Defne’nin
saçlarından tüm İstanbul’a ve elbette kalplerimize sızan turuncu bir güneş
karşılıyor beni. Sanki Ömer ve Defne’den gayrı her şey biraz renksiz, biraz
tatsız, biraz dağınık… Bir tek onların dünyası dönüyor sanki, geri kalan her
şey rölantide…
İçimiz içimize
sığmıyor izlerken, bedenler dar geliyor kalplerin çırpınışına. O çerçevenin
içine, ucundan kıyısından da olsa dâhil olmak istiyoruz hepimiz; pencerenin
dışından, çitlerin gerisinden de olsa. Hâlâ bir komşu olma çabası işte… Bizim
başımıza gelmiyorsa bile en azından tanıklık etmek istiyoruz mucizelerin gerçek
olabileceğine. Sinan’ın dediği gibi, hayata bir kez geliyoruz ve bir tek bu
bilgiyle yaşıyoruz, geri kalan her şey için tek ihtiyacımız biraz umut belki
de… (Bu diziyi izlerken asla yalnız
hissetmiyorum kendimi; biliyorum ki bu diziyi yazan, oynayan, çeken,
kurgulayan, izleyen ve izleyecek olan tüm insanlardan bir parça taşıyorum
gözlerimde. Ben’lerim biz’leşiyor pek çok noktada.)
Hani bazı filmler,
romanlar olur, baş döndürücü maceraların ardı ardına geldiği. Sonuna gelince
bir bakarız ki her şey bir rüyadan ibaretmiş. Sanırım hiçbirimiz sevmiyoruz
böyle sonları, bir parçacık da olsun umut barındırmadığı için. İşte bu bölüm,
sonunda her şeyin bir rüya olduğunu öğrendiğimiz tatsız bir filmi izlemek
gibiydi. Hani bu bir roman olsaydı, o Albertine
Kayıp hakkındaki diyalogun üzerine kitabı kapatıp bir kenara koyar, uzun
süre de dokunmazdım. Albertine
yetmezmiş gibi bir de yüz ezberleme sahnesi yazmış ki zalımlar, yürek dayanmaz!
Böylece daha
bölümün ortasına bile gelmeden anlıyoruz her şeyin bir rüya olmadığını…
Neriman’ın telefonu olmasa bile gidecekti Defne, bugün ya da yarın, bunu
görmemek mümkün değil. Ömer’in her adım atışında kaçışı, kartların açılacağı
her anda “yapamam” deyişi de
bundandı. Kartlarını açamazdı, bu yüzden kaçacaktı. Kaçtı da, yine “yapamam” diyerek. “Beni affet” bile diyemeden, kendini bağışlanmaya bile layık
görmeyerek, ancak “bana kızma”
diyebilerek… Yine de kaçacaktı ama ah işte o telefon! O işbatıran Neriman! Ah o
Neriman!