Kadın olmak, geçmişten bugüne eşitsizliklere, dayatmalara,
sözlü ve fiziksel şiddete maruz bırakılıp bunca kötülüğün içinde bir çeşit kök
salıp tutunma çabası. Özellikle kendi kaderini, kendi kararlarını, kendi
arzularını başkalarının kuvvetine, fikrine, düşüncesine bırakmadan kendi elinde
tutan, yöneten, büyüten kadınlar hem tarihe yön vermiş hem de yine yaşadıkları
çağda büyük bir kabul görmezlik ile karşılaşmıştır. Şimdilerde “kadınsal
varoluş ve direniş” neredeyse yaşamın her alanında artarak boy gösteriyor.
Bunda geçmişte kendi direnişini başlatmış güçlü kadın figürlerinin hiç şüphesiz
büyük katkısı var. İngiltere krallığına ve Tudors hükümdarlığına damgasını
vurmuş cadı ve devrik kraliçe olarak anılan Anne Boleyn’in hayatını merkeze
alan Tudors dizisi de bir kadının kendi arzularıyla çizdiği yükseliş yolunun
hikayesini anlatıyor.
Sussex Üniversitesi’nin tarih bölümünden mezun olmuş tarihçi
kimliğinin yanında, yazar, sosyolog ve dönem araştırmacılığı vizyonu da bulunan
Philipa Gregory’nin Tudors döneminin duygusal, çalkantılı ve trajik sürecini
anlattığı Boleyn Kızı romanının kaynaklığıyla ekrana gelen Tudors dizisi,
İngiltere Kralı sekizinci Henry ve onun belki de tek gerçek aşkı Anne Boleyn’in
sarsıcı evliliğiyle İngiltere’de meydana gelen köklü değişiklikleri özellikle
de dinsel reformları konu alıyor.
Sinirli yapısı, inatçı tavırları ve bitmek bilmeyen erkek
evlada sahip olma hırsıyla dolu kral Henry Tudor, bir ülkeyi yönetirken
muhakkak bir kadının aşkına ve merhametine gerek olduğunu düşünen, sevilmeye
bağımlı olarak nitelendirilecek aynı zamanda da elde edemediği her şeyin
saplantılarıyla dolu bir kraldır. Abisinin ani ölümüyle taht kendisine kalmış,
papanın ve Katolik klisesinin isteğiyle de abisinin eşi kendisinden on iki yaş
büyük İspanya prensesi Aragornlu Catherine ile evlenmek zorunda kalmıştır. Bu
evliliği hem ülkesine bir ittifak kazandırmak hem de bir veliahta sahip olmak
için yapan Henry Tudor, evliliğinin Tanrı tarafından ölü doğan erkek evlatlarla
ve bir tane de çelimsiz kız çocuğuyla kutsandığını görünce bu evliliğin aslında
bir lanet olduğunu düşünmeye başlar. Tanrı abisinin eşiyle evlendiği için onu
cezalandırmakta, ona bir erkek evlat vermemektedir. Henry, İspanya’ya ve karısı
Catherine olan sadakatini geride bırakıp başka kadınlarda aşkı aramaya başlar.
Sarayda ve ülkede mevki elde etmek için çabalayıp duran, çevreleri tarafından
da onursuz ve inançsız bir aile olarak anılan Boleynler, ailenin erkekleri
olarak aldıkları kararla Boleyn kızlarını bir gönül eğlencesi aynı zamanda da erkek
evlat verecek damızlık bir kısrak gibi kralın yatağı için hazırlarlar. Hem
krallığın hem de mutsuz evliliğinin yükünü taşıyan Henry, Boleynler’in küçük
kızları Marry’de aradığı şeyleri bulduğunu sanır. Bir sevgi ve merhamet
bağımlısı olan Henry, bunları fazlaca bulduğu Marry’den sıkılıp uzaklaşmaya
başlar ve başka bir bağımlılık arayışına girer. Boleynler’in gözü kara ve iyi
eğitim almış kızları Anne Boleyn, kralı ve İngiltere’yi değiştirecek yeni
kraliçe olarak yerini almaya hazırdır. O, kız kardeşi gibi kralın sıkılıp köşeye
attığı, duygularıyla oynadığı kadın olmayacaktır. İngiltere’nin kraliçesi olmak
için gözünü karartmaktan çekinmeyen Anne, ilk iş olarak kralın İspanya prensesi
Catherine ile evliliğini bitirmek için çabalar. Krala, papayı, onun kararlarını
ve yönettiği Katolik klisesini tanımaması gerektiğini, İngiltere’de mutlak dini
otoritenin kendisi olması gerektiği fikrini aşılayıp durur. Ve tarih
sayfalarından adını bildiğimiz İngiltere’deki dinsel reformu başlatmış olur.
Artık İngiltere papadan ve Katolik klisesinden ayrılmıştır. Sadece krala bağlı
bir Anglikan Klisesi kurulmuştur. Bu klişenin fikir tohumunda Anne Boleyn’nin
izi olduğu için klise, Anne Boleyn klisesi olarak da bilinmektedir. Henry
Tudor, kendi mutlak gücünün etkisiyle Catherine ile olan evliliğini geçersiz
kılıp Anne ile evlenir.
Anne isteklerine adım adım ulaşmaktadır. Yine İngiltere
tarihinde adını sıklıkla duyduğumuz, İngiltere’ye altın çağını yaşatan kraliçe
birinci Elizabeth’e hamileyken tacını giyen Anne, İngiltere’nin yeni kraliçesi
olur. Güzelliğiyle, ihtişamıyla ve bilgisiyle değil İngiltere kralını dünyadaki
tüm kralları etkisi altına alabileceğini düşünen, arzularının ve tutkularının
şiddetiyle oldukça narsistik ve manik yönelimli bir kişilik yapısına sahip olan
Anne için artık yepyeni bir çağ başlar. Artık tüm dünya önünde diz çöküp ona
itaat edecektir. Ama işler hiç öyle gitmez. Asla sonlanamayan dört hamilelik ve
asla istenmeyen bir kız evlattan sonra Henry ile evlilikleri iyice zindana
döner. Adı zinaya ve kendi öz kardeşi George ile zinaya karışan, Anne Boleyn,
resmi kocası Kral Henry Tudor tarafından kafası kesilerek ölüme mahkûm edilir.
Hem İngiltere hem de dünya tarihine adını yazdırmış bu iki
önemli isimden biri olan hırslı kral Henry Tudor’u dizide İrlandalı aktör
Jonathan Micheal Francis canlandırdı. Tudors dizisindeki başarılı
performansından sonra dönem dizi ve filmlerinin aranan isimi haline gelen
Francis, Henry Tudor rolüyle oyunculukta en parlak çağını yaşadığını sıklıkla
dile getiriyor. İngiltere’nin devrik kraliçesi Anne Boleyn ise Natalia
Dormer’in oyunculuğuna emanetti. Dizinin fikir aşamasında yapımcıların acaba
doğru tercih mi dediği Dormer, tarihin bu cesur kraliçesini canlandırmakla
kalmamış adeta ona yeniden ruh vermiş, Anne’nin tüm karakteristik özelliklerini
ince ince işleyen Dormer, bu performansıyla Game Of Thrones’teki Margaery
Tyrell karakterine de kapı açmış oldu.
Tudors dizisinde sadece Henry Tudor’un çalkantılı aşk
hayatına değil, dönemin gösterişli saray partilerine, dük ve düşeslerin mevki
uğruna oynadıkları kirli oyunlara, özenle ve büyük titizlikle yetiştirilen
gencecik kızların cebi para toprağı da mahsul dolu erkeklerin kucaklarına hiç
çekinmeden atılışına istemeseniz de tanık oluyorsunuz. Anne Boleyn’den önce
sadece dikiş ve İncil okuma eğitimi alma hakkı olan kızlar yine Anne Boleyn’in
etkisiyle İncil dışında kitaplar okuyabilme, Fransa ve İspanya’dan gelen ressam
ve şairlerle tanışabilme ve fikirlerini özgürce söyleyebilme gibi haklara ve
eğitimlere sahip oluyorlar. İspanya’nın gururlu ve bir o kadar da kasvetli
prensesi Catherine’nin saray kıyafetlerinde hâkim tuttuğu siyah, gri, toprak
kahvesi gibi ağır renkler, sivri ve kapalı İspanyol havasının hâkim olduğu
başlıklar, Anne Boleyn ile birlikte yerini sarı, yeşil, mor, kırmızı gibi daha
canlı ve cüretkâr renklere, başlıklar da Anne ile sarayda ilk defa görülmeye
başlayan yarım ay şeklindeki modellere bırakıyor. Anne Boleyn sadece aşkta ve
dinde değil, kadınların yaşamı üzerinde de bir tür değişim reformuna imza
atıyor.
Dizinin senaryosunu Elizabeth Altın Çağ ve Vikings gibi
tarihi yapımlardan tanıdığımız Micheal Hirst yazarken, yönetmen koltuğunda da
yine dönem dizi ve filmlerinden aşina olduğumuz Charles Mcdougall ve Steve
Shill oturuyor.
Dizinin müzikleri de dizinin başrollerinden biri. Henry
Tudor’un en saplantılı anlarında sahnenin altında duyulan o ağır ezgiler, Anne
Boleyn’in taç giyme töreninde sahnenin büyüsüne uygun melodiler oyuncuların
performansını tamamlar ve destekler nitelikte olmuş.
Kraliçe olduğu üç yıllık süre boyunca karanlık zihinlerde ve
yaşamlarda aydınlık izler bırakmayı amaçlayan Anne Boleyn, krala asla erkek
çocuk veremediğinden ya da halk tarafından cadılıkla suçlandığından değil
sadece kadın olduğu için ölüme mahkûm ediliyor. Saraya gelen erkek şairlerle
yaptığı sohbetleri, bilme ve öğrenme isteği, desteklemekten asla çekinmediği
Protestanlık mezhebi ve kadınlara vermek istediği özgür yaşam hakkı onu ölüme
götüren yolun taşlarını oluşturuyor. Öleceği gün ona lanetler yağdıran halktan
bazı kişilere şöyle sesleniyor Anne Boleyn:
“Tanrı şahidimdir ki hakkımdaki tüm suçlamalar asılsızdır.
Asla kaderine boyun eğen bir kraliçe olmadığımı biliyorum. Bundan da asla
utanmıyorum, Tanrıdan sadece bir suçu varsa şayet ruhumu affetmesini diliyorum
çünkü yaptığım her şey kendi seçimimdi.”
Bu yazımı kendi ayakları üzerinde duran ve kendi
seçimleriyle var olmayı bilen tüm kadınlara armağan ediyorum. Çünkü isimler ve
tarihler farklı olsa da direniş hala aynı direniş. Seni ve çizmek istediğin
yolu çok iyi anlıyorum Anne Boleyn, ruhun gittiğin yerde umarım huzur
bulmuştur…