Bu arada, dizinin en “ateşli” sahnesini de izlediğimize göre artık rahat
rahat dağılabiliriz, değil mi? ^.^ Ömer’in imzalaması gereken neyse ki sadece
bir evrak vardı da, o ofisin alev alıp kül olmasına şahitlik etmek zorunda
kalmadık zaar. Bir süre imza atmak veya attırmak istemiyorum sayın okuyucular. Bana
uzak, Defne’yle Ömer’e yakın olsun :) Neriman’ın çok değil birkaç masa ötede
Necmi için Koray’a tarif ettiği türden bir bütünleşmişliğin, birbirine
aitliğin, “bir olmuş”luğun resmini çizdiler. Hiç duymadığımız bir müzikle
eşleşseydi bu sahne, sanki şiddeti 8+ deprem etkisi yaratacaktı ekranda. Aralarındaki
uyumun, adeta şairane harmoninin getirdiği eşsiz “normalliğe”, dinginliğe
rağmen, aslında o kadar “yüksek” bir sahneydi ki bana göre, Sevgili Aydilge’nin
hüzünlü melodisi fazla sakin kaldı kulağımda. Buna kusur denebilse, bu kadar
kusur kadı kızında da olur derdim herhalde :)
Ben sana evde göstercem Ömer bakışı ^.^
Bu tabloya bakıp “Bu ne ya, karı koca gibi!” diyen, sonra da “hadi ben
kaçtım!” diye arazi olan İz benim gözümde çok değişik bir karakter. Kağıt
üzerinde öyle olması gerekirken, artık tam olarak itici de bulmadığımı fark
ediyorum. Özgüveninin, hırsının, tuttuğunu koparmak isteğinin farklı kıvrımları
var. Ömer’e karşı bir saplantısı varsa da, bunun Sude’ninkisine benzemediği
açık. Daha sakin, “cool”, attığı adım ters tepiyorsa geri çekilmeyi (veya yön
değiştirmeyi) bilen, yürüyüp izini belli etmez izlenimi veren bir karakter. O yüzden enteresan. Ömer konusundaki rahat
tavrının cool’luktan ve “ne olursa olsun onu sonunda ben kazanırım”
özgüveninden mi, yoksa daha tutkuyla bağlı olduğu başka ajandaları olmasından
mı ileri geldiğini henüz çözemiyorum. Aranıp bulunamayan bir Helen varsa; Sinan
tarafından sorgusuz sualsizce kalenin içine getiriverilmesiyle en Helen’vari
duran kişi İz zira.. Göreceğiz.
Restler çekilir, kılıçlar kuşanılır, giyotinler elden ele dolaşırken; giderek gerilen bu fay hattının orta yerinde
durmuş; gözleri, dudakları, elleri çiçekler açan bir adet Defne’yle Ömer... “Kırılma
noktalarında yığılmalar oluşturuyoruz, haydi” deyip yola çıkıyorlar! “Çizgilerin
biraz sert, yumuşatmak lazım, bak böyle...” (Alt metinlere bak alt metinlere! :) Velhasıl,
kaleminin yuvarlak darbelerinin tek şahidi yine o kağıt ve o kalem. Çünkü
gözler, akıllar, fikirler başka yerde. Bu şekilde nasıl çizim öğreneceksin
bilmiyorum Defne! Defne’nin çizdiğini nasıl “tarafsızca” değerlendireceksin,
bilmiyorum Ömer! Defne’nin artistik kariyerinin selameti açısından belki ara
sıra önünüze baksanız iyi olur diyeceğim, ama şu an için doğaçlamanızı bozmaya
da gönlüm el vermiyor. Ayrıca o bakışlara laf eden de taş filan olabilir, ondan
korkuyorum maazallah.
Zaar eğitim, çalışmak, vazgeçmemek(!) önemli. “En önemli faktör ışık
kaynağı...” diye anlatıyor da anlatıyor çizer... Bize de sormak kalıyor: Sizin
birbirinize karşı büyüte büyüte çığ ettiğiniz, önüne geleni ardına katan; veya başka
bir melodiyle tarif etmek gerekirse, ‘içinizde bir kördüğüm olup, çözdükçe
dolaşan’ aşkınız gibi mi Ömer? ;) “...böyle
tek bir noktadan gelmeli” diyorsun, “ışık”... Tek bir noktadan geliyor artık ışığınız,
haklısın... Aşk, birbiri içinde yoğrulup derinleştikçe; önce eriyip, sonra
donup bütünleştikçe; onu oluşturan maddeler kendilerinden çıkıp tek ve bambaşka
bir maddeye dönüştükçe gerçek aşk haline geliyor çünkü. Birbirinizin dibinden,
elinden eteğinden, yurdundan bucağından ayrılamamanız da işte tam bu yüzden. Türlü
türlü Ve nasıl da gerçek. Bu kadar acılı olup bu kadar gerçek olması da hüzünlü
zaten.
İçindeki tüm isyanı, tek bir satırlık nefesi kalmışçasına “Sen nasıl da
kolay vazgeçiyorsun öyle her şeyden!” cümlesine mühürleyen, tüm kırıklarını
kenara süpürüp “En azından bu kez vazgeçme!” diyen Ömer’ler...“Bitirdim artık,
BİTTİ! Beni ilgilendirmiyor, umrumda değil!” diye bağırırken dolu dolu gözleri
“Ciddiye alma! Doğru değil!” diye yalvaran Defne’ler... Aşkının acısına “yara”
demeye bile gönlü elvermeyen; ve fakat giderek, yine giderek ve inatla tekrar
giderek içini kanatmaya devam eden sevgiliye hala “sevdiğim iz”ler diyebilen Ömer’ler...
(İz’in ismini taşıyıp bunu işitsem 1 değil 5 shot dikerdim kafama herhalde!
Helal İz!) “Ne yaşadınız?”a cevap vermeyen, ama inadından değil, kelimeler
kifayetsiz kaldığından sessiz kalan Ömer’ler.. Ancak kendi kendine kaldığında aşkını
itiraf edebilen; bunu yaparken de yine kendini
yiyip bitiren Defne’ler... İki gönül bir
olabilecekken, ancak “yarım” kalan sevgililer...
Ah ki ne ah! Sizin iki acı dolu gönlünüz bir olamadıkça, milyonlarca gönül
birleşip kozmik bir etki yarattıysak demek... Bu sayede Defne seni o gece bütün
akla mantığa aykırılığına rağmen o eve yollayabildiysek demek! Ömer’i kalbi
kırık ama aklı sağlam, tek başına o kapıdan içeri sokabildiysek demek! İşte hep
sevdadan... Sevda böyle çılgın bir şey işte. Eriyip biteceğini bile bile
kanatların seni, güneşe doğru çekilen İkarus misali imkansız aşkın kor ateşinin
içine uçurur... Defne’nin Ömer’in evine gidişi gibi. Belki artık hiç
“tamam”lanamayacağına inandığın anda bile, yarım kalmışlığına başka sevdalar
yamalamaya gönlün, kalbin el vermez.... Ömer’in kendini yıkık dökük halde fakat
inatla tek başına kalesine atışı gibi. Ve fakat gelin görün ki aşk, acıları;
dillendirilemeyen yükleri sevdiği kadar tesadüfleri de sever. Zaten yüzeyin
altında asla ayrılamayan, aksine birbirine daha fazla dolanıp kördüğüm olan eller,
gözler, tenler bir daha buluşur. Belki onlarca misli şiddetle, aşkla,
özlemle...
Bölümden daha ötede bir yerde bitirirsem taş olurum bence! O yüzden
gözlerinize, gönlünüze sağlık...ve keyifli seyirler... (bir daha, bir daha ve
bir daha izleyeceğinize ithafen!)