Gecesiyle gündüzüyle, yazıyla kışıyla, doğusuyla batısıyla ikiyüzlüdür dünya. Ne kimseye tam anlamıyla yar olur ne de kimseye sonsuz diyar olur. İçinde barındırdığı zıtlıklarla bazen şefkat olur bazen tokat olur. Yaşattığı zorluklarla bazen güldürür bazen ağlatır. Kimine cenneti vaat ederken kimine cehennem olur. Kimine beşik olurken kimine mezar olur. Kimine kucak açarken kimini kanadı kırık hüsranla ortada bırakır. Kimini yaralar kiminin yaralarını sarar. Hem alabildiğine var eder hem alabildiğine alaşağı eder. Bir tarafıyla yükseltir diğer tarafıyla alçaltır. İnsana benzer dünya, hatta aynıdır; çünkü insan da küçük bir dünyadır.
Büyüklüğü kendi dünyası kadar olan insan, sevgisiyle var ederken öfkesiyle yok eder. Beklentisiyle yerinde sayarken korkusuyla geri gider. Şefkatiyle acılarını sararken kiniyle gözü döner. Her yüze gülerken gerçek yüzünü gizler. Barış istiyorum derken savaşa girer. İyilik yerine kötülüğü seçer. Var etmek yerine yakıp yıkmayı, yok etmeyi seçer. Ne kendi insan olur ne de başkalarının insanca yaşamasına yardımcı olur. Hatta daha ileri giderek yaşamalarına, hayatta kalmalarına engel olur. Tıpkı İngiliz, William Charles Hamilton gibi.
Takındığı dostane tavırla masum insanları gözünü kırpmadan öldürdü Charles. Savaşı cepheden kentin ortasına taşıyarak yaktı yıktı Kordon’u. Suçsuz insanların canına kastederek oynadı İngiliz oyununu. Çünkü onun için sadece kendisi ve kendi değer verdikleri vardı, diğerleri zaten insan sayılmazdı. Oysa ateş düştüğü yeri cayır cayır yakardı. İnsan kayıplarıyla beraber girerdi mezara ama bunu yapanlar, bu durumu hesaba katmazdı. Yakınını kaybetmeyenler bunu hiçbir zaman tam anlayamazdı. Anlamak demek, kimin öldüğüne bakmadan, kişi ve milliyet ayırmadan herkes için bu ateşte kavrulmaktı. Acının tarafı olmazdı, mazlum her yerde aynı mazlum, masum her yerde aynı masumdu.
Kayıp yaşamış iki kadın Lucy ve Veronika bu yüzden birbirlerini iyi anladılar. Sevdiklerini kaybetmenin acısında yaptıkları empatiyle sırdaş oldular. Lucy yaşanan vahşetin ortaya çıkardığı tablodan etkilenmenin hüznüyle, paylaştı duygularını Veronika ile. Savaşın acımasız yüzünün onda yarattığı şoka tanık olan Charles ise soğuk ifadesiyle destek olmaya çalıştı, bütün bu olayların faili olmasına rağmen kibrinden zerre ödün vermeden. Öyle ya! Ne de olsa strateji yapmıştı ve de onca insanın ölümü sadece bir hamleydi. Sonuçta bu bir savaştı ve savaşta da her şey mübahtı. Bu çarpık anlayış dünya döndükçe var olmuş ve var olmaya da devem edecekti. Çünkü insan hep aynıydı. Farkı sadece seçtiği ve yürüdüğü yoldu.
Yıldız’ın ağır yaralanması ile aile yine yangınlardaydı. Cevdet ve Azize bu hafta da yüreklerimizi dağladılar. Ne birbirlerine çare olabiliyorlar ne de birbirlerinden kopabiliyorlar. İçinde bulundukları olay o kadar ağır sonuçlar yaşatıyor ki onlara, kaptan kaba boşalıyorlar her bölüm, uçtan uca savruluyorlar her hafta. Azize’nin kırılmadık bir köşesi, yaralanmadık bir hücresi kalmadı zira. Şartlar böyle olmasa el ele verecek bu iki insan her olayda karşı karşıya kalıyorlar. Ne aile olabiliyorlar ne de birbirlerinden vaz geçebiliyorlar. Cevdet onları onlar da Cevdet’i deli gibi özlüyor. Hilal bu yüzden ablasının başında ki babasına sıkı sıkı sarılıyor. Yunan Komutanına olan düşmanlığına rağmen tüm süngüleri ablasını kaybetme korkusuyla yere düşüyor. Cevdet’in “Siz kabul etmeseniz de ben size aitim siz de bana.” sözü tokat gibi çarparken Ali Kemal’in yüzüne, o da biliyor aslında bunun böyle olduğunu. Bu yüzden öldüremediği babasına tehditler savuruyor. Yapamayacağını kendinin de çok iyi bildiği sözleri bu yüzden haykırıyor. Çünkü insan en çok sevdiğine kızıyor. En çok sevdiğine kırılıyor ve de sevdiğinden canı yandıkça, o da sevdiğinin canını yakmak istiyor.
Leon ve Hilal. Biri asker diğeri vatanperver ve de ikisi de kalemi güçlü edebiyatsever. Savaşın ortasında kelimelere verdikleri canla atışıyorlar birbirleriyle. Sözcüklerin büyülü dünyasıyla çakıyorlar selamı her ikisi de. Halit İkbal’in kaleminden çıkan milliyetçi sözlere karşılık, Andreas’ın kalemi birleştirici bir edayla sesleniyor gönüllere. Biri coştururken diğeri sükunete ve beraberliğe çağırıyor. Biri ne duruyorsunuz derken diğeri durmanın neden gerekli olduğunun altını çiziyor. Biri, birbirinin kolu kanadı olmaya davet ederken diğeri kendi kanadıyla uçmaya çağırıyor. Biri gönül beraberliğini vurgularken diğeri bunu sahte bir zeytin dalı olarak nitelendiriyor. Andreas’ın tüm çağrılarına karşılık Halit İkbal meydan okumaya devam ediyor.
Duyguları birbirine taraf olurken düşünceleriyle karşı karşıya duruyor Hilal ve Leon. Düşman iki milletin tek bir kalpte atmaması için çırpınan bu iki insan, karşı koyuyorlar şimdilik duygularına. Kalplerine söz geçireceklerini zannederek uyarıyorlar birbirlerini. Cevabını bildiği sorular soran Hilal’e, maksadının altını çizen Leon da biliyor yalanının fark edildiğini. Yazdıklarının Hilal tarafından beğenildiğinin ve dikkate alındığının gururuyla çarpık bir tebessüm kaplıyor Leon’u. Ama ne yaparsa yapsın yine de vazgeçiremeyeceğini bildiği Hilal tarafından, yine de göğsünden kurşun yiyeceğini ummayarak. Başı derde girmesin diye oynadığı oyunu bozuyor Hilal, yine korkusuzca. İpin ucundan döndüğünü unutan Hilal’in tekrar ipin ucuna gitmemesi için çırpınıyor oysa. Çünkü o Hilal’i korumak için çabaladıkça Hilal gözü karalığıyla ve inatçılığıyla arzı endam ediyor ortalıkta. O ölümden korkmadıkça Leon onun ölüme yürümesinden korkuyor daha fazla. Kalbini kaptırdığı kızdan, kaptırdığı o kalbin ortasına yediği kurşunla düşüyor şimdi kanlar içinde yere. Hangisi kurban hangisi suçlu ayırt etmenin ve karar vermenin zorluğuyla.
Yazı devam ediyor...