-- Dikkat ikinci bölümü izlemediysen okuma, spoiler içermektedir, tadın kaçmasın--
Homeland seyircisi
olarak dördüncü sezona biraz kırgın başladık. Dizimizin iki ana karakterinden biri olan Brody, bildiğiniz gibi
feci bir şekilde ölmüştü. İçimiz yana yana üçüncü sezonu bitirirken, şimdi onsuz
nasıl olacak diye, düşünmeden edemedik. Brody’nin ölümü yetmezmiş gibi bir de
önce dizinin İstanbul’da çekilmesi gündeme gelmiş sonra da hayallerimiz suya düşmüştü. Biz üçüncü sezonu Carrie'nin İstanbul'a atanması noktasında bırakmıştık ama yazın her ne olduysa
Homeland ekibi Türkiye ile anlaşamadı ve biz dördüncü sezonun açılışında Carrie’yi,
Afganistan, Kabil sokaklarında yürüken bulduk.
“Can pazarı mı, hedefe kitlenen bomba mı?”
İlk bakışta o bizim eski, tanıdık bildik, hırslı, takıntılı, çalışkan Carrie gibi görünse de artık içinde suçluluk duygusuna yer olmayan, acımasız ve yeni bir kadın yeşertmişti. Öyle ki ekibi tarafından sürpriz olarak hazırlanan pasta, söylenen şarkılar, alkışlar ve üflenen mumlar, bir dakika önce 'başardıkları işin' sadece bir iş olduğunu gözümüze soktu. Carrie için başarılı bir iş günü sessiz ve karanlok yatak odasında uyku hapları ile biterken biz, bombalanan evin enkazı ile sarsıldık. Bize az önce 'bir iş başarısı' olarak sunulan vaka şimdi bir can pazarı, insanlık dramıydı. İşte o anda tekrar hatırladım bu diziyi neden izlemekten zevk aldığımı. Bazen gerçek olayları taraflı verseler de, her zaman iki taraf için de insani gerçekliği en çıplak haliyle sunma çabalarını hep korudular. Birkaç dakika önce uydu bağlantılı ekranda sıradan bir hedef ve toz duman bulutu olan bir görüntü şimdi çoktan ete kemiğe bürünmüş, onlarca insanın öldüğü bir düğün evi olmuştu bile...
“Konuştuğum yakışıklı teğmen mi yoksa vicdanımın sesi
mi?”
Bombalanan evin düğün evi olduğunu ve içinde asıl
hedef dışında pek çok masum insanın da olduğunu öğrenen Carrie’nin büyük bir
yıkım yaşayacağını bekleyen seyirci (yani ben) aradığını bulamadı. Artık Carrie Mathison
acımasız bir şefti. Yaşadığı tek sıkıntı da tamamen Amerika’nın ve teşkilatın
prestijine dair oldu. Tam içimde Carrie’ye dair büyük öfkeler patlayacakken kafamda
kendi geri dönüşümü yaşadım ve sevdiği adamın idamını gözlerini kırpmadan izleyen
bir kadının acıma duygusu da kaybetmiş olmasını anlayışla karşıladım. Ardından gerçek mi yoksa
Carrie’nin bilinçaltı mı olduğundan emin olamadığım o bar sahnesi geldi. Carrie
orada Teğmen ile değil de kendi bilinçaltıyla hesaplaşmaya çalışıyordu desek
yeridir bence.
“Yüzümdeki kanı siler rujumu sürerim.”
İşte dördüncü sezonun olaylar zinciri de böylece başlamış
oldu çünkü Carrie bombalanan hedefin içinde onlarca masum insan olduğundan habersiz
operasyonu yönetmiş, emri vermişti. Muhbir Sandy (Corey Stoll) ise haber kaynağının adını
açıklamıyordu. Yeni karakterimiz bombalama mağduru, tıp öğrencisi Aayan’ın
( Suraj Sharma) elindeki video, internette yayılarak Amerika'nın acımasızlığının resmini çiziyordu.
İşte
tüm bu tabloda Carrie suçluluk duygusundan uzak görünerek Islamabad’a yol aldı.
Quinn ve Sandy ile olanları müzakere etmek için. Ancak Sandy’nin yüzü
Pakistan'da ifşa olmuş, halk galeyana gelmiş, kurban edecek insan arıyorlardı. Biz
henüz Sandy kimdir, nedir, ne değildir tam olarak tanıyamadan, hunharca linç edildi. Bu olayın
tanıkları, bizim de yakından tanıdığımız iki psikolojik sorunlu vaka Quinn ve
Carrie’den başkası değildi. İkisi de pek çok travma yaşamıştı daha önce bu
nedenle çeşitli mücade yöntemleri geliştirmişlerdi. Quinn travmasını atlatabilmek için 'sessiz bir an'a ihtiyaç duyarken, Carrie hiç durmamalıydı...
Carrie ve Quinn'in travmalarla baş etme yöntemleri hayli farklı olmasına rağmen bu sezon birbirlerine çok ihtiyaç duyacakları belli. Bu vahim olay sonucu cenazeye ana
vatanına kadar yine Carrie ve Quinn refakat etti. Yani ikinci bölümde ‘Homeland’deydik.
“Belki de babana bu kadar benzemeseydin daha az acı
verirdin”
Sanki birileri bilerek bir şeyler yapıyordu ve
Carrie işin peşini bırakmayacaktı. Ama bu işin peşine bu kadar düşmesinin altında yatan
sebep kendi gerçeklerinden kaçmasında saklıydı. Başta doğurmakta çok kararlı
olduğu ve ısrarla kendi büyütmek istediğini söylediği bebeğinden şimdi kaçmak istiyordu.
Carrie, Brody’nin karbon kopyasını doğurarak geçen sezon bazılarımızın aklında beliren, "Acaba o garip tek
gecelik ilişkiden mi hamile kaldı?" sorusunu çok açık bir şekilde sildi.
Ancak bu
benzerlik Carrie’ye fena halde acı veriyor, bu da her halinden belli... O
kadar ki 'Bebeğimi boğsam nasıl olur acaba' başlıklı iç buhranları fena halde travmatikti.
Bebeğinden kaçmak, kendine savaşın ortasında iş yaratmak için en iyi
yaptığı şey olan manipülasyona soyundu yine. Zeka konusunda kolaylıkla alt
edebilceği Lockhart’ı bir hamlede ikna edip (!) geri çağrıldığı Langley’den
Islamabad’a tayinini çıkarttırdı.
“Esaretim aşkımdan, suskunluğum kudretimden”
Üçüncü sezonun yükünü büyük oranda taşıyan Saul, bu sezonun
ilk iki bölümünde biraz daha pasifdi. Sanırım özel sektörde olmak bunu
gerektiriyordu. Ancak Saul’un, özel sektörün gerekliliklerini pek iplemediği
kesindi. CIA’de sonunu hazırlayan karakter özelliği; başına buyruk halleri Saul'u her daim zora sokmaya yetiyor. Sektörler, makamlar umrunda değil de bir
türlü Mira’nın gözüne girememek çok koyuyor bu adama. Saul mutsuz. Mira eskisi gibi dırdıra devam ediyor, kensi üslubunca.. Carrie’nin cenaze
töreninde istediği şey ile Saul'un iştahının nasıl kabardığını hepimiz gördük. Saul tam bir saha adamı ve bu yeni hayatında taktığı kravatı onu boğmak
üzere. Bütüm bunlar, yeni sezonda da çok aşık olduğu halde Mira'yı asla memnun etmeyi başaramayacağının sinyalleriydi.
“Nerede ezilen bir insan varsa onun yanındayım ben”
Carrie çıktığı yeni yolda, artık en güvendiği
adam olan Quinn’i yanında istiyordu ama, Quinn elini kana her buladığında yaşadığı
ruhsal çöküntünün dibini görmeden bir yere gitmeye niyeti yoktu. Bir
sürü masum insanın öldüğü bir operasyonda yer almış, ardından Sandy’ yi kurtarmak
için elleriyle üç adamı öldürmüş, üstüne üstlük başarılı olamamış ve Sandy’nin
de ölümüne şahit olmuştu. Yaşadığı tüm bu vicdan azabını, obez bir kadınla
beraber olarak yenmeye çalışması da toplumun güzellik algısı ve dışlama psikolojisine
bir atıf olarak algılanabilir.
Eğrisiyle doğrusuyla, eksiğiyle, tamıyla ama akıcı ilerleyen iki bölümlük açılışla bir Homeland sezonuna daha başladık. İlk iki sezonun heyecanını, izlerken yaşattığı ikilemi tekrar yaşatması
zor görünse de türünün iyi bir örneği olduğu için hala izlenmeye değer
buluyorum. Kişisel beklentim yine vicdan muhasebesi, psikolojik temelli karakter irdelemeleri ve hezeyanı
bol bir sezon daha izlemek üzerine... Umarım beklediklerimizin de üzerine çıkan bizi şaşırtan bir
sezon olur.