Sanatın, insanlara onların aklına, ruhuna uzanan tüm
kolları; resim, müzik, film, tiyatro gibi bir amaç uğruna ortaya konan tüm
yapımlarda artık bir mesaj verme, bazen insanların duygularına bazen de
düşüncelerine dokunup onları bir şeyler için teşvik etme ya da harekete geçirme
durumu var.
Sanatın en popüler ve en gözde ürünlerinden biri olan film
sektörü de artık izleyiciye hem keyifli vakit geçirtecek, hem de hayatlarına bir
nebze de olsa dokunabilecek filmler, hikayeler sunmak için büyük özen
gösteriyor. Özellikle Netflix, kendi izleyicilerine, vizyonda geniş izleyici
kitlesi edinmiş ve büyük hayranlara sahip yapımlara, bir “yan alternatif”
olarak görülebilecek film serileri sunmak için oldukça iddialı.
Enola Holmes, Nancy Springer’in aynı adlı kitap serisine
dayanan, dedektiflik ve gizem üzerine kurulu bir film. Enola, herkes tarafından
tanınan ve saygı duyulan bir ailenin en küçük çocuğu olarak dünyaya gelmiş,
yaşamı boyunca annesi ile bir hayat kurmuş, kitaplarla, ansiklopedilerle
düşünce gücünü, annesinin ona hayatla ilgili anlattığı hikayelerle de duygusal
yanını zenginleştirmiş bir kızdır. Annesi onu yaşadıkları dönemin “en temel
kadınsal şartları” sayılan dikiş dikmek, yemek pişirmek, yakışıklı ve soylu bir
erkekle evlenmek için zarafet eğitimleri almak gibi klişeler yerine dövüş
sanatı, gizemli olayların çözümüne dair ipuçları, resim, siyaset, politika gibi
eğitimlerle donatmıştır. Bu da Enola’yı yaşadığı dönem içinde oldukça farklı ve
sıra dışı bir kadın haline getirmiştir.
Hayatta hep birlikte yol aldığı, bir anneden çok hayatın ona
sunduğu en güzel arkadaş olarak gördüğü annesinin bir anda ortadan kaybolması
üzerine Enola, onu uzunca süre yok saymış, kendi kariyerlerinin ve
başarılarının peşine düşmüş olan abileri Sherlock ve Mycroff’tan yardım ister.
Ve temel nedeni annesini bulmak olan bir maceraya çıkan Enola, aslında
hayatıyla ilgili yepyeni seçimlere de adım atmış olur.
Enola Holmes filmi, uzunca süre gerek Sherlock Holmes
dizisinde gerekse filmlerinde görmeye alıştığımız erkek egemen dedektiflik
hikayelerine kadının penceresinden bakan, olaylar silsilesini kadın dedektif
üzerine kurarak, izleyiciye empoze edilmiş dedektiflik hikayelerine yepyeni bir
soluk getirmeyi amaçlayan bir yapım.
Enola da annesi de kadının ikinci sınıf sayıldığı, toplumdan, kariyer hayatından, sosyal yaşamdan
soyutlandığı, “kadın demek evlenmek ve üremek demek” zihniyetiyle gezen sözde
soylu, özde yobaz insanın içinde 1884’lerin kültürel ve siyasi anlamda
reformlara yeni yeni adım atan İngiltere’sinde kendilerini göstermek için
çırpınan “duyulmak istiyorsak ses çıkarmalıyız” düşünce hareketini başlatan,
zamanla toplumun asla durduramadığı bir güç haline gelen kadınların simgesi
olarak karşımıza çıkıyor. Yani Enola
Holmes, her alanda kadın erkek eşitliğini bazı noktalarda ise kadınsal
üstünlüğü savunan feminizm üzerine yapılmış bir çeşit güzelleme örneği.
Filmdeki bu mesajı bol karakteri Stranger Things’ten tanıdığımız
Millie Bobby Brown canlandırdı. Enola’yı da hayatta olmak istediği yeri de
izleyiciye kalbe dokunur bir performansla yansıtan genç yıldız, Enola’nın
hikayesinin daha çok ekranda olacağını söyleyerek yapımcısı da olduğu filmin
devam serileri için de göz kırpmış oldu.
Dedektiflik deyince ilk akla gelen, gönüllere asla yıkılamaz
şekilde bir taht kurmuş olan Sherlock Holmes, Enola Holmes de ana karakteri destekleyici
bir yan karakter olarak karşımıza çıktı. Bu durum birçok kişi tarafından
eleştirilse bile, buradaki Sherlock Holmes, Enola’nın hikayesini taçlandıran
bir Sherlock. The Witcher, Superman, Tudors yapımlarından tanıdığımız Henry
Cavill, bu yeni Sherlock Holmes rolüyle akıllarda kalıcı bir performans
sergiledi. Filmin devam serilerinde onu
Enola ile daha sık yan yana göreceğimizden hiç kuşkum yok, ama bunca yıldız
ismin içinde Helana Bonham Carter, performansıyla bizleri mest etmeyi başardı,
iyi ki varsın filmlerin sıra dışı ve ışığı en parlak kadını!
Film senaryo ve diyaloglar açısından oldukça kuru ve
lezzetsizdi, vurucu cümleler yerine sahneyi doldurmak amacıyla oluşturulmuş diyaloglar
vardı. Böyle büyük bir yapımda bu özenilmemiş detay hiç hoş olmadı. Umarım
diğer filmlerde bu olumsuzluk giderilmiş olur.
Bizleri 1800’lerin İngiltere’sinin yüksek şatolarında,
saraylarında, binalarında, yer yer sanat, yer yer edebiyat büyük oranda ise
soyluluk ve zenginlik kokan sokaklarında gezintiye çıkaran, dönemin
gerekliliğine ve karakterlere uygun kostümlerle de bir görsel şölen sunan
filmde doğanın kusursuz görüntülere de izleyenlere keşke ben de orada olsaydım
dedirtiyor…
Feminizmin ve kadın direnişinin ayak seslerini bolca
duyduğumuz bu filmde, Enola’nın kendini bulmak adına çıktığı bu yolculuğa siz
de kayıtsız kalamayacaksınız. Çünkü bir
tohum filizlendi mi artık durdurulamaz!