Bu sezon ilk defa Claire ve Frank Underwood’u aynı anda aynı iş üzerinde çalışırken gördük. Bir yanda Frank, Petrov’u ikna etmeye çalışırken diğer yanda Claire de hapisteki Corrigan’ı ikna etmeye çalışıyordu. Underwood’ların yolun iki ucundan çıkıp, başarılı bir operasyonla ortada buluşacaklarına inancım tamdı. Hele Claire neredeyse ikna etmek üzereydi Corrigan’ı. Ta ki Corrigan Claire’nin uyumasından faydalanıp kendini Claire’nin eşarbıyla asana kadar. Maaşallah ne eşarpmış, dağ gibi adamın ağırlığını kaldırdı da yırtılmadı. Amerikan’ın bezi bile başka oluyor azizim!
İnanılmaz gerçekten. Dizi berbat Türk dizisi entrikaları kıvamına indi. Çocuk gibi, koskoca BM Büyükelçisi, “bu gerçeği içimde tutamayacağım kahrolsun faşizm” deyip dünyanın zirvesindeki iki adamın toplantısını baltaladı. Bu şımarıklıkla ne kadar devam edeceğine değil de, bu noktaya nasıl geldiğine takılıyorum Claire’nin. Hepimizin kırmızı çizgileri, değer yargıları ve kutsal saydığı şeyler var. Fakat Sudan-Eritre başkanları değil konuşan, koskoca Amerikan ve Rus devlet başkanları konuşuyor. Sezon başından beri aldığı her işi murdar eden Claire bu sefer şeytanın bacağını kıracak dedim ama yine olmadı. Şu haliyle 23 Nisan’da başbakanlık koltuğuna oturan çocuklar bile daha iyi yönetici olur, kimse kusura bakmasın. Sen geçmişine, kabiliyetlerine bakmadan boyundan büyük işlere kalkışırsan, insan psikolojisi üzerine sıfır deneyimle mahkum ikna etmeye çalışırsan, diplomasiyi tarih, kanun ve anlaşma bilmek seviyesine indirgersen olacağı bu.
"Yalan söylesem ruhun duymaz! Ve bu herkesin iyiliğine olur!"
Bölüm başkanın (bizimki kadar olmasın) prestijli uçağı Air Force One ile açılıyor. Başkanlık ekibinin Rusya’ya uçtuğunu görüyoruz ve ikinci sınıf Türk filmlerinde belki görebileceğiniz bir bilgisayar animasyonuyla kutup ışıkları eşliğinde semada süzülürken görüyoruz Air Force One’yi. Frank yeni evcil hayvanına—üzgünüm, bu yazar Thomas Yates bana bir evcil hay van gibi geliyor—kendinden bahsediyor biraz. Meğer bizim Frank küçükken ne kirli çıkıymış da haberimiz yokmuş. İlk işi, gübre niyetine lağım suyu kullanan, kenevir yetiştiricisi bir adamın yanında bu bitkileri paketlemekmiş. Onurlu, gururlu başkanımız sırf lağımla temas etmemek için mahsulden de yararlanmamış meğer. Çapsız yazar Thomas’ın da beyaz kadın ticareti ile iştigal ettiğini öğrenmeyelim mi? Anladık, gelenekselin dışına çıkacağız diye yıllardır hep aynı numarayla dizi karakterlerini bulaştırmadığınız pis iş kalmadı da, bu kadarı biraz abartı sanırım. Adam hem hırsız, hem kadın taciri yahu. Bir de en çok satanlar listesinde bir numara falan. Bir de Frank’ın kitabını yazıyor.
Kitap demişken, bu çapsız yazar ile olan temaşanın tek sebebinin Frank’ın karakterini biraz daha derinleştirmek olduğunu sanıyorum. Yani Thomas gibi berbat, sönük bir karakterin çok alakasız bir kitap yazmak için diziye eklenmiş olması, kitabın konusu ile alakasız binbir tane soru sorarak Frank’ı konuşturmasını izlememiz filan, başka bir amaca hizmet ediyor olamaz. Frank’ın hiç de merak etmediğimiz çocukluk anılarını ve gizli yönlerini ortaya döküp kısırlaşan senaryoyu uzatmak ve baygın bakışlı yazarı gözümüze gözümüze sokarak saç baş yoldurmaktan başka ne amacı olabilir yapımcıların?
Bölümün en çarpıcı sahneleri acıklı bir müzik eşliğinde hapishanede Corrigan ve Claire arasında geçiyordu. Claire’nin buradaki tutumu biraz duygusuz, soğuk geldi bana; her zamanki gibi aslında. Fakat Corrigan Batı’nın iki yüzlülüğünü yerle bir eden sözlerle yürekleri dağladı. Fazla idealist bir karakter olan Corrigan, birlikte tutuklandığı diğer 28 aktiviste gözlük vermemişler diye gözlük takmıyor; onlardan biri 28 gün açlık grevi yapmış ama kendisi sadece 6 gün dayanabilmiş diye kendini suçluyor; Batı basınının kendisini haber yapmasını fakat açlık grevinde ölen yoldaşını umursamamasını eleştiriyor. Amerika’dan kalkıp Rusya’ya gidip eyleme katılacak kişinin ultra idealist olacağını anlıyorum, fakat Corrigan karakterinin romantizmden komediye kaçtığı nokta “politika öyle olmaz ama devrim öyle olur” dediği sahneydi. Yahu koskoca Amerikan başkanıyla BM büyükelçisi gelmiş uyduruk bir metin okumanı istiyorlar, sen tutturmuşsun Rusya yasayı kaldırsın, yok efendim diğer tutuklular da salınsın. Devrim ya hep ya hiç olurmuş. Claire’nin buradaki tutumu meşhur Amerikan kaypaklığı içerse de—“Amerika’ya dönünce ‘zorla söylettiler’ dersin, kim bilecek” kaypaklığı—çok daha doğruydu. Eğer gerçekten mücadeleye inanıyorsan, eğer amacın çözümse sırf sembol olmak için çözümü reddetmezsin; hayatta kalıp güçlü bir şekilde mücadeleye devam etmenin yollarını ararsın. Velhasıl, içeride o kadar zaman kalmaktan dolayı hastalanmış olacak bu zihin ki ölümünün hiçbir çözüme yaramayacağını ve dahi daha çok problem çıkaracağını göremiyor. Evet, ego aktivizmin en önemli düşmanlarından biridir. Özellikle böyle yalnız bireylerseniz sizi yer bitirir. Fakat Corrigan’ın burada doğruyu değil, tam ve bütün yanlışı seçmesi diziyle ilgili hayalleri bir kez daha yıkıyor. Sonucunda Underwood’lar bu sefer de istediklerini alamamış oluyorlar.
Elini veren kolunu kaptırır Frank başgan. Olacağı buydu, kös kös Moskova sokaklarını seyreyle şimdi.
Bu arada Corrigan’ın söylediği şeylerden, Claire’nin Frank’ı sevmediği lafı Claire’ye çok koydu, birden suratı düştü. Bir süredir düşünüyor fakat kendine itiraf edemiyor gibi, Corrigan “ayrılık iş için de kötü” demesi özellikle Claire’ye fazla koyuyor. Doğru, onca yıl evlilik hakkı için savaşan Corrigan da ayrılamaz; ABD başkanının eşi Claire de ayrılamaz. Ayrılsa ne yapacak hem? Bu senaryoyu Hillary Clinton ile de görmedik mi? Gururunu yutup, Bill Clinton’ın yanında yer almadı mı? Belki de insanlar gerçekten 50 yıl beraber olmak için yaratılmamışlardır, belki de bu mutluluğu kıskanan şeytan yuvaları yıkmak için beyinlere böyle şeyler sokuyordur, kimbilir?
Diziyi izlenebilir kılan şeylerin başında Frank’ın efsanevi aforizmaları geliyor. Bu bölüm de en iyilerinden birini duyduk; “Eğer yalan söyleseydim ruhun bile duymazdı ve bu iyi bir sebep yüzünden olurdu”. İlk iki sezonki Frank’ı hatırlatan bu cümleyi duyunca diziyi bir beş dakika durdurup düşündüm, Frank’ın önünde diz çöküp tövbe edesim geldi. Velhasıl, eski kurt Frank koskoca süper güç Viktor’un ağzından girip burnundan çıkarak, ödünler verip adımlar atarak Corrigan’ın serbest bırakılmasını kabul ettirdiğinde ne kadar sevindim anlatamam. Üzerimden yük kalktı adeta! Velhasıl sonra ne gördük? Çapsız Claire “yok canım ne uyuması gözlerimi dinlendiriyorum sadece” diye uyudu ve tabii ki Nefes filminin bize öğrettiği yegane gerçek bir tokat gibi çarptı yüzümüze: “Sen uyursan herkes ölür!” Hem suçlu hem güçlü, “yazıklar olsun Petrov,” deyip gitmesin mi? Bir çuval değil bir memleketin bütün yıllık incir üretimini mahvetti. Bir de tam bir patroniçe edasıyla hıncını kıymık yazar Thomas’tan çıkarmasın mı? Ey Claire, sen halka hizmetkar olmaya Först Leydi oldun! Altında çalışanları böyle ezmek senin ne haddine, monşer Claire? Velhasıl bölümün sonunda, dizinin bu sezon için yayınladığı tanıtım fragmanlarında geçen “gerçek cesaret nedir biliyor musun Claire?” sözlerini gördük. Açıkçası, fragmandaki gaz müzik olmadığı için etkisi bence biraz az oldu bu sahnenin, ama Frank’in bu sözlerine katılmamak elde değildi. Bir kez daha “Frank Underwood’un askerleriyiz!” diye bağırasım geldi!
Canım ne kadar rahatladı ya kıyamam.
Hikayenin diğer tarafında afacan hacker Gavin’i—Max adıyla—sosyal mühendislikte görüyoruz yine. İyi bir hacker olmak, şüphesiz iyi bir oyuncu olmayı da gerektiriyor. Gavin o kadar içten ağlıyordu ki safların safı Lisa’yı kandırmak için sonuçlarını göstermesi bile gerekmedi. Lisa’nın anaç hislerinden faydalanan Gavin sonunda Lisa’yı konuşturmayı başardı. FBI için çalışmak ile harcadığı gençliğinin kaçış biletini alan Gavin’in gözlerindeki ışıltı görmeye değerdi.
Öte yandan Doug’un Dunbar’a olan yardımları beni yine mest etti. Adam otuz saniye içerisinde Frank’ın altı bölümdür yapamadığı kadar politika yaptı. Cezaeviyse cezaevi, şantajsa şantaj, kıskandırmaysa kıskandırma. Adamdaki dosyaları üst üste dizsek Eyfel kulesi yanında eşantiyon kalır; o dosyalarla elde edemeyeceği politikacı yok herhalde. Bir kez daha gördük ki ilk iki sezon Frank’ın bu kadar etkili olmasının tek sebebi Doug imiş.
"Ne bakıyorsun!"
Üç sezon boyunca hiç bu kadar dumur olmamıştım!
Altıncı bölüm, Frank’ın sürekli yana dönüp bize bir şeyler anlattığı sekanslardan biriyle bitti ama bu sefer ilk defa atar yaptı bize, “Ne bakıyorsun?” Haklı tabii adamcağız, Claire’ye “seni asla elçi yapmamalıydım,” deyince ağzının payını alması 60 milisaniye sürdü; “asıl ben seni asla başkan yapmamalıydım!” Claire’nin, Frank’ın başkan olmasındaki katkısı yadsınamaz elbette. Fakat hayatımızda bir Doug Stamper gerçeği varken, Frank’ın bile “ben kendi kendime başkan oldum” demeye hakkı yok. Frank bugün başkanlık koltuğunda oturuyorsa en büyük pay tabii ki Doug Stamper’e aittir, bu da böyle biline. Haydi haftaya görüşürüz!