Bu muhtemelen ilkokul 1. sınıftan beri en zor yazdığım
bütüncül yazı olabilir ki onun sebebi de yazmayı bir miktar geç öğrenmiş olmam.
Tiyatroya kafa yoran bir izleyiciyim, derdimi anlatacak kadar Türkçem var, ya
da çok zorlanmadan anlatılabilecek dertlerim var ki benim için ikisi de uygun
lakin bir türlü başını sonunu toparlayamıyorum. İşin özü şu aslında, Lübnanlı
yazar Wajdi Mouawad öyle güzel bir şey yazmış ki, üstüne konuşmak istemekle beraber,
yetersiz kaldım.
Moda Sahnesi’nin yeni oyunu Kıyı, Wajdi Mouawad tarafından
yazılıp Ayberk Erkay tarafından çevrilmiş ve Kemal Aydoğan tarafından
sahnelenmiş. Oyuncu kadrosu ise, Onur Ünsal, Uluç Esen, Caner Erdem, Mert Şişmanlar, Melek
Ceylan, Barış Yurtsever, Çağla Buldak ve Talha Kaya’dan oluşuyor.
Oyun savaştan kaçarak gittiği batıda
ölen babasını memleketine gömmeye çalışan Wilfrid’in hikayesi. Bir kopuk
uçurtma Wilfrid, annesi onu doğururken ölmüş, bunu kaldıramayan bir başka kopuk
uçurtma olan babası Wilfrid’i teyzelerine emanet edip ortadan kaybolmuş. Yıllar
sonra babası öldüğünde, Wilfrid’in mücadelesi başlıyor. Önce, aile mezarlığına,
annesinin yanına gömmeye çalışıyor. Sonrasında ise, savaşın ortasında, toprağın
artık ölüleri kabul etmez hale geldiği bir ülkede, babasını son kez mutlu
olduğu ülkede gömebilmek için çıktığı yolda, karşılaştığı insanlarla bizleri
hayatın ve savaşların binlerce yıllık tarihine dair bir yere çıkarıyor bizleri.
Oyunda aşkı görüyoruz, büyümeyi,
büyüyememeyi, hayatın ne kadar çabuk değişebileceğini… Oğluna hayat verebilmek
için ölmeyi seçen bir anneyi ve aşkı için oğlundan vazgeçebilecek bir
babayı… Savaşları görüyoruz. Sürgünü, şiddeti, egemenin acımasızlığını…
Savaşların insanları ne kadar kolaylıkla kör edebildiğini. Ve umudu görüyoruz.
Her şeyin bittiği düşünülen anda bile umudu haykırmaktan, şarkı söylemekten
asla vazgeçmeyenleri. (Melek Ceylan’ın sesi o kadar güzel ki…) Bunu da sadece
diğerlerini umursayarak yapanları görüyoruz. Halbuki fikrimce oyunun en kilit
cümlesi “Herkesin canı acıyor ama kimsenin umurunda değil“ iken. Bunlar benim,
ortalama bir izleyici olarak gördüklerim, muhtemelen profesyonel okuma yapanlar
daha fazla şey gördüler. Metnin gücü buradan gelmiyor ama. Metnin gücü bunları
yaparken didaktikliğe, gereksiz boğucu imgelem bombardımanına yaslanmadan, sizi
günlük hayatınızın içinden çıkarmadan, günlük hayatınızın içinde
düşündürebilerek yapmasından kaynaklanıyor.
Tam da bu noktada Kemal Aydoğan
rejisine geçmek gerekiyor. 4 yıllık Moda Sahnesi misafirliğimde gördüğüm, Kemal
Hoca oyunlarını farklı bir düzleme oturtmaktan hoşlanır. Farklı mevsimlerde,
farklı mekanlarda. Stil olarak derdin büyüklüğüne, evrenselliğine inanır. Bu,
derdin gerçekten evrensel olduğu ya da derdin bu topraklara yakın olduğu
işlerde çok iyi işlerken – Bira Fabrikası, Hamlet-, daha batılı işlerde – Torun
İstiyorum, Roberto Zucco- biraz sıkıntılı olabiliyor fikrimce, lakin Wajdi
Mouawad öyle bir oyun yazmış ki Kemal Aydoğan’a adeta nefes olmuş. Oyun o kadar
zamansız, o kadar mekansız ve derdi o kadar yakın ki, nereye koysanız olacak
gibi. Savaşta babasını tanımayıp öldüren Oedipus’u günümüz Ortadoğu’suna
taşıyor, Antigone’yi, savaş öncesi rehberleri sırf izleri yeryüzünden
silinmesinler diye toplayan Josephine olarak görüyorsunuz, babası elinden
alınan Hamlet’i görüyorsunuz ve aynı oyunda Hrant Dink’i, Uğur Mumcu’yu, Ceylan
Önkol’u görmek sizi şaşırtmıyor. Ama acıtıyor. Biliyorsunuz ki, Balkanlardan
doğuya gittikçe zaman acının zamanı, coğrafya acının coğrafyası. Dertler o
kadar ortak ki. Biliyorsunuz ki oradan doğan, orada olmuş, orada olabilecek her
şey burada doğabilir, burada olmuştur, burada olabilir. 1000 km doğuya giderseniz
benzer bir manzarayla karşılaşırsınız. 1000 km güneye inerseniz benzer bir
manzarayla karşılaşırsınız. Oyun evet zamansız -prova notlarında da en çok
zamansızlığı üstünde durmuşlar- ama aynı zamanda mekansız da bu manada. Bu
nedenle de oyun Kemal Aydoğan’ın gerçekleri suratınıza çarpmak konusunda da
elini kolaylaştırıyor.
Genel itibariyle no-name denebilecek
bir oyuncu grubu. Televizyonlarda Onur Ünsal’ı hatırlarsınız, Moda Sahnesi'nin
düzenli takipçileri Mert Şişmanlar’ı ve Caner Erdem’i de bilirler. Lakin kendi
adıma diğer oyuncuları ilk defa gördüm. Lakin, açıkça söylemeliyim ki, metnin
iyiliğinden inandırıcılığından mı bilemiyorum, ama izlediğim Moda Sahnesi oyunlarında
bütün olarak izlediğim en iyi ekip. Ki, ben genelde Moda Sahnesi’nin kadın
castıyla çok da barışık değilimdir ama Melek Ceylan ve Çağla Buldak oynadıkları
karakterlerde tek bir saniye bile inandırıcılık problemi yaşatmadılar tarafıma.
Bir de Melek Ceylan’ın sesi çok güzel demiş miydim? Dedim, bir daha diyeyim.
Erkek cast da aynı oranda temiz, sadece Onur Ünsal konusunda emin olamadım.
Bana biraz Wilfrid’den çok Onur Ünsal’mış gibi geldi, o nedenle açtım Youtube’dan
yabancı uyarlamalara baktım, onlar da Wilfrid’den çok Onur Ünsal’mış gibi
geldi. Kim bilir belki Wilfrid’in aslında Onur Ünsal olduğu bir paralel
evrendeyiz.
Toparlamak gerekirse, Kıyı tiyatroya
ucundan bucağından değmiş herkesin görmesi gereken bir oyun. Ki bu tavsiyeyi
hayatı “Lan sen de hiçbir haltı beğenmiyorsun” lafını duymakla geçmiş birinden
duymaktasınız an itibariyle. Bir
insanlığın tarihini 2.5 saatte özetleyen müthiş bir eser, işini iyi bilen bir
ekipçe sahneye konmuş. Açıkça söyleyebilirim ki, Moda Sahnesi'ndeki 4 yıllık
misafirliği boyunca izlediğim en iyi oyun. Gidin, mutlaka gidin.