Sevgi neydi? Sevgi emekti
Tarih bu kadar güzel bir prenses daha görmedi. Gözlerindeki ışıltıya kurban olsun Frank.

Hatırlarsınız, bu sezon başlamadan kısa süre önce Netflix, büyük bir yanlışlıkla House of Cards’ın bazı bölümlerini yayınlamıştı. İşte orada benim için en can alıcı nokta Claire’nin saç renginde değişikliğe gitmesiydi. Altın sarı saçlı prenses daha ne kadar prenses olabilir diyordum kendi kendime hep ve cevabını orada buldum! Claire bu renk değişikliğiyle bambaşka bir kimliğe bürünmüştü adeta ama yabancı gibi değildi; daha çok, “eski Claire geri geldi,” diye hissetmiştim.

Bu bölümün açılışı dolayısıyla benim için çok vurucu oldu. Özellikle geçen bölümdeki bedbaht havadan sonra Underwood’ları beyazlar içinde evlilik tazelerken, hem de gülümseyen şekilde görmek, beni ne kadar mutlu etti anlatamam. Nihayetinde bu iki insanın birbirleri için yaratıldığı, birbirlerini son derece iyi tamamladıkları aşikar. Bu sezon yaptıkları her işte başarısız olmaları bu gerçeği değiştirmiyor. Hemen ardından “bir ay önce” ibaresini görünce önce bir üzüldüm, sonra da olayların bu evlilik yenilemesine varacağını öğrendiğim için mutlu oldum. Beni bilmeyen okurlarım için açıklayayım, spoiler’lara bayılıyorum. Bir yapıtı izlemeden önce alabildiğim kadar spoiler almaya çalışırım. Zira dünyada artık yeni bir hikâye anlatılamayacağına, ancak anlatım tarzının değişebileceğine inanırım. Bu yüzden de benim için önemli olan hikâyenin sonunda ne olduğu değildir. Hatta sonunu bilirsem anlatım tarzına daha iyi odaklanabilirim. Bu bölümün başında verilen bu mini spoiler ise bu yüzden içimi oldukça rahatlatmıştı. Zira bunun hemen ardından gelen o çok ünlü “ayrı odalara girme” sahnesine başka türlü katlanamazdım!

O son bakışı atmayacaktın Frank, kalpler kırıldı.

Tibetli Budist rahiplerin başkandan habersiz, evinin ortasında kıyır kıyır tablo yapmasını bölümün sonuna kadar anlamadım. Hatta bölüm boyunca bel fıtığıyla nasıl baş ettiklerini düşünüp durdum. Bu gizemli “kültürel etkileşim”i bölüm sonunda da çözemedik ama çok acayip, metaforik, hatta büyüleyici bir şekilde bağlandı sonunda. Bu sanatsal anlatımla, bu sezon şimdiye kadarki bölümler arasında açık ara en favori bölümüm bu bölüm oldu. İkili arasında ara sıra ortaya çıkan tatsızlıklar da olmasa rüya gibi bir bölüm olacaktı. Özellikle fotoğraf çekimi sırasında Frank elini Claire’nin omzuna koyduğunda bir an tereddütle geri çekmesi… bir on dakika derin düşüncelere ve tarifsiz bir hüzne gark oldum. Bu kadar büyük bir aşkın bu noktaya gelmesi ne acı. Aaah ah, kardeşlerim, görüyorsunuz işte güç insanı ne hale getiriyor.

Suratları o kadar taş gibi kesilmiş ki, arkadaki Kennedy heykeli daha canlı duruyor.

Geçtiğimiz bölümde Frank’ın kenevir yetiştiren bir adamın yanında çalıştığını öğrenmiştik. Bu bölümde de annesinin ebe olarak doğum için gittiği evlerde hırsızlık yaptığını öğreniyoruz. Zaten babasının mezarı üzerine de işemişti. Ne pis bir adam bu yahu. Ardından Tom ile Beyaz Saray’ı kirletme çabaları ise takdire şayandı. Geçen sezonki Threechum’a (bilmeyenler Google’lesin) bir gönderme edasıyla Frank’ın Claire’yi yanlarına davet etmesi… ardından “en son bu kadar sarhoş olduğumda Sentinel’deydim,” dediği an… Tom ile sevişeceği açıktı. Neyse ki Claire gelip, alfalığını konuşturarak ortalığı dağıttı da kapandı mevzu. Tom Beyaz Saray’dan ayrılırken ettiği akıl karıştırıcı laf ise yüreklere biraz su serpti. Gerçekten bu ne idüğü belirsiz Tom’un bu dizideki rolünü anlayabilmiş değilim. Ürpertici bir durumu var; Claire’nin dediği gibi yabancı olmasına rağmen Frank’a gereksiz yakın, Frank’ın yamağı, kölesi gibi işaret edince gelen, giden, sayesinde Frank ile ilgili çok gereksiz ve saçma bilgiler öğrendiğimiz vasat bir karakter. Doug’un ve kaburgacı Freddy’in eksikliğinde Frank’ın dertleşecek birisi olsun diye mi, dizinin drama yönü ağır bastığı anlarda (bu bölümün neredeyse hepsinde olduğu gibi) Frank’ı konuşturabilsin diye mi var bilmiyorum ama saçmalığı ile beni benden alıyor. Zaten ilk kitabını da ölen arkadaşından çalmış, adamın olası ününün üzerine yatmış. Adamın hayatı yalan anlayacağınız; rezil, rüsva herif. Bunca bölümdür işe yaradığı tek yer Frank’ın aslında Claire’yi ne kadar hak etmediğini ve aslında ona ne kadar çok şey borçlu olduğunu anlatmasına vesile olmasıydı. Ama Frank’ın bunu Tom’a değil bizzat Claire’ye anlatmış olmasını isterdim elbette.

Burada bu işler olurken, Rusya cephesinde bir türlü bitmek bilmeyen Ürdün Vadisi gerginliği başka bir boyuta taşındı. Zimbabve’nin (evet bildiğiniz Zimbabve) Amerika’yı nasıl tuş ettiğini gördük. İşte kardeşlerim, görüyorsunuz dünya lideri demekle öyle dünya lideri olunmuyor. Yüz trilyon Zimbabve doları verip ancak bir Amerikan doları alıyorsunuz ama ufacık Zimbabve koskoca Amerika’yı parmağında oynatıyor. Parasından yirmibeş sıfır (rakamla 25, evet) atan Zimbabve’nin, kendini halkına hizmetkâr ilan eden lideri Chimbetu’dur gerçek dünya lideri. Ayrıca ey Frank, sana sesleniyorum, eğer Chimbetu diktatör olsaydı ona diktatör diyebilir miydin? Geçelim bu havaları.

La bu Claire size ne etti gardaşım?

Unutmadan, Frank’ın Zimbabve konusu üzerine Claire’yi kabinenin önünde haşlaması hiç yakışık almadı. Anladık başkan sensin ama kimsenin gururu böyle kırılmaz. Eğer haksız olduğunu düşünüyorsan efendi gibi kenara çekip söylersin, büyüklerimizden böyle gördük biz. Tabii devlet yönetme geleneği olmayınca… Claire seni yatağına almamakla iyi ediyor vallahi diyeceğim ama, o da az değil. Hem adamı yatağına alma, hem “seni başkan yapmamalıydım,” gibi laflar et, hem Tatar Ramazan gibi önüne gelen her oyunu boz, hem de yok efendim “biz bir takımız,” da, “bu hale geldiğimize inanamıyorum,” da. İnanamazsın tabii, kendin yaptın. Kendi düşen ağlamaz, ey Claire! Velhasıl, Frank’ın Roosevelt Anıtı’nda Eleanor Roosevelt’i tek başına gördükten sonra Claire’ye ne kadar haksızlık ettiğini anlaması çok manidardı. Meğer Claire Underwood, Eleanor Roosevelt’ten esinlenen bir karaktermiş de haberimiz yokmuş. İkili Moğollar edasıyla “bir şey yapmalı!” dediğinde bölümün başında izlediğimiz evlilik tazeleme törenine bağlanacağını anlamıştım ve fakat bununla birlikte Claire, Frank ile ilk tanıştığı zamanki saç rengine dönerek, adeta bir yeniden başlama sinyali verdi. İşte takım ruhu bu! Frank’ın da bu jeste, Budist rahiplerin yaptığı ve hemen yok ettiği sanat eserinin yanında “aşkımız sonsuz” temalı bir mesajla karşılık vermesi rüya gibiydi resmen. İşte bu ufacık jest bile Claire’nin kalbini kazanmaya yetti; yatağına, eski takımına ve hayatının aşkı Frank’a geri döndü Claire.

Hikâyenin diğer yanında ise koskoca FBI’nin bütün imkanlarını, kaynaklarını seferber eden Gavin’in yedi bölümdür bir kızı anca bulabilmiş olması hiç inandırıcı gelmedi. Nihayetinde hasta ruh Doug’un stalker gibi sabah akşam MOBESE kamerası izlediğini gördük. Doug demişken, rehabilitasyon merkezindeki terapisti Sharon’un ayrıldığını duyunca yüzündeki hayal kırıklığı efsane değil miydi? Sharon’un yerine gelen sakallı amca ile o kadar şevkle gittiği terapiye nasıl devam edecek şimdi? Bu aşkın böyle bitmemesi gerekiyordu diyecektim ki Sharon’un Doug’u partiye davet etmesi ve geceyi sevişerek sonlandırmaları içimde bir umut ışığı yaktı. Doug’un Rachel psikozundan kurtulması için bir vesile olacağını ve hatta Sharon’un Doug için D.C.’de kalacağını hayal etmiştim. Sanırım böyle masum aşklar sadece Türk dizilerinde oluyor.

Budist rahiplerin yaptığı bu meditasyon-sanata kum mandala deniyor ve ruhsal açıdan şifa verici, arındırıcı bir etkisi olduğuna inanılıyor. Bölüm sonunda Underwood’ların aşkı da kum mandalayla beraber şifa bulmuş gözüküyordu.

İkinci bölümde oldukça etkisiz bulduğum ulusa sesleniş konuşmasının bir benzerini bu sefer çok daha etkili bir şekilde izledik. Gerek Frank’ın okuduğu metin, gerek çekimler, gerekse müzik olarak dizinin ruhunu yansıtan bir sahneydi bu ve yine heyecanlandım. Frank Underwood öyle bir profil çiziyor ki, gerçekten amacı halkına hizmetmiş sanırsınız. Ardından TV programında bir demokrat, bir de cumhuriyetçi senatörün Frank’ın başlattığı America Works programına olan desteklerini dinledik. Demokrat olan haydi aynı partiden ama, bir cumhuriyetçinin çıkıp partisinin sözleri dışında sözler söylemesi, hem de canlı yayında, ancak Amerika gibi pespaye demokrat ülkelerde olacak bir şeydir. Cumhuriyetçilerin başı uyuyor mu? Partisine sahip çıkamayan, fikir ve dil birliğini sağlayamayan başkan olur mu? Neden başarısız olduğu ve neden başkanlığın cumhuriyetçilerde olmadığı belli oldu. Şüphesiz ki ileri demokrasilerde herkes tek bir ülkü, tek bir fikir ve tek bir dil ekseninde birleşip, “özgür” diye göz boyayan anarşizmin bağrına bir mızrak gibi saplanır.

Yedinci bölümde kopan Frank-Claire ilişkilerinin başkanlık yarışında son dönemece girmeden yeniden tesis edildiği, huzur dolu bir bölüm izledik. Underwood’ların sezon başından beri adeta tepe taklak giden kaderine güzel bir darbeydi bu. Hikâyenin sekizinci bölümde nasıl devam edeceğini, Underwood’ların bu ılımlı havayı koruyup koruyamayacaklarını önümüzdeki hafta göreceğiz. Gelecek hafta sekizinci bölümün ardından tekrar buluşmak üzere, esen kalın!


BİZE YAZIN!
Ad
Soyad
e-mail
Mesajınız
GÖNDER