Elbette, bunun karanlık bir güç savaşı haline geldiği, rüyanın atmosferinin
yansıttığı kadar açık şekilde ortada. Rüyadaki Ömer’i, hiç olmadığı kadar sert,
kaba, hatta küstah görüyoruz. Masanın en hiddetli kişisi olması; sakinliğinden dinginliğinden
kuvvet alan gerçek hayattaki Ömer’e son derece ters. “Eee ortak... Ben hep
kazanırım!” diyor! Belki hep yaptığı, ama asla söylemediği bir şekilde. Bu bir nevi Sinan’ın görmek ‘istediği’ Ömer.
Görse derinlerde bir yerde ‘kıskanmaktan kurtulacağı’ Ömer. Ömer’in rüyada
Deniz’e gösterdiği öfke; Sinan’ın sonunda kendisini hedef alacağını bildiği
şimşekleri temsil ediyor sanki. Masadaki diğerlerini de kendine tehdit olarak
algılıyor Sinan. Etrafına bakışları hissettiği suçluluk duygusundan buğulanmış
gibi. Defne’nin saf halinin altında hem zeki hem cesaretli bir kadın yattığını,
ve belki de şimdi içinde çırpındığı bu “aşk oyunu”nu sonunda kazanacağını
hissediyor. Tehdit olarak algılamadığı tek kişi ise belki Sude. Sude’yle buluştukları
ortak bir zeminin varlığını içten içe sezdiğini görüyoruz bu rüya vesilesiyle.
Nitekim rüyadan uyanıp geri döndüğü gerçek dünya da, bunu kanıtlıyor kendisine.

Sinan benim olacak! Vurucam kırbacı...
Sude’nin ise, önündeki yolları - her zaman olduğu ve olacağı şekilde -
kendisine döndürmeye çalışmasının; Sinan’ı ne tehlikeli virajlara sürüklediğini
fark etmemesi, oyunbazlığına kapak mı oluyor dersiniz? Oluyor galiba biraz.
Kurnazlığın dehlizlerinde kaybolmak böyledir işte. Bazen haritanızı o kadar körleşircesine
ezber edersiniz ki, koştuğunuz yolların sizi nereye getirdiğini fark etmeden uçurumun
dibinde buluverirsiniz kendinizi. Sude onu yüreklendirmeye, cesur olmaya ve son
vuruşta Ömer’in korumacı tavrını yem olarak
kullanarak Sinan’ın erkeklik damarını kabartmaya niyet ederken, Sinan’ın
zaten sallantıda olan dostluk ve kardeşlik inancını sarsıp sonunda yerle bir
ediyor. Sinan’a ölümcül hatayı yaptıran olaylar zincirinde, Ömer’in daima
gerisinde kalmak, ne işte ne aşkta teraziyi kendi lehine oynatamamak yatıyor
belki; ama son damlayı taşıranın hırs, öfke ya da inat değil başka bir şeyin
kırılması olduğunu görüyoruz. Gurur.
Sinan’a, ikinci adam olmaktan belki de çok
daha fazla, “kendisinden korunulması, sakınılması gereken kişi” olmak ağır
geliyor. Bu belki sevilmemekten, istenmemekten bile daha gurur kırıcı çünkü.
Dostluğun, güvenin, belki yıllardır süren bir kader ortaklığının anahtarını
çıkarıp, “içgüdü”lerinin gösterdiği kapıya teslim ediyor. Altına basa basa
içgüdülerine güvendiğini söylerkenki samimiyetini de sorgulamalı mıyım
bilmiyorum Sinan. Samimi olman da kötü çünkü, olmaman da... İçgüdülerine içine
sine sine güveniyor olmanı yadırgıyorum zira; haftalarca gözünün önünde aşkla
yanıp tutuşan kişileri bir nebze olsun fark etmeni sağlayamayan içgüdülerin
iflasta çünkü. Ama kalp kırıklığın bu hissi zafiyetini görmene engel oluyor
işte... Buna karşılık bile bile lades de demediğine; ben battıysam dünya da
batsın diyerek uçurumun dibine de yürümediğine inanmak istiyorum, aynı zamanda.
Gerçi belki en baştan değilse bile en sonunda yaptığın bu oluyor. Artık senin
de sırtında bir ömür taşıyacağın bir yük var işte.... Nasıl taşıdığını görmeyi
beklemek beni sabırsızlandırıyor.
Yüklerini reddetmemeye, cesurca sırtlanmaya karar veren çok yürekli
kahraman var aslında bu bölüm. Biri Serdar. 200bin TL’nin peşine düştüğünü, ve aklı
başına geldiğinden beridir de peşinde olduğunu gösteriyor bize. Hatta ve hatta,
ana çizgisindeki “kesik”leri birleştirmesinin yanında, boşlukta kalan bir çok
noktayı da doldurmaya soyunan bölümün kendisi de bu kahramanlardan biri
diyebilir miyiz? Diyebiliriz bana kalırsa! Bu bölümün milyonlarca ruha – deyimi
yerindeyse – ilaç gibi gelmesinin; sadece Ömer’le Defne’nin arasındaki voltajı tavan
yapan elektrikten olmadığını hissediyorum ben mesela. Hikayenin bu kesiti;
görmenin içimize su serpeceği pek çok başka açılımı ustaca önümüze serdiği için
de bizi mest ediyor.