Güneşe doğru kanat çırp, yanmaktan korkmadan!
Adam:   “Benim aşkım mı sana fazla gelen?”
Kadın:   “Hayır benim aşkım!”
Ve diğer bir takım milyonlar:   “Fazla mı? Fazla… Sizin aşkınız birleşince çığ oldu ÇIĞ! Biz altında kaldık, öldük bittik, farkında mısınız bilmem!?
 
Durumun özeti budur. Gülü seven dikenine katlanır derler. Defne’yle Ömer’e vur dedik, öldürdüler. Fazla kızdık, soluksuz bırakırcasına şaşırtıp güldürdüler. Şahsım adına bölümü nefes almadan izledim desem abartı değil. Reklam aralarında yapmayı düşündüğüm tüm ıvır zıvır işler, başlanamadan kalıp birikti. Zaruri ihtiyaçlar için ayırdığım Serdar-Nihan diyaloglarında bile yerimde mıhlandım kaldım. Son zamanlarda zaplamaya meylettiğim depresif / agresif Neriman sahnelerini, baktım göz kırpmadan izliyorum. Tutku mu arayıp soruyorduk? Tutku bu olsa gerekti işte.
 
Her şeyin başı değil, ama her şeyi bir arada tutan şey tutku işte. Sadece delice sevip ayrı düşenleri iflah olmaz bir şekilde birbirine çekip durmakla kalmıyor, topyekûn bizi de kendine çekiyor. Beyaz camın arkasından bize kadar aktığını, ellerimin yapış yapış kaldığını hissettim. Bu bölüm beni kolay kolay bırakmayacaktı.


Sude'ye yürüsem mi? Yürümesem mi?
 
Evveliyatından başlayalım. Bizi biz yapan iç seslerimizden, dürtülerimizden, korkularımızdan. Sinan’ın gördüğü rüyanın onun ruhunun şu anki hali kadar karanlık olması; çok iddialı, cüretkar bir açılış perdesi olmuştu bölüme. Adeta evvela ben rüyayım, sonra da Sinan’ın rüyasıyım diye bağırıyordu. Karakterlerin pozisyonları, yüzerinde vuran ışıklar ve gölgeler, birbirlerine olan bakışları ve kendi içlerinde göz hapsine almayı seçtiği kişiler... Hepsi inanılmaz anlam yüklüydü. Sinan’ın bilinçaltı, belki buna benzer hikayelerin ‘talihsiz’ kişisine bahşedilmek durumunda kalınan psikolojinin ne gibi akıl tutulmalarına mahal vereceğini göstermesi açısından da eşsizdi. 

Karşılıksız aşk fenadır çünkü. Terazinin hafif kalan tarafında olmak da. İnsani olarak Sinan’ın olumlu karakter özelliklerini -bugün itibariyle bile - yadsımak haksızlık olur elbet. Sinan hala bu hikayenin bildiğimiz alçak gönüllü, sevecen, mantıklı ve sağ duyulu ama aynı zamanda duygusal zekası yüksek kişisi. Bir de ‘olduğunu sandıkları’ var ama Sinan’ın. Mesela uçarı, korkusuz, kendisinden her türlü çılgınlık beklenecek cüretkarlıkta olduğunu düşünmesi gibi. Bu yüzden İz’in kendisine stabil demesine açıktan belli etmese de içten içe bozuluyor. Çünkü Sinan’a göre stabil olan biri varsa, o Ömer. Zaten bünyesinde pek çok “kıskanılacak türden” niteliği barındıran “dostu”, bu iyi mi kötü mü muallakta kalan sıfatı da kendi üstünden alıp köşesine çekilsin istiyor. 

Ömer’i sabit fikirli, neredeyse bağnaz olmakla suçlaması da bu yüzden. Düşünmüyor ki, sabit fikirlerin ‘fikir’ olmasında rol oynayan etkenler; ucu açık, tam hesaplanamamış riskler içeren, dahası neye dayandığı belirsiz olan “içgüdüler”den daha sağlamdır.  Sabit fikrin iç güdüyü ezdiği düşüncesinden yola çıkmıyorum burada. Dayanaksız güdülerin, fikirler karşısında üstünlüğü olmadığını tarafsızca görme gerekliliğinden bahsediyorum. Nihayetinde, Ömer’in neden korkup tereddüt ettiği netken; Sinan’ın ne gerekçeyle Deniz’e birden güvenebildiğinin net olmadığını düşünüyorum. Sinan’ın kendisi için bile net olmayanın, biz izleyenler için net olması da söz konusu olamaz zaten. 
BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER