Tam bir
çılgınlıktı. Lost ile aynı dönemde başlamıştı. İlk zamanlar Lost’un popülerliği
altında ezilse de hızla yayılıyordu. Yabancı dizilerle henüz tanışmadığım
dönemlerdi. Sabaha kadar MSN’de takılır en fazla 180 piksel filmler izlerdim. Arkadaş
çevrem bu konuda benden çok daha ilerideydi. Ortamlarda sürekli Lost’un konusu
açılırdı. Zamanla sohbetteki Lost’un ağırlığını Prison Break devralmıştı ama
hala en ufak ilgim yoktu. Dinler geçerdim.
O dönem aşık
olduğum kız da Lost, Prison Break laflarını etmeye başlayınca izlemek şart
oldu. Şimdi diyeceksiniz ki konu Prison Break sen bize niye Lost’u da
anlatıyorsun? O dönemlere yetişenler bilir. İki diziyi birbirinden ayırmak
imkansızdır. Bunu istemeyin benden.
Çünkü ben manyağın tekiyim. Zeki bir manyak...
Prison Break’ı
izlemeye başladığımda daha ilk dakikalarından itibaren büyülenmiştim. Abisi haksız bir şekilde idama mahkum edilen Michael'in hapishane haritasını vücuduna dövme yaptırarak içeri düşmesi ve adım adım kaçışını anlatıyordu. İnsanoğlu
2-3 adım sonrasını hesaplayan heriflere hep bayılmıştır. Michael Scofield tüm
bir satranç oyununun nasıl oynanacağını hesaplıyordu. Gel de sevme!
Üstüne
üstlük ortam hapishane ve sert çocuklar olunca ve T-Bag gibi televizyon
tarihinin en karizmatik kötülerinden biri oyuna girince ortaya tam bir aksiyon
şöleni çıkmıştı. O günden bu güne hiçbir dizinin bir sonraki bölümü o denli
merakla beklenmemiştir. Bir nevi işkence gibiydi. 40 dakika 4 dakikaymış gibi geçiyordu.
Dizinin
kreatörü Paul Scheuring tam bir fenomen yaratmıştı ama her dizi gibi gün geldi
o da bitti. Üstelik pek hoşnut kalmayacağımız şekilde sönük bir final yaptı. Tıpa'dan bin kat daha iyiydi orası ayrı... Sönük finaller aslında dizilere büyük darbe vurur. Çoğu zaman bütün diziyi öyle
hatırlarsın. Fakat Prison Break için bu durum söz konusu değildi. Çünkü onu
sevme sebebimiz tıkır tıkır işleyen planlar ve o deli aksiyonun yarattığı
heyecan duygusuydu. Dizi aklımızda hep güzel bir hikaye olarak kaldı.
Adamın arkasında kardeşi var. Sırtı yere gelir mi?
Daha doğrusu
biz kaldı sanmışız. Fox, mini bir Prison Break serisi yapmaya karar vermiş. Hem
de efsane Michael Scofield’imiz Wentworth Miller ve ağabeyi Dominic Purcell ile
beraber yapacaklarmış. Haberi okuduğumda yüzümün aldığı hali bir de annem
pırasa yaptığında görebilirsiniz. Zira pırasa tadında olacağı aşikar.
Öncelikle dizide
yer alanlar daha sonra neler yapmış kısa kısa onlara bir bakmak istiyorum.
Kreatör Paul Scheuring diziden sonra Avrupa sinemasından uyarlama bir film
yazdı ve yönetti. Zero Hour adında daha ilk bölümlerinden iptal yiyen bir dizi
yaptı ve en son Discovery Channel’in Klondike dizisinde yer aldı. Pek parlak
bir gidişat değil.
Wentworth
Miller de diziden hemen sonra şöhretin de kazandırdığı ivmeyle Resident Evil
serisinin bir filminde yer aldı. O kadar. Uzun zaman sadece bir kaç diziye
konuk oyuncu oldu ve dizi bittikten beş yıl sonra o da Avrupa uyarlaması bir
filmde rol aldı. Şimdilerde Flash’da 'Captain Cold' olarak görüyoruz. DC Comics
ile anlaşmış olması kariyeri açısından iyi bir adım ki herhalde onunla da
anlaşmasaydı artık bir kariyeri olmayacaktı.
Hapishanelerde karşılaşmak istemeyeceğiniz abilerden. Sizi sevmesini istemezsiniz. Nefret etmesini ise hiç istemezsiniz...
Karizmatik
kötümüz T-Bag, Robert Knepper ikisine nazaran çok daha fazla çalıştı ama hem baştan başlayan
dizileri, hem sonradan dahil oldukları hep iptal edildi. Dominic Purcell ise diziden
sonra kendisini tam anlamıyla sinemaya vurdu. Beş yılda 17 film çekti ama 17
filmin IMDB ortalaması sadece 4.5’da kalıyor. Evet, üşenmedim hesapladım. Zira
bir oyuncunun ısrarla bu kadar kötü film çekmesi oldukça ilgimi çekti.
Prison Break bir fenomen olsa da bittikten sonra
kendi evlatlarına pek uğurlu gelmedi. Amerikan dizi sektörünün yavaş yavaş
tıkanmaya başladığı bu dönemde, tıkanmış oyuncularla daha önce yapılmış ve
baş rolü öldürülmüş bir diziyi tekrar ele almak ne kadar planlı bir adımdır
bilemiyorum. Hikayeyi ileriye taşıma gibi bir lüksleri hiç yok. Geçmişlerinin
son derece sıkıcı olduğunu hepimiz biliyoruz. Hareket alanı oldukça kısıtlı.
Kaldı ki “no offence” ama Vince Gilligan gibi bir dahiye de sahip değiller ki Better
Call Saul ile olayı bambaşka bir noktaya taşıyabilsinler.
Abiler hazır sırtınızı dönmeye başlamışken aynen diğer tarafa doğru koşmaya başlıyorsunuz hadi göreyim sizi...
Buram buram
ticaret kokan, fanların özlemine oynayan, güzelim diziyi gözümüzde harcamaktan
rahatsızlık duymayacak kadar batmış ‘yıldız’lara sahip bir işi getirip önümüze
koyacaklar. Elbette ilk lokmayı alacağız ve ardından kapitalizme küfrede
küfrede unutmaya çalışacağız. Umarım Dizi Tanrısı büyülü güçlerini kullanır ve
bu projeye engel olur. Aksi taktirde elimiz kolumuz bağlı bir trafik kazasına
şahit olmaktan başka yapacak bir şeyimiz yok.
Bir diziyi yapmayın demek için neden bu kadar yazı yazdım? Çünkü Prison Break çoğu yabancı dizi severin ilk göz ağrısıdır. Memlekette başlayan bu sevdanın bir kaç öncüsünden biridir. Değerlidir yani... Michael Scofield delikanlıysa bu
projeden de bir şekilde kaçar. Yoksa Prison Break'i harcayacaklar matmazel!..
Beş Kardeş feat. Müslüm Gürses