Yazar Paulo Coelho insanlık kadar eski olan bu hareketin iki
vücudun kavuşmasından çok daha fazlasını ifade ettiğini söyler ve ekler: “Sarılmanın
anlamı şudur; senden bir tehlike sezmiyorum, yanında olmaktan korkmuyorum,
rahatlayabilir, kendimi yuvamda hissedebilirim, beni koruyan ve anlayan birisi
var. Birine sarıldığın zaman bütün dünyayı dışarıda bırakmak istersin. Kendi
ruhuna güvenlik bir sığınak bulmak…”
Ama bence sarılmaya dair en güzel söz Aziz Nesin’indir: “Sarılmak
neden güzeldir bilir misin? Çünkü sağ tarafta kalp yoktur ve orası hep
boştur... Sarılınca, sağ yanını O'nun kalbi doldurur...”
Yin Yang felsefesi ve sembolü gibi. Hepimizin bildiği gibi
bu felsefe zıt kutupların birlikte daha güçlü olduklarını savunur. Siyah ile
beyazın, gece ile gündüzün, soğuk ile sıcağın uyumu bunun en güzel
örneklerinden. Üstelik Taocu metafiziklere göre yin ve yang kutupları hiçbir
zaman sabit olmazlar. Sürekli olarak değişir ve dönüşürler. Tıpkı Ceylin ile
Ilgaz gibi…
Ceylin’e göre kuş ve balık, yumurta ile tost kadar
birbirinden farklı iki kişilerdi Ilgaz ile ama dışarıdan oldukça zıt görünen
bu iki kişi her sarıldıklarında daha da bağlandılar birbirlerine. Birinin kalbi
diğerinin boş tarafını doldururken birinin omzu diğerinin sığındığı liman
güvendiği dağ oldu. Hem de hiç fark etmeden…
Ilgaz’ın da dediği gibi bir insanı hissetmek ve tanımak için
zaman önemsizdir. Bazen ‘bin yıldır tanıdım’ dediğin sana en büyük kazığı
atarken bazen de biriyle öyle bir an yaşarsın ki hissedersin o kişinin
içindekileri, görürsün siyah içinde kaybolan beyazı, anlarsın o kişinin seni
tamamlayan eksik yanın olduğunu: “İki alakasız parçanın kusursuz uyumu
gibiydik.”
“Çok garip hem birbirimizi çok iyi tanıyormuş gibi, hem
de hiç tanımıyormuşuz gibi.”
“Uzun yıllardır tanıdığım biri gibisin. Yüzün öyle
tanıdık. Ama her baktığımda başka bir güzelliğini fark ediyorum.”
Her zaman üst yollardan giden, salak bir kuralcı, kontrol
manyağı, düzen aşağı, kütük gibi dürüst, adaleti herkese eşit, kendi doğru
bildiklerine göre hayatını şekillendiren bembeyaz bir savcı ile genellikle alt
yolları tercih eden, dağınık, aklını eseni yapan, o an işine ne geliyorsa onu
seçen, hesap sorulmayı hiç sevmeyen, kendine hatta ailesine bile kök salamayan,
çok iyi kaçan, öfkesiyle beslenen, tekinsiz ve kapkaranlık bir avukatın
kusursuz uyumuydu 17 bölümdür bizleri ekran başına kilitleyen.
Hayatın hiç beklenmedik bir acıyla denk getirdiği ve adalet
için kısa bir yolculuğa çıkan iki alakasız parçanın nasıl tek bir parça
olduğunu şahit olurken “aile, prangasıdır insanın” sözünün ne kadar da gerçek
olduğunu anladık hep birlikte. Sizce bir insanın karakterini neler oluşturur? Hayatı
hakkındaki seçimleri neye göre yapar? Doğduğu yer, ailesi, okuduğu okul,
yaptığı meslek, arkadaşları… Bu liste böyle uzayıp giderken en büyük pay hiç
şüphesiz herkes için aile olur. Dört duvarın içinde yaşananlar, gördüklerimiz,
bize öğretilenler, sırtımıza yüklenenler bizi biz yapanlardır. Başka bir hayat
istediğimizi, kendi dört duvarımız içinde sıkıştığımızı fark etmeyiz bile…
İlk bakışta birbirlerine siyah ile beyaz kadar zıt görünen Ceylin
ile Ilgaz da aslında ailesinin taktığı prangalarıyla yaşayan birbirine çok
benzer iki yetişkindi. Ailelerinin onlara uygun bulduğu dünyaya ayak uydurmak
için canla başla uğraşan, bazen kendilerinin de birer birey olduğunu unutan iki
insan. Ceylin’in babasının İnci’ye vurduğunu öğrendiği akşamki “İnci’nin babası
da bendim, ablası da… Sen yoktun. O okusun diye iki işte çalıştım ben. Senin
arkandan ağlayan anneme baktım, oğlunun acısı çeken ablamı teselli ettim. Sen
yoktun.” sayıklanışı daha çok küçük yaşta sırtına yüklenen külçelerin en güzel
örneğiydi.
Kendini hiç düşünmeden, onlar için yaşamıştı her zaman. Hayatını -gerekirse alt yollardan yürüme pahasına olsa bile- onların mutluluğu ve konforuna
göre şekillendirmeye çalışmıştı. Çok sevdiği babasının suçsuz yere suçlanmasının,
evdeki diğer bireylerin onu yok saymasının onda yarattığı yaraları psikoloğa
gidecek kadar farkında olmasına rağmen… Çünkü hayat ona çok iyi kaçmayı öğretmişti.
Eğer kaçmayı öğrenmeseydi, acılarına saplanıp kalsaydı ailesine bakacak kimsesi
yoktu. Ama kaçarken de hep bir yere ait olmak istedi. Etrafındakiler tarafından
önemsenmek, unutulmamak, kıymet görmek, takdir edilmek için çok büyük bir çaba
sarf etti. Tabii bilmiyordu bu tip şeylerin zorla olmayacağını.
O hayatta kalmak adına her türlü savaş yöntemini öğrenirken
Ilgaz da “Bunca yıl senin gibi olmak için her adımımı iki kere düşündüm.
Arkadaşlarım eğlenirken ben erken büyüdüm. Bir an hataya düşmedim. Cevabımı
veremeyeceğim bir yola girmedim, arkandan iş çevirmedin. Çınar tutuklandığında
küçücük bir hatası varsa bunu örtebilecekken tuttum kendimi. Ağabeyliğimi değil
dürüstlüğümü şerefimi seçtim, çünkü ben babamın oğluyum. Babam bana böyle
öğretti. Kafama vura vura soktuklarını şimdi çekip çıkaramazsın.” sözleriyle
dile getirdiği gibi idealist bir babanın ona dayattığı doğrular ile kendi
hayatını kurmaya çalışıyordu. Ona işinin her şeyden önemli ve kutsal olduğu
öğretilmişti. Çünkü o noktaya gelmesi için babası geceleri taksicilik yapmıştı.
Onun da iyi bir evlat olarak babasının yaptığı bu fedakarlığa karşılık vermesi
gerekiyordu. Onu gururlandırması…
Üstelik ikisinin de hayattaki temel amacı kimseye yük
olmadan, herkesin yükü taşımaktı. İkisi de çok yorulmuştu ama yorulmalarına
rağmen de kimseyi suçlu hissettirmek, ezmek ya da derdi sahibine vermek
istememişlerdi.
İşte ailelerinin onların sırtına yükledikleri
sorumluluklarla kendilerine birer hayat kuran bembeyaz savcı ile simsiyah
avukatın yolları yine aileleri sayesinde kesişmişti. Kardeşlerine acı
çektirenlerin hesabını kesmek uğruna çıktıkları bu yolda aşk çıkmıştı
karşılarına. Birinin kalbiyle diğerinin sol tarafı birleştiğinde duyulan iki
kalp çırpıntısı onlara bambaşka bir hayatın da mümkün olduğunu göstermişti. Çünkü
gerçek sevgi insanı özgürleştirir. Yanı başında seninle yürüyen biri olduğunu,
düştüğünde elini uzatacağını, senin yükünü seninle birlikte taşıyıp yardım
edeceğini, hata yaptığında seni durduracağını, üzüldüğünde ise sığınağın
olacağını bilmek bugüne kadar sorgulamaktan kaçtığın tüm gerçekleri
sorgulayacak cesareti verir. Metin amirim kalpten gelen sesin aklını durduğuna
inansa da kalpten gelen ses aslında doğru yolu bulmamızı sağlar.
Evet tabi ki bocalamalar oldu. Siyahın her zaman beyazı
yuttuğuna inanmak istediğimiz, kök salmaktan, üzmekten ya da üzülmekten
korktuğumuz, ailelerimizin işlediği günahların boğazımızda bir yumru olduğu
anlar yaşandı. Ama aşk – eğer karşılıklıysa- öyle bir duygudur ki kaçma
konusunda dünyanın en başarılı insanı olsanız bile yine dönüp dolaşır sizi
kalbinizin attığı yere geri getirir:
“Sarılabilir miyim?
Babamın kaybolduğunu öğrendiğim andan beri sadece yanına
gelmek istedim, sana sarılmak, yanında olmak, her şeyi anlatmak ve yanında
durulmak.”
Yazı devam ediyor..