"Ne haber ne
haber ne haber daha daha ne haber?
Ne haber ne haber ne haber daha daha ne haber? Bu
Çok mutlu oldum seni gördüğüme
Ne güzel şey rastlamak bir sevdiğine
E anlat bakalım dostum senden ne haber?
Eski dostlar hiçbir zaman düşman olmaz
Geçmiş zaman olur ki hiç unutulmaz
Geçse de aradan upuzun seneler..."
“Selamın aleyküm Yeşil Deniz'in vefakâr ve
cefakâr seyircisi. Naim ile Yeşil Deniz Milenyum yazıları başlayıp duru
gariiii...”
Yeşil Deniz Milenyum, haftalık olarak yayınlananacakmış. Benim de her bölümünden sonra yazılarım ile bir iki
kelam ederek size konuk olmak gibi "çoğ çikin planlarım vaa da..."
Ek olarak söylemeliyim ki haftalık yayın politikasına şahsen ben çok sevindim.
Daha uzun vadeye yayarak izleyecek ve 'prime time' tadını alacak olduğum için mutluyum açıkçası!
O zaman başlayalım...
Evet sonunda ‘Yeşil Deniz’ine
kavuştu değerli seyircisi. Seyirci de, işi yapan oyuncusu da, senarist de
kısaca herkes hikâyenin, işin sonunu/finalini görmek ister. Hani "Her
hikâye iyi ya da kötü bir sona muhtaçtır" sözünde olduğu gibi... İşte Yeşil Deniz
seyircisi hem çok sevdikleribu güzel diziyi ne kadar olabiliyorsa o
kadar çok izleyip sonunda finalini görmek istiyordu. Ama işler öyle olmayınca,
araya bir 7 "senecik" girince başta dediğim o vefakâr ve cefakâr
seyirci dönemi de başlamış oldu ve ne vazgeçildi ne de umutsuz kalınıldı ve
bugünlere kavuşuldu...
Senaryo neden yazılır sorusunun cevabını,
senaryo üzerine çalışmak için çalışan ben, şöyle öğrenmiştim: Önerme için... Bu yüzden;
...ilk olarak dizinin büyük önermelerinden
birinin önerme çemberi ile başlamak istiyorum:
İlk baştan itibaren "Ağzını gırdımın garibanlığı"
diyerek; garibanlıktan kurtulmak için bazı şeyler mübahtır ile devam etti ‘sadıç’lar. Bu yolda türlü türlü
maceranın, durumların, olayların içinde buldular kendilerini. Ve hep battılar,
düze çıkamadılar. Ve de hep gitmek vardı bu Yeşil Deniz'den...
Sona doğru geldiğimizde ise garibanlığa isyan,
mücadele değil de barışmak olduğu, kabullenmek olduğu önermesi ile bitti dizi.
Ama kabullenmek de olsa bir şeyler eksikti, yavan kalıyordu, tam bu olmasa
gerekti...
En fazla İsmail için geçerliydi bu önerme. Mavi denizlere gitmek de isteyen
oydu, 'Yeşil Deniz'lere düşman olan da... Vurulduktan sonra bu yeşil tarlalara
ve yaşamına bir farklı bakmaya başladı. Barışmaya başladı... Fakat eğer Yakut
durumları olmasaydı başka bir yere, mavi denizlere gitmeden de barışabilirdi.
Ama naçizane olarak söylemem gerekirse, İsmail için de, kendini hikâyedeki
karakterlerin yerine koyan seyirci için de,
konuları devam ettirmek için de İsmail'in gitmesi gerekiyordu...
Evet, gitti de. Dedim ya gitmeden barışabilirdi, diye amagidip
barışması veya birazdan değineceğim, gene
az öncedeğindiğim‘Barışmak tek
başına yeterli mi?’ sorusunun cevabı
için de gitmeliydi.
İşte şimdi önerme çemberinin sonuncusuna geldik:
Kabullenme, farkına varma.
1- Garibanlıkla mücadele.
2- Barışma.
3- Kabullenme, farkına varma.
İsmail, 1. bölümün sonundaki o duygu dolu
konuşmasında garibanlığın hem en büyük şifası hem de hiç kapanmayacak yarası
olduğu söyledi. Bin kere yıksa onu, binbirinci kez ayağa kalkmak için elinden
geleni yapacağını vurguladı. “Artık ‘Ağzını
gırdığımın garibanlığı’ demeyeceğim”
dedi. Ama garibanlığın ağzını ‘gırmak’ için de ‘sadıç’larıyla birlikte elinde
geleni yapacak. Artık yeni önermemiz, mottomuz bu oldu. "Atsan atılmaz,
satsan satılmaz" lafı vardır ya, aynen öyle...
Not: Ve
dizi Milenyum ismini alırken hem teknolojinin artması ile hem de arada geçen
zamanı göstermesi ile çok doğru bir seçim yapmış. Sonda da telefon işine
gireceklerini gördüğümüz sadıçların yeni macerası beni heyecanlandırıyor...
Senaryo bu ve diğer önermeleri, baştan sona olan bütünlüklü hikayesini (elbet eksikler de vardı ama totale
bakınca başarı kat kat ağır basıyor) ilk andan son bölüme kadar çok güzel
taşımıştı. Konu yazmak için konu yazmadılar. Elbet
yeni konular oldu örneğin Yakut konusu, ama ilk baştan beri başlanan hiçbir şey
yarıda kalmadı. Kısaca bütünlük bozulmadı. Düşünün ilk bölümde Hilmi Başkan'ın
bahçesine altın aramak için giriyorlar, altın konusu ilk bölüm açılıyor. O
günden mahkeme bölümüne süregelen çoğu şey o
mahkemede ile son buluyor. Bütünlük kastım buydu.
Bir örnek daha verecek olursam; İsmail vurulduğunda gene ilk bölümde Hicabi'nin
istediği altınların lafı geçiyor, yani garibanlık üzerine olan
konunun, ona yara olan şeylerden biri de burada değiniliyor.
Neyse, kısacası Yeşil Deniz'de bütünlük korunuyordu. Milenyum'a bakacak
olursak, zaten demin ki önerme yazısında da değinmiş olduğum üzere bu konu
köprü görevi görüyor... Fakat bu konuda benim hoşuma giden kısım ise şu oldu
ilk bölümde:
Sadıçlar arabaları Anadol'un 4 tekerleği gibiydi. Biri olmadan hepsi gidemezdi
ileri. Birbirleri için bir makinan dişlileriydi onlar...
Öyle de oldu, İsmail gittikten sonra takılı kalmışlar, battıkça batmışlar. Fakat bu çöküşü baştan savma
yapmamaları az önce dediğim hoşuma giden şeydi. Biz sadıçları hayalperest,
macera ruhlu ve sonunda hüsran olsa da bir sürü
bela içinden çıkmayı başarmış kimseler olarak tanıdık. Yani İsmail gitse de
durmayacaklardı onlar. Saadet zinciri işine girmeleri, bankadan birbirlerine
kefil olup kredi çekmeleri, borçlarını ödeyemeyip,
işlerinde batıp ve sonunda hem küs hem de hacizlik duruma gelmeleri bizim
tanıdığımız sadıçları da, geçen zamanı hem bütünlük açısından hem de olması
gerektiği
açıdan bize çok güzel bir şekilde sunuyor...
Not:
Aslında saadet zinciri konusunu izlemek isterdim, bu diziye komedi anlamında
çok yakışır...
Ben önce kendime şu soruyu sordum, biz bugüne kadar sadıçların yaşadığı onlarca
olumsuz şeye şahit olduk ama bu denli bir küslük görmedik maddi vb. konu açısından, şimdi niye böyle olmuş?
İki büyük sebebi var, bence: Birincisi hepsinin,
sevdiklerinin yaşadığı sağlık konuları, acılar. İkincisi İsmail'in gidişi.
Zaten bu ikisi her şeyi açıklıyor...
Biraz da sıra sıra bölümün detayına bakalım:
Aynı şarkı ile bölümün başlaması, bu sefer Ersin o koltukta olması. Hem de
"Görünmez Adam" mahlası ile abisinin yaptığını yapıyor olması.
Süleyman'a bulaşması, peşinden Sibel'in Süleyman'ın annesi Hafize
gibi "Alemin enayisi Süleman ya..." demesi bir tekrar
gibi ama tekrardan fazla, seyirciyi o saniyede şimdiye kadar geçen o zamanı
unutturan bir zaman makinesiydi adeta.
Ersin'in çocukluk aşkı Gonca'dan sonra liseye giderken Yıldız'ı gene ona
söyleyemeden seviyor olması ama bu sefer Gonca olayındaki gibi değil de ilk bölüm itibariyle direkt hislerini söyleyerek bir aksiyon almış
senaristler... Ersin'in Yıldız'a açıldığında gelen 3 kız da Zarife, Arife ve
Nazife'ye de bir gönderme olmuş.
Yeşil Deniz izlerken Ersin'in ileriye dönük verdiği izlenim ile karşılaştığımız
sonuç farklıydı. Tamam bu farkı ortaya koyacak ne gördün, zaten üçkağıtçı, yazar olmak gibi planları olan duyusal
biriydi, diyen olabilir Ama abisinin gidişi ile karakterinin gidişatı değişmiş.
Daha fazla üçkağıtçı ve daha kalbi bir tık kabuk bağlamış veya daha doğru ifade
ile hayata karşı sert bir yapıya bürünmüş. Bazı hisler buz tutmuş.Ben böyle hissettim. Hikâye aktıkça da
buzların çözüleceğini göreceğizdir... Lâkin
radyodaki programa başlarken kasabadakiler, halk için söylediği güzel sözler,
az önce bazı hisler buz tutmuş, lafının bazı olmayanlarını ifade ediyor...
Süleyman ve Sibel'e gelecek olursam; Milenyum başlamadan önce Yeşil Deniz
hakkında bir hatırlatma yazısı yazmıştım, okumak isteyenler için link burada:
Bu yazıda Süleyman'ı ve annesi Hafize'yi bir başka sevdiğimi, Güneş Sayın da
Sibel ile harika uyum yakaladığını vb. şeyler söylemiştim. Buna ek olarak
şunları söyleyeceğim: Sibel karakteri hakkında başka bir yazıda detaylı bir
analiz yapmak isterim. Sebebi de ortaya koyduğu aura. O Almanya'da yetişmiş
kız, oradaki yaşamı ve bu kasabada mahrum kalması ile başlayan kültür çatışması
öyle bir atmosfer içinde gelişim gösterdi ki insanın içine işleyen bir sıcaklık
oldu. Hafize için parayı verirken ki tavrı olsun, hep doğru kalışı olsun,
sevdiğine sahip çıkışı olsun, hayatı tanımlaması ve o tanımlamayıdiğer kişilere aktarımı olsun çok güzeldi.
Şimdi Milenyum'u izleyince Sibel'in gene gelişimini gördük. En basitinden
Süleyman'a Hafize gibi söylemleri ile gördük... Sevgiler, çokça sevgiler
Sibel...
Süleyman'ın hastalığı, ona çabuk sinirlenme hasarı bırakmış olması ile birkaç
kez anlatılırken hayalimizde sanki izlemiş gibi
canlanması ile çok başarılı şekilde verilmiş.
Süleyman
ve Sibel’in kurdukları saat çaldığındaki tepkileri, “Hayallerin Ötesinde”yi
dinletmek için Süleyman Hafize’nin mezarına gitmesi, onunla sohbet etmesi aynı
Yeşil Deniz’de izlediğim sahneler gibiydi ve çok değerliydi.
İlk başta Emin kızının ismini Fatma Girik dediğinde afalladım ve sonra kendime kızdım. Bu Emin, elbet bu ismi verirdi. Niye
şaşırıyorsun, dedim. İyi ki de bu isim olmuş!
Eskici Emin'den eskimeyen aşkı Emine'ye armağan ettiği şarkı ile onların
sevgisinin bayatlamadığını, deli dolu Emin'in aynı kalışını ama hem kızı ile
sorumlulukları arttığı için hem de sadıçlarıyla olanlardan sonra düştüğü durum
için daha bir isyankâr tavrını da gördük.
Emin ve Emine'in bir taraftan da kızlarının konuşmuyor olması, ilk sezon için
sürecek konusu. Klasik ama en uygun şey bu. Aslına klasik olsun, olmasın her
şey dizinin atmosferi içinde kendi farkını ortaya koyuyor...
Cemil'in tansiyon hastası olması da bugüne kadar olanlardan sonra karakter için
en uygun olan buluş. Olacak olan olmuş, başka bir şey düşünülemezdi
yaşadıklarına karşı verdiği tepkilerden sonra... Safiye'nin radyo isteği üzerine Cemil’e
koşup ona selâyı karıştırtması ve hocanın ona kızışı ne güzel anılar götürdü
bizi... Bu arada Cemil’in tekrar müezzin olmasına çok sevindim...
Biraz da neler olacak konuşalım:
Fragmanı izlediğimizde kızları eli silahlı bir aile kurulmuş, sadıçların yolu
bunlar karşılaşıyor, İsmail yanlışlıkla Yasemin Yazıcı'nın canlandırdığı
karakteri uygun olmayan bir şekilde görüyor. Bir şeyler oluyor ve o kızı
İsmail'e isteyecekler. Sonra kız istemeye gittiklerini görüyoruz ama İsmail'in
gözünde gözlerinin bozuk olduğu anlatmak
için abuk sabuk bir gözlük var. Amaçları İsmail'in gözü
bozuk olduğu üzerinden o ailenin elinden kurtulmak. Bir de öncesinde İsmail'i
kurtarmak için sadıçlar kadın kılığında eve
sızıyorlar... Bahri, Atiye ve Atiyen'nin evleneceği kişi ile, Sebahattin de
Yasemin Yazıcı'nın karakteri ile bir olayı olacak, onlarla gene macera dolu
şeyler kurulmuş. Kısacası kaldığımız yerden harika şekilde devam ediyoruz gölöööömmmm!
Valla yazıya bakınca
"Ama hep olumlu yazmışsın" derseniz ben
de
"Hak ediyor" derim.
Tüm ekibe sevgiler, saygılar. Emeğinize, gönlünüze sağlık!
Okuduğunuz için teşekkürler,
Naim.
Not: Dizide olduğu gibi ben de şarkı ile başladım. Dinlemek isteyenler için
link!