Klişenin
dibine vurmak yetmedi itfaiyeyle yağmur yağdırdık.
Yahut 'Olmasaydı sonumuz böyle.'
Kuzuyu anladık da öküz nereden çıktı diye sorarsanız, dün gece böğrüme,
böğürlerimize oturan öküzü diyorum canlar. Bir SefSeci olarak öyle müteessirim
ki korkarım çok da şaka yapamayacağım bu yazıda.
Ayşegül'ün acı gerçekle yüzleşmesi ve
beklediğimiz gibi Poyraz'ın yanında yer alması (love wins), Poyraz'ın artık
alıştığımız oyunlarından birini bu kez babasına oynaması, Bahri-İsmail-Poyraz ekseninde
baba olmak üzerine düşünceler, Sadreddin'in önlenemez sevimliliği, Begüm'ün
bitmeyen trajedisi, Sema'nın Yeşilçam'a bağlaması, Sefer'in bir kez daha yarım
kalması. Yahut Nutella, patlamış mısır, nemenem, soba üzerine konan mandalina
kabuğu ve portakal. Duygudan duyguya geçeceğiz diye yine sürmenaj olduk anasını
satayım.
O son tekilayı içmeyecektik.
Oysa cıvıklaştırılmasından korktuğum
bekârlığa veda partisi ve The Hangover esinlenmeli ertesi sabah konulu sahneler
bir hayli komikti. Fragmanı gördükten sonra bekârlığa veda filan Sefer'e ters
değil mi demiştim, kendisi de aynı düşüncedeymiş zaten beni doğruladı sağolsun.
Düğüne bile küresel sermaye diye karşı çıkan Zülfikâr'ın bu ecnebi adetini de
ağır bir şekilde eleştirmesini beklemiştim, pavyon emekçilerine sendika kurarak
kıyısından köşesinden de olsa dokundu mevzuya. Sadece alkolle nasıl bu kadar
kendilerini bozmuş olabilirler diye merak ediyordum, meğerse işin içinde başka
kafalar varmış. Kısacası bu sahnelerde beklediğimden daha fazla eğlendim.
Lakin her mevzuyu teker teker çözdük de kuzunun (The Hangover kaplanı) nereden
geldiğini halen anlayabilmiş değiliz. Leyla ile Mecnun izleyenler
hatırlayacaktır orada da son bölümde bir bekârlığa veda partisi söz konusuydu
ve kendilerini bir otel odasında bir at ile uyanmış olarak buluyorlardı. Bizimkiler
daha minimal bir hayvan düşünmüşler, hayvan şart tabii.

Şu ana ışınlanıp zamanı durduramıyor muyuz?
Eğlendik eğlenmesine de Sema’ya böylesi
hunharca kıyılacağını düşünmek bile istememiştim ben. Beş yıl filan dedi ya
adam acımadan. Beş yıl nedir oğlum, hükümet gibi kadındı bu Sema. Ayrıca zaten
kifayetsiz bir doktorsun, ilk geldiğinde stres filan diye gönderdin
kadıncağızı, şimdi ağzına ağzına vurdun. Hem bu Alzheimer denen hastalık daha
ilerki yaşlarda olmuyor mu? Tomografi sonuçlarının olduğu dosyanın üzerinde
Sema’nın doğum tarihi 1978 yazıyordu yanlış görmediysem. Öff, bu mevzuda
“Neden?” diye sormaktan imanım gevredi zaten. Sema şahitlik mevzusunda
Zülfikâr’a “Bir dahakine de sen şahit olursun” derken, baba Sema’ya “En kısa
zamanda bir torun istiyorum sizden.” (Sefer’in çocuk hayalini hatırla ve ağla) dediğinde,
Sema Ayşegül’e “Bana çok kızma olur mu?” diye sarılırken inceden saplanan
hüzünler Sema’nın attığı son dakika golünün yanında bir hiçmiş meğer.
İnanmıyorsan aç oku geçen haftaki
yazımı, nikâh masasında hayır dedirtme klişesine girmeyin dediydim, gözünüzü
seveyim diye de eklediydim hatta. Fragmandaki olumsuz sinyale rağmen
inanmamıştım, öyle sanmamızı istiyorlar demiştim. Ethem Özışık sağolsun abartıp
ilgili Yeşilçam filmini de göstere göstere yaptı yapacağını. Bu arada merak
edenler için Sema’nın seyrettiği film İbrahim Tatlıses-Hülya Avşar’lı 1984
yapımı Ayşem filmiydi. Arabeske ve drama doyamadım diyorsanız izleyebilirsiniz.
Ya bize Zülfikâr’ın şahit olamayacağını öğrendiğindeki hüznü yeterdi, bu
kadar acıya ne gerek var yahu? Bir de ben nikâhtır, düğündür pek anlamam, beş
kişilik vatzep kız grubumuza sordum, oy çokluğuyla nikâh masasında önce kadına
sorulur “Kabul ediyor musunuz?” diye dediler.