler!’ yazısını okumadıysan okumanı, okuduysan arşivine almanı naçizane bir öneri olarak şuraya not düşeyim.
 
 Geçer dedem bunlar da geçer...

● Her hafta çarşamba Zülfikar kostümüyle izliyoruz seni. Peki, bu kostümün en sevdiğin kısım hangisi?
Öncelikle hem Zülfikar hem de Sefer için bu tür rollerin çok tesadüf etmediğini söyleyebilirim. Okuldan mezun olduğunda fiziğine, yüzüne göre sana bir rol biçiyorlar. Mesela ben de 8 yıldır ya mafya babasının adamını ya polisi veya ağayı oynuyorum. Sonuçta İskandinavya’dan gelen birini oynayamayacağım aşikâr (Gülüyor). Zülfikar’a gelirsek, onun rengi vardı. Benim cebimdeki oyunculukla oynayabileceğim bir rol değildi. Böyle önemli ve deyim yerindeyse ‘ağır’ rolleri oynayabilmen için kalbindeki oyunculuğu çıkarman gerekiyor. Bir de baktığında sorumluluk gerektiren bir rol. Çünkü belli kültürel kimlik kodlarını taşıyor ve gerçek hayatta bu kodlara sahip kişilerin zarar görmemesi için sen de önemli bir sorumluluk üstleniyorsun. Hatta özel hayatına bile bu yüzden dikkat etmeye başlıyorsun.
 
● Peki, Zülfikar sende bu açıdan herhangi bir değişiklik yarattı mı?
Sonuçta her oyuncu rolüne kendinden bir şey katar ama bazen sana öyle bir rol gelir ki çok da değişiklik yapman gerekmez. Hatta sen ondan bir şeyler almaya başlarsın. Sonra asgari müşterekte buluşursunuz. Mesela Zülfikar’ın kullandığı lafları ben de özel hayatımda kullanmaya başladım. Aynı şekilde benim özel hayatımda kullandığım sözleri de Zülfikar kullanmaya başladı.
 
● Mesela o meşhur ‘Dedem’i kullanır mısın? Eskinin ‘müdür’ü bugünün ‘dedem’i oldu neredeyse.
‘Dedem’, bize Ali İl’in armağanıdır. Bir gün konservatuarda arkadaşlarıyla birlikte otururken aralarındaki üşengeç dostlarına "Dedem hadi’’ demişler. Ağır hareket ettiği için yaşlılık esprisi yapmışlar. Bize de anlattıktan sonra ‘Poyraz Karayel’ sözlüğüne girdi ve güzel de oldu.
 
● Zülfikar’la ilgili bugüne kadar aldığın en ilginç yorum nedir?
Çok net hatırlamıyorum fakat ranini, bir keresinde Zülfikar, Sefer ve Taş Kafa için ‘zarif abiler’ yorumu yapmıştı. Hatta ‘İçeriden bildiriyorum: Zülfikar, Sefer, Taş Kafa... Zarif abiler’ yazısındaki tüm yorumlar çok hoşluma gitmişti. Açıkçası geri kalanına şaşırmıyorum. Bunu lütfen kimse ukalalık olarak algılamasın ama sonuçta o adamla ben yaşıyorum zaten. Ve Zülfikar’la ilgili en güzel tespitleri de senaristimiz Ethem (Özışık) ve yönetmenimiz Çağrı (Vila Lostuvalı) yapabilir. Tabii ki bir de ben (Gülüyor). Biz yaşıyor ve yaşatıyoruz onu.
 
● ‘Poyraz Karayel’deki ataerkil yapı, bir kadının gözünden anlatılıyor. Fakat yönetmen koltuğundaki Çağrı’nın cinsiyet kodları yok. Bundan arınmış ve izleyiciye aktardığı detaylarla Ethem Özışık’ın o akıl labirentini ekrana yansıtıyor. Bu durum sette sizlere nasıl yansıyor?
Mesleğe başladığım günden bu yana çok iyi yönetmenlerle çalıştım. En büyük avantajım da kariyerime Gül Oğuz’la başlamak oldu. Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Bir Adam Yaratmak’ adlı bir romanı vardır. İşte, deyim yerindeyse Gül Hanım da bunu yaptı. O yüzden çok şanslıyım. Akabinde Çağan Irmak’la çalıştım ve yine bu talihim devam etti. Sonraki işimde yönetmen koltuğunda Sadullah Celen oturuyordu ve ondan bir işin nasıl hızlı ve güzel çekilebileceğini gördüm. Derken Çağrı’yla tanıştım. Yönetmen kimliğini bir kenara bırakacak olursam onunla arkadaşın seçilebilen kardeş olduğunu anladım.

O, bizim hayalimizde yaşattığımız veya normal hayatta gördüğümüz kadınlara çok benzemez. Senin yorumunun da nedeni bu. Çağrı’nın içinde bir erkek de vardır. Biraz kaba bir tabir olacak belki ama eğer bir kavganın ortasında bulursam kendimi Çağrı’yı ararım. Çünkü o öyle bir kadın. Bence ‘Poyraz Karayel’in de bu kadar sevilmesinin nedeni hikâyenin merkezindeki illegal suç örgütünün yapılan tüm haksızlıkların karşısında durması. Bu durum Bahri’yi, Sefer’i, beni veya Taş Kafa’yı süper kahraman yapmaz. Bizim farklı yöntemlerimiz var. Fakat haksızlıklara tahammül edememe durumu bu örgütü sempatik kılıyor. İşte, Çağrı da böyle. Kendisi benim çok uzun süredir arkadaşım, kardeşim hatta. Fakat bir gün birine haksızlık yaparsam bana ilk kızacak kişi de odur.
 
● Zaten Zülfikar da küresel sermayeyle birlikte o haksızlığa da karşı ve bunu sıklıkla dile getiriyor. Onunla karşı karşıya gelsen hangi konuda dertleşmek isterdin?
Çok güzel soruymuş. Niye bu kadar yalnız olduğumuzu konuşurdum herhalde.
 
● Nasıl bir cevap alırdın peki?
‘’Allah dağına göre kar verir dedem’’ derdi.
 
● O seninle neyi dertleşirdi?
Röportaj yayınlandığında seyirci izlemiş olur mu bilemem ama 46’ncı ve 47’nci bölümde gizli bu sorunun cevabı.
 
● İkinci Poyraz ve Ayşegül devri olduğu gibi senin de Meltem’den Önce, Meltem’den Sonra dönemin var.
Şunu hemen söyleyeyim; Sezar’ın hakkı Sezar’a. Hare Sürel benim zaten hayranlık duyduğum, gerçekten kusursuz bir oyuncu. Şöyle düşün; sen Messi’sin ve o takımda Xavi veya Iniesta yoksa sen de Messi olamazsın. Sana pas veren olmazsa gol de atamazsın. Mesleki olarak hayatımın bugüne kadar en güzel gollük paslarını Nejat İşler’den, Görkem Kanbolat Arslan’dan ve Hare’den aldım. O yüzden bazen Zülfikar’a imreniyorum. O kadar güzel bir ilişki yaşıyorlar ki ve o kadar beş benzemezler ki... Ve çok aynılar! Meltem Tunceli’de, Zülfikar İstanbul’da doğmuş olabilirdi. Emin ol o zaman yeniden buluşurlardı.
 
● İşin güzel yanı âşık Zülfikar kendinden ödün vermiyor Meltem’in karşısında.
Zaten Meltem kendinden ödün veren, değişen bir adama âşık olmaz. Farkındaysan birbirlerine bir sıfat arıyorlar: Dedem, başkan, müdür, muhtar...
 
● Zülfikar’da, gözlem dışında nelerden beslendin? İnsan hikâyeleri toplamayı sever misin?
Biri anlatırsa dinlerim ama çok meraklı bir yönüm yoktur. Kimseye hikâyesini sormam. Anlatmaya değer hikâyeleri varsa zaten anlatırlar. Her insan kendinin başrolüdür sonuçta. Herkesin hikâyesi kendine güzel. Zülfikar’ı yaratma aşamasında belli bir sistematiğim olmadı. ‘’Şunlardan beslendim’’ şeklinde kesin yorumlarda bulunamam.
 
● Biri senin hikâyeni sorsa ne anlatırsın? Hayatının hangi dönemi olur?
Sana bir şey itiraf edeyim mi? Bunun standart ve sıradan bir röportaj olacağını düşünerek kardeşime "1000 kere sorulmuş soruları 1001’inci kez cevaplamaya gidiyorum’’ dedim. Fakat daha 1000 kere sorulan bir soru gelmedi ki! (Gülüyor). Hazırlıklı olduğum yerlerden sormuyorsun hiç. O yüzden bunun cevabını düşüneyim biraz.
 
● O zaman oyunculukla ilgili kolay bir soru sorayım. Oyunculukta ruhunu en çok besleyen unsur nedir?
Geçenlerde bir muhabir ‘’Oyuncu olmasan ne olurdun?’’ diye sordu. Ben de "Beşiktaş’ta malzemeci olurdum’’ dedim. Gerçekten isterdim. Bu hayatta herkesin bir vazifesi var. Herkes bir iş yapmak durumunda. Oyunculuk olmasaydı biri ölür müydü; ölmezdi. Fakat bir beyin cerrahının ameliyata daha mutlu girmesini sağlayabilirim. Bu da bir kişinin hayatını etkileyebilir. Sonuçta biri bu işi yapmak zorunda. Nalbur da olabilirdim ve çok da şaşırmazdım. Paye biçmiyorum hiçbir mesleğe. Sarayda yaşadığımızı düşün, herkes kral olsa yemeği kim yapacak? Bize de tabiri caizse bu sarayın soytarısı olma, insanları güldürme kısmı düşmüş. İşte, oyunculukta ruhumu en çok da bu durum besliyor.
 

Yazı devam ediyor...
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER