Bu yazı da şimdiden o her yerde gördüğümüz manşetle, dillere giderek daha çok pelesenk olacak cümleyle başlayabilir o halde!
"Sadakatsiz ekranlara damgasını vurdu."
2015 yılına ait bir BBC One draması olan Doctor Foster’dan uyarlanan Sadakatsiz, 2020’de Türk ekranlarındaki en dikkat çekici çıkışlardan birine imza attı. Türk izleyicisinin izlediği en başarılı uyarlamalara imza atmış Medyapım’ın Mednova ile beraber rejisini Neslihan Yeşilyurt’a, senaryo uyarlamasını Kemal Hamamcıoğlu ve Dilara Pamuk’a emanet ettiği Sadakatsiz, totalde çarşambaların reyting rekortmeni dönem dizisi Kuruluş Osman’ın ardından ikinci sıraya çok geçmeden yerleşirken, ikinci haftasından AB’de zirve koltuğuna oturdu.
Sadakatsiz’in seyircide bu kadar hızlı karşılık bulan başarısı, elbette tesadüfi değil. 2020 gibi bir senede herhangi bir başarının tesadüfi olması zaten mümkün görünmüyor. Bu başarının ardında, hesaplaması basit, bir araya getirmesi ise titizlik ve ustalık isteyen bir sinerji var: Çarşamba akşamları oturuyoruz ve temeli sağlam bir ana hikayenin, temiz bir reji, etkili oyunculuklar ve Türk izleyicisi için doğru noktalardan beslenen bir hikaye anlatıcılığıyla birleştiğinde ortaya ne çıktığını izliyoruz.
Ve ortaya, uzun süredir rastlamadığımız ölçüde kompakt, dolambaçsız, psikolojik yönden katmanlı ve hiçbiri 100 dakikayı aşmayan üç bölüm çıkıyor.
Biz böyle sinerjileri hep görmek istiyoruz!
Sadakatsiz’in Türk ekranlarındaki başarısı, dünya çapında çizdiği grafiğin bir izdüşümü gibi aslında... Anlattığı hikâye öyle evrensel, dokunduğu dertler o kadar hayatın içinden ki, Doctor Foster yayınlandığı tüm ülkelerde büyük ilgiyle karşılanmakla kalmayan; Fransa, Hindistan ve Güney Kore gibi ülkelerde yapılan uyarlamalarıyla uzun yıllar boyunca görülmemiş rekorlara imza atmış bir seri.
Doğru reçete ile her mutfakta iyi yemek pişer, çünkü iyi malzemenin her damakta bir lezzet karşılığı vardır. Sadakatsiz’in malzemesi de işte tam böyle bir malzeme. Sevgi, bağlılık, fedakârlık ve güven üstüne inşa edilen kutsal aile bağlarının; erkekleri sevmeye, büyütmeye ve iyileştirmeye içgüdüsel olarak adanmış kadın figürünün sömürü ve ihanetle sarsılışının her toplumda, her kalpte ve zihinde bir karşılığı olduğu doğru.
Bununla beraber, Sadakatsiz’in seyirci üstünde yarattığı tesirin ardında, güçlü hikaye kadar güçlü hikâye anlatıcılığının rolü de büyük. Bunda senaryo aşamasından son kurguya kadar uzanan iyi işçiliğin payı olduğu anlaşılıyor. Sadakatsiz usta ellerden çıkmış; kaliteli kumaştan kalıbı düzgün, kesimi iyi bir elbise gibi. Yerlerde sürünmüyor, potluk yapmıyor, olmadık yerlerinden kırışmıyor.
Asya sadakatsiz eşi ve masum çocuğundan oluşan dünyanın tam ortasında. Arada kalmışlığı göstermek için bazen tek bir kare yeter.
Her hikâye ihanet barındırır. Bizi ekran başına oturtan, serüvenlerine ortak eden işlerden kaçında aldatan eşler görmediğimizi saymaya kalksak, bir elin parmağını geçemeyiz muhtemelen. Sadakatsizliğin her öyküyü silkeleyen, dengeleri sarsan bir tarafı var. Bu yüzden çok sevilen, asla uğranmadan geçilmeyen bir durak.
Sadakatsiz’deki sadakatsizlik ise, Richter ölçeğinde minimum 8 büyüklüğünde bir depreme eşdeğer. Bizi sadece meraklandırarak değil, sarsarak ekran başına sürüklüyor. Tedirginlikle de orada oturtmayı sürdürüyor. Ekran karşısına hali vakti yerinde, işinde gücünde bir mimar olan Volkan’ın, güzel ve fedakâr eşi doktor Asya’yı nasıl aldattığını izlemek için oturmuyoruz. “Bu kadarı nasıl olur!” diye hayıflanmak için oturuyoruz. “İnsanın hiç mi gerçek arkadaşı olmaz?” diye isyan etmek için oturuyoruz. Kimimiz “Bu hikâye bana çok tanıdık!” diyerek yapışıyor ekran başına. Neredeyse marazi bir merakla, ama merakımızı kesmeyen bir hınçla takip ediyoruz Derin’in kollarına koşan Volkan’ı. Her hafta Caner Cindoruk’un kulaklarını çınlatmak için oturuyoruz ve daha çok oturacağa benziyoruz. Bugünkü hayatını var eden Asya’ya hayatım, o hayata tutku ve heyecan katan Derin’e ise aşkım diyen Volkan’ın – ki bu, senaryodaki küçük, incelikli, bas bas bağırmadan hikayeye fark ve derinlik katan nüanslardan sadece biri – iki kadına birden fütursuzca beslediği hisler karşısında ruhumuzu afakanlar basıyor. “Yapma Asya! Kanma! Affetme!” diye diye vuruyoruz dizlerimize fark etmeden. Cansu Dere’nin Asya’nın ruhuna üflediği, insanın içini titreten soğukkanlılığı ve manevi kuvveti karşısında mest oluyoruz. “Vay be!” diyoruz, “Ah be!” demediğimiz zamanlarda. O çok tanıdık hikayelerimizi anımsıyoruz; yaşadıklarımızı, pişman olduklarımızı, esefle kınadıklarımızı, ibret aldıklarımızı, unutmak istediklerimizi, unutamadıklarımızı. “Erkeklere, evliliğe olan inancım sarsıldı!” cümleleri, sabah kahvelerine, öğle yemeği arkasından gelen çay tabaklarının yanındaki şeker misali sohbetlerimize dahil oluveriyor. Herhangi bir hikâye izlemiyoruz aslında Sadakatsiz’i izlerken; zaaflarımızla, geçmişimizle hatta belki geleceğimizle yüzleşiyoruz. Nihayetinde, içimizde o merak, o arzu derin bir girdap gibi büyüyor: Asya herkese yaptıklarının bedelini ödetsin ve bizim içimizi soğutsun istiyoruz. Volkan’a kaybettiklerinin acısını çektirsin; Bahar’dan, Derya’dan Mert’ten ve dostu görünen herkesten ihanetlerinin hesabını sorsun; tepesinde ‘seni ben var ettim, ey kadın!’ diyen o eril hegemonyayı ve erkeği ikili ilişkilerde her hakkın sahibi ilan eden 'bir hatadır yapar', 'elinin kiridir sen görmezden gel' minvalindeki kirli düşünceyi yerle bir etsin, hatta Nil’in elinden tutup onu da battığı çukurdan çıkarsın istiyoruz. Belki de en çok bu yüzden izliyoruz Sadakatsiz’i.

Bugünkü hayatını var eden Asya’ya 'hayatım', o hayata tutku ve heyecan katan Derin’e 'aşkım' diyen Volkan... Seviyoruz böyle incelikleri... (Volkan seni sevmiyoruz şu an -_- Yanlış anlama :| )
İntikam soğuk yenen bir yemektir. Asya kendisininkini düşmanlarının masasında yiyor ve dudağının kenarındaki kırıntıyı peçetesiyle silip afiyet olsun diyerek o masadan kalkıyor. Ekranlarda görmeyi özlediğimiz güçlü kadınların sonuncusu Asya. Aldatılan ve aldatılmışlığın getirdiği değersizlik hissiyle, fiziksel değilse de manevi şiddete uğrayan kadınların başkaldıranı, sinmeyeni, korkmayanı... Asya’nın macerasını merak ediyoruz. Onun için hiçbir şeyin kolay olmayacağını, bu yolda belki de yapılmayacak hatalar yapacağını, bize dizlerimizi biraz daha dövdüreceğini ve muhakkak yara alacağını bile bile merak ediyoruz. Aslında Nil’in, Bahar’ın, Derya’nın maceralarını da merak ediyoruz. Hepsinin zaaflarıyla hesaplaşacakları, güçsüzlüklerinin üstesinden gelecekleri, gerek alkolik sevgilileri, gerek ilgisiz kocaları, gerek onlara kalıplaşmış kadın rolleri dayatan toplum baskısı tarafından sindirilen cesaretlerinin gün yüzüne çıkacağı anı bekliyoruz, tıpkı Asya’yı beklediğimiz gibi.
Bilenlerin heyecanla beklediği, bilmeyenlerin ise ekran karşısında küçük çaplı bir şok yaşayarak bekler hale geldikleri Sadakatsiz, Türk televizyonlarına damga vuracağını tanıtım sahnesinden belli etti aslında. Dizinin en can alıcı sahnelerinden birinin, o diziyle ilgili gördüğü ilk şey olmasını yadırgayanlar muhakkak olmuştur. Derin’i bilmemiz hikâyenin girişindeki sürpriz etkisinden yemiş olsa da, dizinin ilk bölümünden reyting dengelerini alt üst edercesine yarışa katılması, bunun yanlış değil bilakis isabetli bir strateji olduğunu kanıtlar nitelikte.
Sadakatsiz cüretkâr bir iş olduğunu her bakımdan belli ediyor. Derdini son derece temiz, net ve ağdasız bir dille anlatmayı başarıyor. Reji şık ve ustalıklı bir iş çıkarıyor. Sahneler uzamıyor, insanı duygudan çıkaran müziklere bulanıp zihni sersemletmiyor. Küçük şehir dendiğinde soluğu Ege’nin şirin sahil kasabalarında alan hikayelerin aksine, ekranda siluetini belki de ilk kez gördüğümüz bir Trakya şehrinde alıyor nefesini. Aynı anda hem aydınlık hem de psikolojik drama karakterine uygun bir karanlığı var Sadakatsiz’in; insanın ruhunu karartmayan ancak ansızın yay gibi geren bir dokusu: Yeri geldiğinde bizi gerim gerim gereceğini ve bunu yaparken ajite bir dile başvurmayacağını, bilakis bunu çok şık bir yerden yapacağını hissediyoruz.
Blur'lansa da bizimdir! Sert ve şık.
Kumaş kalitesini biraz da dikimiyle belli eder. Senaryo uyarlamanın başarısı da burada ortaya çıkıyor. Karakterler kendilerinin kartoneti değiller. Hatta hikayelerinin açılması için henüz erken olmakla beraber, kimi karakterin daha derinlikli işleneceği hissini de hemen alıyoruz. Her yanı düşman olan Asya’ya neden ve nasıl düşman kesildiklerini, basiretlerinin mi yoksa sağduyularının mı bağlandığını ve onları buraya neyin getirdiğini bize anlatacaklarını vaat ediyorlar. Ağızlarına yakışmayan yahut bu topraklarda karşılığı olmayan dertlerden yakınmıyorlar. Ama öfke, ama hırs, ama şefkat dolu, fakat muhakkak kalpten gelen bir dil konuşuyorlar. Dakikalarca bakışmıyorlar. Bütün bunların en önemli ve aslında olağan sonucu da şu: Sadakatsiz, bu yıl televizyon başına dönüp dönememek konusunda belki yıllardır görülmemiş bir tereddüt yaşayan, iki buçuk saatlik melodramlar içinde boğup sıkılan Türk izleyicisine ferah bir soluk oluyor, işlediği dertlerin ağırlığına rağmen. Dizinin reyting yarışında tereyağından kıl çeker gibi en üst sıralara hiç vakit kaybetmeden yerleşmesi de bunun hem beklendik hem de sonuna kadar hak edilmiş sonucu.
Velhasıl, evrensel bir hikayeyi aslına sadakat ile bizleştirmek arasındaki o ince çizgiyi çok iyi gözeterek uyarlayan senaryo ekibinin; evrene, hikayeye ve karakterlere akıp giden bir gerçeklik kazandıran rejinin; her biri kendi rolü içinde ışıltılar saçan, yer yer tüylerimizi diken diken edecek kadar iyi oynayan (hem bize hem Asya’ya!) oyuncuların ve tüm bu elementleri bir araya getiren yapım ekibinin bu senenin en başarılı işlerinden birini yaptığı açık.
Sadakatsiz’in bundan sonraki ekran yolculuğunun da önü bir o kadar açık ve ışıklı görünüyor.