Bir kez daha söylüyorum ve sanırım söylemekten asla
vazgeçmeyeceğim. Normal bir dizide 130 dakikayı aşan süreyi doldurmak için
herhangi bir hareket veya vurulma, hastane sahneleri gibi heyecanlar
katılabilir ve bölümün ana konusu içinde bu “yardımcı” heyecanlar eritilince
bölümün genelini sıkıcı havadan kurtararak bütünde, ana olayla birleşince iyi
kötü güzel bir bölüm ortaya çıkar. Ya da zaten karakterler çok sağlamsa,
“heyecana” gerek kalmadan sıradan olaylar bile izleyici üzerinde etki
bırakabilir. Ama söz konusu tarihi bir dönem dizisi olunca, bu uzun süreyi
doldurmak için var olan “yardımcı” seçenekler normal bir diziden daha kısıtlı
ve daha az oluyor. Haliyle biz ana taslağın dışında süreyi doldurmak için
sıradan, basit, akıcı olmayan ve karakterlerin tarihi gündeliklerini yahut
devrede “hayal gücü” tükenmişse öncekilerden kopyalanıp yapıştırılan kurgular
izlemeye mecbur kalıyoruz.
Bu nedenle Muhteşem Yüzyıl Kösem’in 23. Bölümünde, bölümde
anlatılacak asıl olaylara teşrif etmeden önce 1,5 saat boyunca bol bol
sıkıldım; tam umudumu kesmeye başlayacaktım ki bir şeyler olmaya başladı ve en
sonunda kalan bir saatte asıl anlatılacak şeyler güzel bir şekilde yayılarak
bölümü doldurdu. Artık Muhteşem Yüzyıl Kösem’de “taht savaşlarının”
başlayacağının ve zaman atlamasının ardından yayınlanan promodaki “üç güç, üç
iktidar” savaşına an itibariyle ayak bastığımız bizzat kızıl ay eşiğinde içi
kanayan Kösem tarafından tescillendi; hayırlara vesile olsun…
Geçen on yılın ardından hiçbir gelişme göstermeyen
hikayelerin, yine iki bölümdür aynı seviyede ilerleyişinin buhranında
boğulacaktık ki bu bölüm özellikle İskender cephesindeki ani gelişme, Şehzade
Mustafa’nın bizzat tarihten alınmış ve çok güzel bir şekilde işlenmiş
“balıklara altın saçma” olayı ve Sultan Ahmed’in artık yataklara düşmesiyle iki
şehzade arasında başlayan iktidar savaşı güzel sonuçlar doğurdu. İlerleyen
bölümler için olacakların kokusu, tencerenin kapağının kenarlarından sızan
yoğun yemek buharının dağılışı gibiydi.
Osman’ın padişah oluşunun ardından Yeniçerilerden
hazzetmeyişi ve ilk icraatlarından birinin Yeniçeri Ocağı’nı kaldırma -sonu her
ne kadar çok büyük bir dehşet ve hüsranla sonuçlansa da- girişiminin de temeli
işlendi aynı zamanda. Ocağı abisi Osman ile ziyarete giden Mehmed’in usullere
ters düşen hareketiyle öne çıkıp yeniçerilere Osman’dan evvel selam verişi,
usullere aykırı bir sohbet sürdürüşü ve Osman’ın, karakter yapısına uygun
olarak geriye çekilip içine atışını gördük. Yani yeniçerilerin ileride alacağı “Şehzade
Mehmed” safının başlangıcını ve Osman ile yeniçeriler arsındaki bozuk ilişkinin
temeli atıldı, güzel oldu.
On bir yılın ardından sırlar açığa çıktı, karakterler
yüzleşti… İskender’in artık tarihi bir karakter seviyesinden çıkıp tamamen
kurgu boyutuna girmesine ramak kalmıştı ki Şehzade Yahya’nın sırrının
çözüldüğü, birçok karakterin “kayıp şehzade” vakasını öğrendiği ve özellikle
yıllar sonra bir araya gelen valide ile oğulun hasret gidererek yüzleşmelerini
izlemek bu cephenin ve İskender üzerindeki sıkıcı ölü derinin söküp atılmasını
sağladı.
İskender’in annesi ve kardeşiyle yüzleşmesi karakterler
açısından tam bir gri fonksiyonlar cümbüşüydü. Her iki karakterin de bunca yıl
saklanan sırlara verdiği tepkiler kendilerince haklıydı, gayet yerindeydi.
İskender’in Safiye’nin hasretle kendisine kavuşmasını reddedişi ve kendisini
bir evlattan ziyade taht oyunlarında bir “piyon” olarak görüşü de; Safiye’nin
Osmanlı düzenine karşı oynadığı ve oğlunun yaşaması için gerçekleştirdiği
entrikaların ve sırların uzunca bir süre zorluklara ve gizliliklere yol açması
mecburiyeti de her iki karakterce haklı sebepler doğuruyordu ve bu hesaplaşma
bölümün sanırım en iyi sahnesiydi. Safiye’de İskender’de izleyicilere, farklı
kutupların çekimini mantıklı bir şekilde verdi ve iki karakterin, sırrın açığa
çıkmasıyla kendilerini savunuşu siyah-beyazdan tamamen bağımsız bir gri
tepkimeydi. Safiye’nin yine bunca yıl İskender’e sırrı söylememesinin sebebi de
açıklanmaya çalışıldı ama ben ikna olmadım; hala neden bunca yıl Safiye’nin
sadece “beklediğine” ikna olamadım, olamayacağım da!
Yazı devam ediyor...