Hepimiz aynı ayarlarda yaratıldık ama farklı ölçülere sahip
ortamlara doğduk. Bu ölçüleri kendimize doğru kabul ettiğimizde ayarlarımıza
ters düştük, kendimizi ölçü kabul ettiğimizde ise çevremize. Ne çevremizden vazgeçebildik ne de kendimizden. Ne kendimiz olabildik ne de bizden istenilen. Oysa
içimizi ve dışımızı bir hizaya getiren, tüm farklılıkları eşitleyen tek bir şey
vardı; ahlak. Onu bulduğumuzda ise hem kendimizden vazgeçebiliyorduk hem de
kendimiz olabiliyorduk. Hem kendimizde kalabiliyorduk hem de çevremizle
olabiliyorduk. Evrensel olan bu dengede kalabildiğimiz sürece de tüm
etiketlerden uzak sadece insan olabiliyorduk.
İşte ahlakın bir parçasıydı sadakat, neye sadık olması
gerektiğini bilmeyen insana da kocaman bir tuzak. Adaleti baz almadığımızda
sadakat bizi köleleştiriyor, kişilere göre saf aldığımızda bizi piyonlaştırıyordu.
Körü körüne bağlanmak değildi sadakat, neye bağlanması gerektiğini bilip onun
için gerekeni gözünü kırpmadan yapabilmekti. Sevmekti, delice bağlı olmaktı ama
arada bağlı olduklarımıza da dönüp bakmaktı. Arkaya bakmak değildi, öne
bakmaktı ama yanımıza koyduklarımıza da odaklanmaktı. Hiçbir şey cepte değildi
ve de hiçbir şey garanti değildi. Hem biz faniydik hem de sahip olduklarımız.
Bunu hiç unutmadan yol almaktı. Cevdet vatana sevdalıydı, kişiye değil. Eşref
Paşa ile çıkmıştı yola fakat onun kişisel hesaplarını fark edince onda ısrar
etmemiş ve yoluna Mustafa Kemal ile devam kararı almıştı. Onun için önemli olan
vatandı gerisi ise teferruattı.
Cevdet’in tam tersiydi Miralay ve her anlamda tam bir
dönekti. Herkese ayrı oynayan bu adam, ne ahlaktan nasibini almıştı ne de
insanlıktan. Her sokakta başka birini satacak kadar karaktersizdi. Gözünü
kırpmadan öldürdü köylüleri, tıpkı daha önce birçok kere işlediği cinayetler
gibi. Herkesin işbirliği yapmak için sıraya girdiği Tevfik, herkese istediğini
verecek kadar kusursuz bir kötüydü. Ne onu tutan bir değeri vardı ne de onun
tuttuğu bir değer yargısı. Sadakati sadece kendineydi ve de rüşvet karşılığında
her şeyi feda ederdi. Savaşın ortasında onun tek bir kişiyle savaşı vardı, o da
Cevdet’ti. Tek zaferi de Azize olacaktı.
Onu ikna ettiğini düşündüğü için de zaferine yaklaştığını zannediyor ve
Cevdet’i alt etmenin geçici mutluluğunu yaşıyordu. Eşref, onun kurt mu kuzu mu
olduğunu öğrenmek için mi oynadı bu oyunu bilmiyorum, ama o gözünü kırpmadan
onu düşmana ispiyonladı. Ne de olsa onun için önemli olan kendisiydi ve de
gerisi hiç ama hiç mühim değildi. Vatan ister elden gitsin ister yerinde saysın
mesele değildi, o zaten vatanı komple satamasa da parsel parsel de olsa kılını
kıpırdatmadan satardı. Çünkü kendi satılık olana her şey satılık gelirdi.
Bu hafta Yıldız’ın ailesine söyledikleri çok anlamlıydı.
Babasına duyulan öfkenin onda uyandırdığı düşünceleri anlattı kendi
penceresinden. Türk tarafında olsaydı, yaptıklarıyla kahraman sayılacak olan
babasının Yunan komutanı olarak yaptıklarının yanlış bulunmasına tepki verdi.
Tabii Azize’nin kızgınlığı ve kırgınlığı Cevdet’in durduğu taraftı. Yaptığımız
şeyin doğruluğunu durduğumuz yer belirliyordu çünkü. Sonuçta o vatanına ihanet
etmişti. Kendi insanına kurşun sıkmıştı. Nereden bilecekti Cevdet’in onlarla
aynı tarafta olduğunu. Nelere göğüs gerdiğini ve de nasıl bir şeyin içinde
olduğunu. Sonuçta Cevdet hiç açık vermiyordu. Yunan Komutanı olmadığını
düşünmek ya da ondan şüphelenmek neredeyse imkansızdı. Oysa en çok da Azize hak
ediyordu Cevdet’in gizli görevini bilmeyi. Eşref Paşa kendi sırrını ona rahatça
söylerken, Cevdet’in sırrını saklamaya devam ediyordu. Cevdet’e gerçeği
Azize’den saklaması için akıllar verirken, kendisi için gayet güzel itimat
ediyordu. Aile perişanları oynarken, o istediği adımları atıyordu. Ne de olsa
Eşref Paşa için hava hoştu.
Azize Kordon’da yaptığı konuşmayla direnişe bir başka açıdan
daha destek oldu. Hilal’den aldığı güçle seslendi herkese. Yaraları saran
hemşire Azize, kendiyle beraber meydanda ki halkın bir İngiliz oyununa kurban
gideceğini bilmeden, şimdi gönüllere sesleniyordu. O da bu direnişin bir
neferiydi ve kadınları bu konuda örgütlüyordu. Hastanede insan ayırmadan,
milliyet gözetmeden hastaların yardımına koşan Azize “Vatandan ümit kesmek
demek kendinizden ümit kesmektir.” diyerek milletini uyandırıyordu. Onlara pes
etmemelerini ve birlikte bu zor günlerin aşılacağını haykırıyordu. Bir yanda
düşmana komutan olmuş kocasını düşündükçe kırılıyor, diğer yanda vatanperver
kızının yüzüne baktıkça güçleniyordu. O bütün bunların ortasında denge kurmaya
çalışırken, bir yandan da Tevfik’e tutamayacağı sözler veriyordu. Kurtuluş
zannettiği Tevfik’in nasıl bir oyunbaz olduğunu bilmeden, kendince Cevdet’e
meydan okuyordu. Oysa Cevdet’in arka planda Tevfik’e ne gözdağları verdiğini,
onun rütbesini nasıl ezdiğini hiç mi hiç bilmiyordu. Ne gerçekten haberi vardı
ne de onların gerçek yüzlerinden.
Stavro sen başına geleceklerden korkmuyor musun? Cevdet’e
yaptıklarının karşılığını bu hafta fazlasıyla aldın. Artık rütbece senden üstün
Cevdet ve bu durumu gayet güzel de sana hatırlatıyor. Sen ondan şüphelendikçe
açığını bulmak için daha bir yollar düşünüyorsun da Yıldız’a oynaman senin
açından çok tehlikeli. Gerçi onun zayıf halka olduğunu bilmen itiyor seni bu
yollara. Ama çok güzel ağzının payını verdi Yıldız sana. İnşallah bu tuzağa
düşmez Yıldız zira hırsına yenik düşmesinden korkmuyor da değilim. Çünkü bu
durumlarda doğru, yanlış demeden adımlar atabiliyor korkusuzca. Annesinin
meydanda söylediklerine karşı çok umursamazdı. Hatta neredeyse burun
kıvırıyordu. Çünkü mücadeleyi gerekli görmüyor Yıldız. Teslim olunursa bu
kargaşa bitecek zannediyor. Ne içinde bulundukları durumdan tam haberdar ne de
olması gerekenlerden. Kendi dünyasında kendi doğrularıyla yaşamanın peşinde ve
hatta kendine daha lüks bir hayat yapmanın yolunu gözlemekte. Başına gelen onca
şeyden derste çıkarmadı gitti. Yalnız Ali Kemal’in Veronika’nın oğlu olduğunu
öğrenince ona olan davranışlarının da değişeceğini düşünüyorum. Sonuçta Yıldız
çıkarlarının gölgesinde bir hayat anlayışına sahip olduğunu gizlemeyen ve bunu
birçok kere bize göstermiş olan bir karakter.
Yazı devam ediyor...