Robin Wright’in (Claire) yönetmen koltuğuna geçtiği dokuzuncu bölüm çok etkili ve esprili bir giriş sahnesiyle başladı ve bütün bölüm boyunca bizi adeta yerden yere vurdu. Geçtiğimiz sezonları hatırlatan yüksek tempolu, bol şoklu, hayretler içinde izlediğimiz bir bölümdü bu bölüm. Hiç kuşkusuz, bu sezonki en iyi bir, iki bölümden biri budur.
Bölümün hemen başında öğreniyoruz ki, geçtiğimiz bölümden beri arada geçen sürede başkan Frank Underwood 2016 seçimleri için çalışmaya çoktan başlamış; rozetler basılmış, Amerika’nın geleceğini düşünen bütün vatanperverlerin göğüslerine asılmış. Arada geçen sürede Tom ve Kate’in ilişkileri de epey yol kat etmiş. Öyle ki, bütün ilişkilerin kaçınılmazı olan “adını koyalım” safhasına gelinmiş bile. Tabii bizden farklı olarak, Tom “benim bir beklentim yok, senin de olmasın,” dediğinde bunu normal karşılayıp hiçbir şey olmadan hayatlarına devam edebiliyorlar.
Frank ve iğrenç ceketi propaganda peşinde. Duruş da aynı Bush.
Frank’ın Iowa mitinginde giydiği ceketten nefret ettim. Kendisi Top Gun ile hayatımıza giren, Amerikan pilotlarının giydiği G-1 uçuş ceketi iken, elbette boylu poslu kaslı erkeklerde iyi duruyordu, seviyorduk. Lakin sonra güdük George W. Bush da sık sık bu ceketi giyince iyice tiksindirmişti bundan. Ne zaman ucuz popülizm yapması gerekse, militarizm kokan hareketlerde bulunacak olsa bu ceketi sırtına geçiren Bush’u unutmak mümkün mü? İşte bu bölümün başındaki mitingde Frank’ı aynı ceketi giyerken—aslında tam aynı değil, göğüsteki arma ters tarafta normalde—görünce bölümü kapatıp gidesim geldi. Çelimsiz, kassız, göbeği yağ torbasına dönmüş Frank’a ne de yakışmamış yahu.
Öte yandan, eskimiş Amerika’yı ve onun köhnemiş Amerikan rüyasını yıkıp Yeni Amerika’yı kurmak için “verin 72 senatörü America Works gerçek olsun,” diyen Frank’ı izlemek de mide bulandırmadı değil. Ortalama bir Amerikalının pek de zeki olmadığını biliyoruz elbette. Lakin ortalama altı zekâya sahip Iowa’lı Amerikan güruhunu Frank’ın iğrenç esprilerine gülerken izlemek resmen kan dondurdu. Idiocracy filminde miyiz acaba diye bir an geçirdim içimden. Bir de “laf kalabalığı” olarak tercüme edebileceğimiz verbosity kelimesinin anlamını bilmiyormuş gibi salağa yatması, dostlarım, herhalde siyasetçilerin “halka inmek” dediği şey olsa gerek.
Vasat Amerikan halkı. Gördüğünüz gibi hepsi beyaz.
Velhasıl bu ucuz popülizm oyunları Ürdün Vadisi’nde 8 Rus askerinin öldürüldüğü haberiyle erken sonlanmak zorunda kaldı. Frank’ın basın sekreteri Seth’in, konu ile ilgili yapılması gereken açıklamayı stajyerine(?) anlatışı ise modern siyasetin anatomisini sundu bize. Gerçekte oldukça berbat olan tabloyu tam tersi şekilde anlat ve işler yolundaymış gibi sun. İki yüzlülüğün, yalanın, riyakârlığın bini bir para anlayacağınız.
Bu bölümü Robin Wright’in yönettiğinden bahsetmiştim. ABD’de yayınlanan bir çok yapım gibi House of Cards’ın da neredeyse her bölümünü başka biri yönetiyor. Fakat Robin Wright’in tarzı o kadar kendini belli ediyor ve o kadar etkiliyor ki insanı… dramanın doruk noktasında etkileyici müzikler ve ürpertici, gerilimi hafif hafif artıran sahnelerle vuruyor insanı. Özellikle yakın plan çekimlerindeki sanatsal dokunuşlar insanın adeta gözlerini acıtıyor. Özellikle Doug’un yer aldığı sahneler inanılmazdı bu bölüm. Öte yandan Robin Wright Frank’ın ikide bir kameraya dönüp bize ek bilgi vermesinin dizinin ne kadar önemli bir dinamiği olduğunu biliyor olacak ki, bu keyfi bu bölüm bol bol yaşadık.
Durun diyordu Frank, bileklerimi keseceğim artık diyordu. Gözyaşları sel olmuş ağlıyordu.
Bölümün ana konusu hakkında pek bir şey yazmak gelmiyor içimden, Orta Doğu’da bizzat yaşayan bizler için oldukça sıkıcı çünkü. Lakin Amerikan başkanının sanki kanatsız melekmiş gibi “aman aramızdan su sızmasın, barışımız bozulmasın, bizi ayıramasınlar” minvalinde Rusya başkanına yaklaşması çok çiğ bir Amerikan propagandası. Sanki Amerika, tarihinde çıkarı haricinde herhangi bir millete yardım etmiş gibi, utanmadan bir de “anlamıyorum, neden yardımımızı kabul etmiyorsun,” diyor Petrov’a, yüzsüz. Petrov da—biraz karikatüristik bir şekilde—“bizim kanımız aktı, sorumluları biz bulacağız,” diyor. Petrov’un bır kez daha dünyanın en güçlü adamlarından biri olduğunu görüyoruz. İstemezse, Amerikan askeri bir bölgeye bile giremiyor. Ruslar o kadar iyi oynuyorlar ki oyunu, Rusya’nın BM Büyükelçisi, eski kurt, eski ajan Alexi Moryakov Claire’yi iki dakikada tufaya getiriveriyor ve müdahaleyi Rus gizli servisi FSB’nin yaptığını ima ediyor. Tabii ki hepsi oyun, ve fakat Claire’de bunu anlayacak tecrübe nerede? Saf işte. Yemi yutmuş balık gibi şuurunu kaybediverdi o saniye. Askeri toplantıda bütün deneyimli askerler aksini söylemeye çalıştıysa da ikna edemediler. Sonuç? Yine hüsran, yine hüsran. Vallahi bir Beşiktaş kanser ediyor taraftarını bu kadar, bir de Claire yahu. Tahminim o ki, Amerikan yönetimi bu tarz kritik toplantılara başkan yardımcılarını ve hükümetin diğer yetkililerini sokmamakla hata ediyor, tecrübenin aktarılmasını engelliyor. Lobi faaliyetlerinde ağzı laf yapan, yüzü gülen Frank, gerçek bir uluslararası krizde emziğini düşürmüş çocuğa dönüveriyor.
Frank “yahu tamam da en son kaça olur diyorum, en son?” diye, bir ajans başkanı edasıyla, operasyon hazırlığı süresini indirmeye çalışıyor.
Ajans başkanları gibi, müşteriler de hep böyledir. Bir işi üç günde yapabilecekseniz, üç günde yapabileceğinizi söylersiniz. Ve fakat o işle ilgili zerre fikri bulunmayan ama her türlü söylemi kendine hak gören aptal müşteri kalkar o işi yarı söylediğiniz sürenin yarısında yapabileceğinize sizi, işi yapacak kişiyi, inandırmaya çalışır. Parayı verecek olan odur, belki de patronuz olan olur. Hal böyleyken hayır demeniz de bir opsiyon değildir; çünkü bu insanlar öyle iğrenç manipülatif insanlardır ki, herhangi bir “hayır” cevabının direkt olarak sizin yetersizliğiniz yüzünden kaynaklanacağı izlenimini yaratmışlardır çoktan. Orijinal süre tahminlerini indirmekle kalmazsınız, bir de üzerine, “üç köşeli daire istiyorum” diyen müşterinin beklentisine çok yaklaşabileceğinizi—iki köşeli daire mesela—söylersiniz. Toplantı bittikten sonra “ne dedim ben yahu, ne halt yedim? Ne yapacağım şimdi?” deseniz de, imkansızı söz verdiğiniz o aptal söze rağmen kendinizi paralayıp imkansızı sunsanız da, iflah olmaz müşteriniz bunu sizin göreviniz addettiğinden oldukça sıradan karşılayacak, teşekkür bile etmeyecektir.
İşte burada da koskoca Amerikan Deniz Kuvvetleri Amirali’nin Frank tarafından böyle bir konuma düşürüldüğünü izledik. Vallahi içinde yaşadığım insanlıktan utandım. Nihayetinde bir gece operasyonunu bile tek başına beceremeyip, yerli bir ajana ihtiyaç duyan Amerikan ordusunun Ruslar tarafından bir kez daha bozguna uğratıldığına şahit olduk. İçimin yağları erimedi desem yalan söylemiş olurum. Claire’nin saflığı yüzünden bir Amerikan askeri canından olmakla kalmadı, aynı zamanda bütün barış gücü operasyonu zora girdi. Yazık, çok yazık.
Adam gibi adam, Viktor Petrov başgan!
Şu Amerikan’lara başkaca güldüğüm bir konu da, çıkarlarına hizmet edecek fakat birinin hayatını tehlikeye sokacak bir şey oldu mu “seni koruruz,” numaralarına girmeleri. Zaten Moryakov da geçen sezon “seni koruyacağız” ayağına Çinlilere yem edilen Xander Feng’i hatırlatıveriyor hemen. Öte yandan Julian Assange ve Edward Snowden vakalarında gördük, Amerika’nın ne kadar şeytani davrandığını. Üstelik, Snowden’i Amerika’nın şerrinden koruyan da Rusya; tam da dizide işlenene benzer bir hikâye ile.
Bu bölümün en kuvvetli dramalarından biri de Doug üzerineydi. Ah Doug, ah. Biricik aşkı Rachel’in öldüğünü öğrenince yine alkole verdi kendini. Sen bu hâllere düşecek adam mıydın? Frank’ı ziyarete gittiğinde acayip rahatlamıştım ki ardından Peter Russo gibi yem olmayacağını söyledi Doug. Yahu adam Frank’ın bunca yıldır bütün pisliklerini toplayan, bütün işlerini çekip çeviren adam, yine de ödü patlıyor Frank onu öldürtecek diye (Frank, Doug’u Rachel için yaşatıyor denebilirdi. Rachel’dan kurtulunduğuna göre Doug artık işlevsizdi). İşte o an dehşete düştüm ve kendime dedim ki, köhnemiş demokrasilerde en iyi görünen liderler bile böyle gözlerini kırpmadan cana kıyabilirler. Frank’ın “olur mu canım öyle şey, iyileşeceksin,” laflarına tam ısınacakken ardından Meechum’a “Doug ile ne yapacağımızı kararlaştırana kadar onunla kal,” sözleri tekrar tüylerimi diken diken etti. Nihayetinde Frank Dunbar’ı arayarak epik bir insanlık dersi verdi ve adeta yerimden zıpladım sevinçten. Sekiz bölümün sırrı çözülüverdi birden. Demek Frank en başında Doug’u reddederken gerçekten de onun iyiliğini istiyormuş. Gerçekten de, güçsüz bünyesinin ve ruh hâlinin bu stresi kaldıramayacağını düşünüyormuş. Dunbar’ı öyle bir kalayladı ki tadına doyamadım, tekrar tekrar izledim o telefon konuşması sahnesini. İşte gerçek dostluk böyle bir şey. Frank’ı şimdiye kadar hiç bu kadar agresif izlememiştik, ama mevzu Doug olunca işler değişiyormuş demek ki. Sözde ahlak timsali Dunbar, ufak hesaplarla Doug’u yanına alıp Frank’ı yıpratma hayalleri kurarken aslında o karşı çıktığı yozlaşmış Amerikan kültürünün ne kadar da amansız bir neferi olduğunu anlayıverdi telefonu kapatırken. İşte gerçek gücü bırakın, güce kavuşmanın ihtimali bile insanları ne kadar saptırıyor yolundan, görüyorsunuz. Bu epik konuşmanın hemen ardından ise aynı ölçüde vurucu başka bir şey gördük. Bölüm başında Frank’la konuşmaya çalışan Iowalı iş adamı Dunbar’ın yanında çıktı! Öte yandan Doug’un abisinin tekrar geri döndüğünü görmek de huzur vericiydi. En azından onu seven biri yanında olacak artık.
Doug'u ilk defa mı sakallı görüyoruz, bana mı öyle geliyor?
Bu bölüm izlediğimiz ve Türklere özgü sandığımız davranışlardan bir başkası da Remy’nin hız yaparken radara yakalanıp, trafik polislerine “sen benim kim olduğumu biliyor musun,” moduna girmesiydi. Hemen ardından polis müdürü gelip Remy’den binbir özür diledi, aynı bizde de olacağı gibi. Yine bizde olacağı gibi kraldan çok kralcı olan bu müdür, Remy’nin cezayı ısrarla istemesine o kadar karşı çıktı ki ekrana uzanıp adama bir tokat atasım geldi. Tabii sefil Amerikan demokrasisinin geride kaldığı yegane nokta bu polislerin daha sonraki hayatları olacaktır. Belli ki canları sıkılmış, bir orta Amerika turu yapmak istemişler. İleri demokrasilerde halk için emniyet, adalet için hizmet sağlayan bu yılmaz neferlerin canları sıkılmasın diye bol bol yerleri değiştirilir. Neyse, Remy diyorduk. Remy şeytanın en önde gideni olsa da, hâlden anlarız; çok üzüldüm yahu. Önce Küçük Emrah gibi “on yıldır karnıma sıcak yemek girmedi amca,” moduna girdi Jackie’nin mutlu ev yaşantısını duyunca, sonra “ben saksı değilim! Bana şoför muamelesi yapamazsınız!” diye atarlandı, sonra polislerle sürtüşecek kadar düştü… aah kardeşlerim, işte yoğun stres insanları aslında özlerinde olmadıkları şekillere sokuyor böyle. Nihayetinde daha önce de bahsettiğim Jackie-Remy arasındaki fil bu bölüm açığa çıktı ve Remy Jackie’yi ağzından öptü. Yazık yahu Jackie’ye, perperişan oldu.
İçim parçalandı.
Bölümün sonunda yine başka fantastik bir şeyle karşı karşıya kaldık. Uzak topraklarda, bir kaç politikacının kibri yüzünden şehit olan askerin ailesine giden mektupta, göz göre göre “eğitim zaiyatı” yazıyordu. Eğitim. Zaiyatı. Köhnemiş demokrasiler yiten canların hesabını nasıl verecekti? Hangi yüzle gerçeği itiraf edecek, özür dileyeceklerdi?
Sezonun sonuna doğru yaklaşıyoruz. Adeta birinci sezondan kalma muhteşem bir bölümün ardından önümüzdeki bölüm ne getirecek, bu kadar iyi olabilecek mi, emin değilim. Dışarıda Rusya krizi, içeride Dunbar tehdidi büyürken Frank’ı kötü günlerin beklediğini görmek hiç zor değil. Önümüzdeki hafta onuncu bölümün ardından tekrar görüşmek üzere derken, tam yüz yıl önce yaşanan Çanakkale Savaşları’nda hayatını yitiren ANZAK askerleri için Mustafa Kemal Atatürk'ün söylediği şu efsanevi sözlerle bitirmek isterim yazımı:
"Bu memleketin toprakları üzerinde kanlarını döken kahramanlar! Burada dost bir vatanın toprağındasınız. Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız bizim bağrımızdadır, huzur içindedirler ve huzur içinde rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Yurtta sulh, cihanda sulh!