"Tüm insanlığa kahve
ısmarlamak… Aklımdan geçen bu."
Murat
Menteş'in Dublörün Dilemması romanında yer verdiği uydurma alıntılardan biri olan bu cümleyi bana
hatırlatan, çünkü tam olarak bana bunu hissettiren bir
oyun izledim dün akşam Toy İzmir sahnesinde.
Cuma
bir Suriyeli, savaş nedeniyle evini terk etmek zorunda kalanlardan. İstersen
'savaştan kaçanlardan' de, benim için fark etmez, çünkü bu, benim için hikâyenin değerinden hiçbir şey eksiltmez. Bir
insanın savaştan kaçmasından, bir canlının yaşamayı seçmesinden daha doğal ne
olabilir?
Ve bazen yaşamak da yitirir önemini sevdiklerini kaybettiysen ya da
onları korumak istersen evine yağan bombalardan. Yalnız sen olsan savaşırsın belki ama savaşmak, savaşı devam ettirmekten başka neye yarar ki?
Ben bazen savaşmak, mücadele etmek şöyle dursun, çalışmak bile istemem, bazı günler yataktan çıkmak, yemek yemek, su içmek bile istemem. Cuma'nın
ya da Cafer'in hakkı yok mu bunlara?
Bir an olsun başkalarını değil kendini
düşünmeye, sorumluluk almamaya, düşünmemeye, yaşamak zorunda olmamaya, sadece
durmaya, öylece durmaya hakkı yok mu? Oysa bazılarını yaşamaya zorlar hayat. Mücadele
etmeye, çalışmaya, hayatını kazanmaya zorlar, kazandığın bir kuru ekmek, bir çay bile olsa. Çöpten topladığın oyuncakları vermek küçük
kardeşine, onun kim bilir ne zamandır yıkanmadığı için pis kokan saçlarına
gömmek burnunu, yine de sarılmak ona sıkı sıkıya ne kadar
zordur, hiç düşündün mü?
Evlerine
bombalar yağmadan önce de gidebilirlerdi, dileyen 'kaçabilirlerdi' diye de
okuyabilir, oysa Tolkien'in de dediği gibi kaçmak gardiyanların sorunudur ve
bence savaşan tarafın gardiyanı olmaktadır sorun, kaçmakta, yaşamak istemekte,
yaşamak zorunda kalmakta değil.
Dışarıda ne yaşanırsa yaşansın o çatının altında çay demlemeye devam etmekteki yaşama sevincini, vatan sevgisini,
insanlık umudunu görsün isterim herkes. Bütün dünyaya çay ısmarlayayım, hatta
ellerimle demleyeyim çayı, baş başa verelim ve savaşı konuşalım isterim. Bir çocuğun oyuncak istemek
yerine ailesini ister hale
düşmesini normalleştiren, çocukları bu tercihe zorlayan
karanlığa beraber bakalım isterim. İsterim ki Cuma'yı dinlerken karnıma
saplanan bıçağı hissedin, bu hikâyeye
seyirci olmaktan duyduğum utancı anlayın, gözyaşlarımı gizleme riyakarlığını paylaşın benimle.
Diyelim ki sana çıldırmak yasak, sana ağlamak
yasak, yarın yasak, düş yasak sana.
Diyelim ki üşüyorsun kısacık bir ömrün sığınağında;
bir çay bile ısmarlamıyor hayat!*
Hayat bazılarına bir
çay bile ısmarlamaz, oysaki emrihak vaki olana dek evlerinde oturup çay içmeye
devam edebilmektir tek arzuları. İsterim ki bir çay içimi zamanda bile olsa
bunları düşünelim, savaşı düşünelim, insanlığı düşünelim, yaşamayı, yaşatmayı düşünelim.
Bir
ara göz ucuyla etrafıma baktım, görebildiğim tüm seyirciler kollarını ya da
ellerini kavuşturmuştu. Bizler, bu trajedinin seyircisi olduğumuz halde
kendimizi korumaya alma derdindeydik, saklanıyorduk elimizin, kolumuzun
arkasına; bir tek gözümüzü, kulağımızı kapatmamız eksik kalmıştı. Sanki biz
görmesek, duymasak, bilmesek, tanık
olmasak dünya daha iyi bir yer olabilirmiş gibi, cehalet gerçekten mutlulukmuş gibi. Oysa aylardan Mayıs, İzmir'de yazı
yaşıyoruz ve ben buz kesiyorum Cuma'nın karşısında.
Ve açık
havada biraz yürüyüp nefesimi düzenleyebildiğimde, "İyi ki tiyatro
var" diyorum kendi kendime, iyi ki bütün bu soruları soran birileri var. Bir parçası
olmak zorunda bırakıldığımız karanlığa bir kibrit çakmaya çabalayan, ufak
yansımalardan umutlar doğuran, içine hapsedildiğimiz duvarlara gedikler açmaya
çabalayan tiyatro iyi ki var!
*Yılmaz
Odabaşı, "Gözlerin gök/yüzünde bir dolunay"şiirinden.
Oynayan:
Adnan Devran
Yazar: Salihcan
Sezer
Yönetmen:
Pınar Çağlar Gençtürk
Işık Tasarımı:
Serdal Ece
Dekor Tasarım: Yasin
Kurtlu
Video &
Animasyon: Mehmet Selçuk Bilge
Afiş
Tasarım: Adnan Devran
Yapım: NoAct Sahne